Medya
07 Eyl 2011 16:30 Son Güncelleme: 23 Kas 2018 12:46

MEHMET ALTAN'IN 6-7 EYLÜL YAZISI: BİLİNÇLİ ''ÇARPITMA'' MI, YOKSA BİR ''KAVRAYIŞ'' SORUNU MU?

Medyaradar'ın siyaset analizcisi Atilla Akar Star yazarı Mehmet Altan'ın 6-7 Eylül olayları ile ilgili yazısında "tarihi çarpıtma" yaptığını iddia etti.

Daha önce yazdığım için yeniden yazmaya aslında hiç niyetim yoktu. Konu 6-7 Eylül. Daha doğrusu Mehmet Altan’ın 07.09.2011 tarihli “Özel Harp Ne İşe Yarar?” başlıklı yazısı. Daha doğrusu geçen sene yazdığı yazıyı tekrar yayınlamış. (Sadece başlığını değiştirmiş. O zamanki başlık “Dün Neydi? 6 Eylül. Bugün ne? 7 Eylül” şeklindeydi.) Olabilir, kendi takdiridir. Bunun üzerine bende 12.09.2010 tarihinde kendi sitemde hem 6-7 Eylül’ü daha ayrıntılı anlatan hem de STAR yazarı Mehmet Altan’ın tarihi “çarpıtmacı” anlayışını eleştiren “6-7 Eylül Olayları’ndaki Sorumluluğundan Sürekli Kaçınan Türk Sağı…” başlıklı bir yazı kaleme almıştım. Bu yazımı başka sitelerde kaynak göstererek “Copy Paste” etmişlerdi. Dolayısıyla Mehmet Altan aynı yazıyı bir kere daha yayınladığına göre bana da bu konuda tekrar yazmak farz oldu. Çünkü özellikle tarih söz konusu oldu mu bir “kanaat inşası” yaratılıyor ve o kanaat zihinlere öyle bir yerleşiyor ki sonra yıkabilirsen yık! Şimdi kısmen eski yazımdan da faydalanarak bu konudaki bakışımı aktarmaya çalışayım…

Ancak hemen belirteyim ki, Mehmet Altan genelde Türk sağının yaptığından farklı bir şey yapmıyor. Artık neredeyse “kalıplanmış” -kalıplaştığı içinde sorgulanamayan- bir düşünceyi yeniden üretip piyasaya sürüyor. (Bu konuda gene bir başka STAR yazarı Mustafa Akyol’u muaf tutarım. Akyol, o zaman bu konuda farklı bir yaklaşım geliştirebilmiş ve neredeyse tek “istisna” olmuştu.) Nasıl olsa herkes “gerçekte ne oldu”yu bilmiyor, bilse bile umursamıyor!  Üstelik maalesef son zamanlarda öyle bir “eğilim” belirdi ki her şeyi illâ ki orduya yıkmak adına en bariz olgular bile tersyüz edilip aktarılabiliyor. Daha doğrusu keyfince “görülmek istenen” görülüyor, “bulunmak istenen” bulunuyor. Üstelik “resmi tarih”e sözüm ona karşı çıkanlar kafalarına göre bir başka “resmi tarih” yaratıyorlar. Bu yaklaşımın esas gayesi özellikle tarih söz konusu olduğunda “gerçeği aramak” değil günümüz tartışmalarında bir “ideolojik materyal” olarak kullanmaktır. Kendine “yontma”lar bir türlü bitmemektedir!

ASIL KAYGI DP’Yİ “SORUMLU” GÖSTERMEMEK!

Hiç şüphesiz 6-7 Eylül 1955 hadiseleri bu ülkenin yaşadığı en önemli provokasyonların başlarında gelmektedir. Bu açıdan ayrı bir titizlikle ele alınmalıdır. Ne var ki sağın genel yaklaşımında bugüne kadar olduğu gibi olaylarda o günkü hükümetin sorumluluğunu görmemek, atlamak, dikkate almamak belirgindir. Olaylarda siyasi iradenin planlaması ne kadar “net” olursa olsun, maddi ve mantıki kanıtlar ne sergilerse sergilesin bunlara karşı “yokmuş gibi” davranma eğilimi öne çıkmaktadır. Bunun sonucunda ise gerçekleri ancak “kısmen” ve “tek yanlı” görme, işine gelmeyen yanları bilinçli “ıskalama” çabası ortaya çıkmaktadır. Sonuç tabii ki “zorlama” bir tarih okuması olmaktadır!

MEHMET ALTAN AYNI SAKIZI TEKRAR ÇİĞNEMİŞ!

Şimdilerde ise bunun en kolay ve kestirme yolu ise olayları “cihet-i askeriye”ye yıkmak, olaylarda dönemin DP/Menderes hükümetinin sorumluluğunu görmemek için her tür abartma, tek yanlı yorum ve standart izah çabası öne çıkartılmaktır. Nitekim 6-7 Eylül günleri bu konunun hatırlanması ve dolayısıyla aynı “klişe”nin tekrar zikredilmesi için “vesile” oldu. Hiç şüphesiz bu konuda en “tipik” yaklaşım Mehmet Altan’a aitti. Eski (O zamanki adıyla “Seferberlik Tetkik Kurulu”) Özel Harp Dairesi yöneticisi Sabri Yirmibeşoğlu’nun Fatih Güllapoğlu’nun “Tanksız Topsuz Harekat” kitabında verdiği beyana sığınılarak, olaylarda Özel Harp’i işaret ederek olaylardaki DP Hükümeti yöneticilerinin sorumluluğunu nedense “yok” sayıyordu. Daha da komiği sözüm ona bir başka yazıyı “eleştirir”, “düzeltir”, “itiraz eder” gibi yaparak aynı şeyi bizzat kendi yapıyordu. Mehmet Altan, söz konusu yazısında (Nasıl olsa herkes bu konuyu bilmiyor, araştırmıyor!) aksi iddiaların önünü kesmek için daha baştan başka bir habere atfen şunları söylüyordu: “Yukarıdaki haberi dün haber sitelerinden birinden aldım. Baktım, “fail” haberde utangaç bir biçimde gizlenmiş... Çünkü “fail” belirsizleştirilmiş... Hâlbuki fail gün gibi ortada... Adı, sanı, her şeyi belli. Orgeneral rütbesinden emekli olmuş, tuğgenerallik rütbesinde Özel Harp Dairesi (ÖHD) Başkanlığı yapmış...”
Peki Mehmet Altan “yanlış” mı söylüyordu? Elbette hayır! Fakat sadece bir “doğru”yu öne çıkartarak, diğer “doğru”ları bilinçli olarak atlayarak ve her şeyi “askeri vesayet”e bağlayan  konserve görüşleri gereği “görmek istediğini” görüyordu sadece. Bazı “ufak ayrıntıları” (!) atlıyordu o kadar! Zaten kimse çıkıp “ÖHD’nin hiç sorumluluğu yoktur” demiyordu, sadece “başka” ve “asıl” sorumlular var diyoruz o kadar. Kendi tabiriyle o da diğer “fail”leri gizliyordu! 
Belli ki Org. Sabri Yirmibeşoğlu’nun ”Kompleksli” ve  “Böbürlenen” açıklamaları (Bence birazda her şeyi kendilerine mal etmek, şişinmek, böbürlenmek –sanki iyi bir halt yemişler gibi- ve insanlara “vay be ne adamlarmış” dedirtmek için) Mehmet Altan gibilere “can simidi” gelmişti. Yirmibeşoğlu’nun gazeteci Fatih Güllapoğlu’nun “Tanksız Topsuz Harekât” kitabında “6-7 Eylül de, bir Özel Harp işiydi. Ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amaca da ulaştı. Sorarım size, bu muhteşem bir örgütlenme değil miydi?” şeklindeki açıklaması elbette doğruydu. Ancak sürekli bunu temcit pilavı gibi ısıtıp öne sürmek ne kadar geçerliydi?

DP-ÖHD ELELE “ANTİ-KOMÜNİST” CEPHEDE!

Hiç şüphesiz aslında bilinçli olarak gözden kaçırılan o zamanki bu ÖHD’cilerin ABD yetiştirmesi, şiddetli “anti-komünist” ve “fanatik sağcı” oluşlarıydı ki nedense bu hiç hatırlanmıyordu. Yoksa Özel Harpçi/Kontrgerillacı zihniyetin bu ülkede neler yaptıklarını, hangi olaylara imza attıklarını artık çocuklar bile biliyor. Ancak onları bu ülkeye davet edenlerinde, yerleştirenlerinde, sırtlarını sıvazlayanların, himaye edenlerin de sağ iktidarlar olduğu ve en “müthiş pratikleri”ni hep sağ iktidarlar zamanında ortaya koydukları da bilinen ayrı bir gerçek.
Gözden kaçırılan suydu; 1953’te kurulan (6-7 Eylül’den 2 sene önce), Tümgeneral Daniş Karabelen’in sorumlusu olduğu ve ilk adı “Seferberlik Tetkik Kurulu” olan Özel Harp Dairesi mevcut iktidarın “üstünde” ya da “ondan ayrı” bir yapı değil tersine oldukça “iyi” ilişkileri olan, DP ile “uyumlu” çalışan bir yapıydı. Bu “ABD genetikli” ve “anti-komünist” oluşları itibarıyla da “normal”di. STK/ÖHD esas olarak Kıbrıs konusunda yoğunlaştı. Kısa adı TMT olan “Türk Mukavemet Teşkilatı”nı kurdular ve “kontrgerilla teorisi” ilk Kıbrıs’ta pratiğe döküldü. Menderes’in desteğine sahiptiler ve TMT’ye giden silah ve diğer malzemelerin parası hükümetin “örtülü ödeneği”nden karşılanıyordu. Arada sadece bir ast/üst ilişkisi değil oldukça “sıkıfıkı” bir ilişki vardı. O kadar ki 27 Mayıs’ı yapan subaylar bu “kankalık” ilişkisinden şüphelenmişler, STK/ÖHD’ye hep Adnan Menderes’in “Özel Örgütü” gözüyle bakmışlar, tasfiye etmeye niyetlenmişler ama TMT koordinatörü İsmail Tansu’nun ricası ve Alparslan Türkeş’in inisiyatifi ile vazgeçilmiştir. Bu şartlar altında TMT/ÖHD başlangıçta DP/Menderes’e “rağmen” varolan, ondan “gizli işler çeviren” bir kuruluş değil onunla “koordineli” hareket eden bir yapıdır. Bunlar kimsenin “keyfince” ya da “kafasına göre” değiştiremeyeceği gerçeklerdir. Mehmet Altan bunları bilmiyor olamaz. Hatırlamak işine gelmiyor o kadar!

6-7 EYLÜL, DP HÜKÜMETİ, MAH/MİT VE TMT/ÖHD ORTAK EYLEMİDİR

O yüzden söz konusu dönemde devlette bugünkü türden  “ikilik” aramak –hele de yaratmak- beyhude bir çabadır. Devlet, o günlerde tüm organlarıyla “görece homojen” bir yapı arz etmektedir. Soğuk savaş konseptleri gereği bu gibi yapılar ile sağ iktidarlar (zaten o dönemde sağ iktidarlar bunun için vardır) arasında bir zıtlıktan ziyade “paralellik” göze çarpmaktadır. Bu ortam ileride daha da kemikleşecek ve Türkiye’yi zora sokan bir dizi komplo ve provokasyona “beşiklik” edecektir. Devlet (Sivil alandaki muhalefeti ve ordu içinde sonradan oluşan “darbeci klik”leri saymazsak) DP hükümeti, (Menderes), DP Teşkilatları,  Kıbrıs Türktür Cemiyeti (KTC), istihbarat servisi (MAH/MİT), özel harp yapılanması (STK/ÖHD) “görece bütünlük” içindedirler. Hal böyleyken “hükümete rağmen” bir 6-7 Eylül planlaması ve onun bilgisi/onayı dışında bir eylem söz konusu bile olamaz. Olayların “siyasi sorumlusu” DP/Menderes hükümetidir. Tarihsel gerçekler değiştirilemez bir şekilde bunu söylüyor!

6-7 EYLÜL’LE NE ZAMAN YÜZLEŞECEKSİNİZ?

Öyle anlaşılıyor ki Mehmet Altan ve onun gibiler 6-7 Eylül’ün sadece bir yüzünü görmekte ve aşağıda sıralayacağımız gerçekleri anmak dahi istememektedirler. Bunun kasıtlı bir “çarpıtma” mı olduğunu yahut bir tür “kavrayış” sorunundan mı (Koskoca “Prof.”a bunu yakıştıramayız elbette!) kaynaklandığının yorumunu okura bırakıyoruz. Şimdi sadece hatırlayalım;
6-7 Eylül’de hükümetin yönetici ve bürokratlarının olayların çıkacağından haberdar oldukları, “örtülü onay” verdikleri ve engellemek için somut hiçbir önlem almadıkları, tersine güvenlik kuvvetlerine saldırgan çapulcuların işini kolaylaştıracak yönde hareket etmeleri, engellememeleri yönünde emir verdikleri anlaşılmaktadır. Doğrudan hükümete bağlı olan polis kuvvetleri vandalist yıkımı ve tahribatı engellemek için hiçbir şey yapmamışlardır. Dahası Demokrat Parti İl ve ilçe teşkilatları olaylarda aktif rol oynamışlardır. Saldırganların temini, barınması, taşınması, donatılması aşamalarında DP yöneticileri aktif rol almışlardır. Çapulculara “lojistik destek” sağlanmıştır. En önemlisi olaylar Selanik’te Atatürk’ün evine bomba atıldığı haberleri üzerine başlamıştır. Oysa işi organize edenin MAH olduğu ve olayda MAH ajanlarının kullanıldığı aleniyet kazanmıştır. Aynı şekilde bir MAH paravanı olduğu söylenen ve yönetiminde MAH ajanlarının bulunduğu öne sürülen Kıbrıs Türktür Cemiyeti (KTC) olayların başlangıç ve organizasyon safhasında aktif rol oynamış, olayların fitilinin ateşlenmesinde birincil rol oynamıştır. Yanı sıra kitlenin kışkırtılmasında rol oynayan “Yunanlıların Atatürk’ün evine bomba attığı” haberini yayan DP yanlısı İstanbul Expres Gazetesi’dir.  Daha Selanik’teki olay gerçekleşmeden gazetenin manşeti hazırdır. İstanbul Ekspres gazetesinin sahibi Mithat Perin hem DP milletvekiliydi hem de daha sonra MAH için çalıştığı ve MAH’tan para talep ettiği ortaya çıkacaktı.

ŞU SORULARA CEVAP VERMEN GEREKMEZ Mİ MEHMET ALTAN?

O zaman daha önceki yazımda da sorduğum gibi şu soruların cevabı açıktadır ve başta Mehmet Altan’ın kendisi olmak üzere öyle düşünen herkes şu sorulara “makul” bir cevap getirmek zorundadırlar;
“1) Bu kışkırtılmış, “avam” özellikler gösteren güruhları tahripkârlık, yıkım ve yağmayı tam bir “çapulcu sürüsü” olarak kim azınlık vatandaşlarımızın üzerine sürdü? Bunları kim örgütledi?...Hükümet göz yumması olmadan olaylar bu boyutu alabilir mi?
2) Devlet ve güvenlik güçleri niye bu “baldırı çıplak terörü”ne engel olmamıştı? Dönemin hükümetinin ve güvenlik güçlerinin bunları önlemeye gücü mü yetmemişti? Yoksa bilerek mi engellenmemişlerdi? Hükümetin bu konudaki emirleri neydi? İçişleri Bakanı Namık Gedik daha ilk anda olayları niçin “Milli Halk Ayaklanması” olarak tanımlayacaktı? 3) Aynı şekilde olaylardaki en somut gözlemler başta polis olmak üzere güvenlik kuvvetlerinin ortalarda görünmemesi, olduğu yerlerde ise engellememesi hatta bazı vakalarda olduğu gibi saldırganları cesaretlendirmesi noktasındaydı… Bu hükümet onayı olmadan mümkün mü? O yüzden hükümet çevrelerinin iddia ettiği gibi olaylarda “saldırganların sayısının çok olduğu, polisin o yüzden bir şey yapamadığı” gibi iddialar tümüyle geçersizdir. Bu şartlar altında bir şey yapamama “zorunlu” bir durum değil bilinçli bir “tercih” olarak durmakta değil midir? 4) Saldırganlar ellerindeki Rum, Ermeni, Musevi isim/adres listelerini hangi kurumdan temin etmişlerdi? DP’li muhtarlar bu işte nasıl bir rol oynadılar? 5) Bu grupların yanlarında çok sayıda kaldıraç, balta, tel makası, demir makası, kürek, testere, kaynak makinesi, standart sopalar ve demir çubuklar  gibi aletlerle birlikte gelmeleri tesadüf müydü? Binlerce insan bu malzemeleri biranda nasıl ve nereden temin etmişlerdi? Bunların çoğu başta ulaştırma bakanlığı ve belediyeler olmak üzere devlet kurum ve depolarından alınan malzemelerdi. Bütün bunlar hareketin “kendiliğinden” değil hükümet tarafından “organize” olduğunun açık ispatı sayılmaz mı? 6) Olaylarda yer alanların büyük çoğunluğu şehir dışından veya İstanbul’a yakın il ve ilçelerden getirilmişlerdi.( Kocaeli gibi. Ayrıca Paşabahçe Cam Fabrikası’nda o gün mesaiye gelmeyen ve DP’liler tarafından işe alınmış çok sayıda işçi olacaktı. Ayrıca  KTC Paşabahçe şubesinin yöneticileri ile fabrika sendikasının yöneticileri aynı kişilerdi.) Bunlar kamyonlara ve diğer araçlara bindirilerek şehre konvoylar halinde taşındılar. Bu nakil işleminde DP’ye yakın taşıt sendikaları ve dernekleri ile DP ile iş gören müteahhitlerin araçları kullanılacaktı. Bunlardan bir gün önceden gelenler DP ilçe binalarında bekletilmişler, yatırılıp, doyurulmuşlar, o gün gelenler ise kamyonlarıyla birlikte saldıracağı semtlere dağıtılmışlardı. Bu durum olaylarda DP teşkilatlarının “örgütlü çabası”na somut delil sayılmaz mı?  7) Selanik’te Atatürk’ün evine “bomba atılması” talimatını kimler vermişti? Bundan kimlerin haberi vardı? Kimler organize etmişti? Hükümetin bu durumdan hiç “haberdar olmaması” mümkün mü? 8) O esnada Londra’da süren Kıbrıs görüşmelerini etkileyebilmek ve böylelikle dönüp “bakın Yunanlılar milli sembollerimize saldırıyorlar” diyebilmek ve bu olaylar sayesinde “bakın, millete söz geçirtemiyoruz, biz kabul etsek bile milletimiz sizin dayatmalarınızı kabul etmez. Onlara söz geçiremeyiz, bizi de ezerler.” bahanesi kimin ya da kimlerin kafasından çıkmıştı? 9) O esnada Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun Londra’dan “Çok sıkışık durumdayım. Beni destekleyecek bir şeyler yapın” mesajı doğru muydu? 10) Olaylarda “İngiliz Etkisi”nin rolü nedir? Bizimkiler niçin İngiliz telkinlerine “tav” olmuşturlar?... Olaya bu açıdan baktığımızda Türk hükümetini veya Londra’daki temsilcilerini “küçük bir olay çıkartmaya” İngilizlerin ikna ettiğini veya çaktırmadan yönlendirdiğini var sayabilir miyiz?. Türk hükümeti bu telkinler sonucu mu böylesi bir provokasyona yöneldi? 11) “Kıbrıs Türktür Cemiyeti” (KTC) Başkanı ve gazeteci Hikmet Bil’in olayların kararının Florya’daki köşkte Başbakan’ın sofrasında 5 Eylül akşamı alındığı ve Tüm önemli devlet erkânının o esnada orada olduğu yönündeki beyanına ne denilecektir?  12) DP bakanlarından Fuat Köprülü’nün “Hadiseler Fatin Rüştü Zorlu’nun ilhamı ile Menderes ve Gedik tarafından tertiplenmiştir” demesi ve benzer bir suçlamayı da o esnadaki İstanbul valisi Fahrettin Kerim Gökay yapması ne anlama gelmektedir? 13) .Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın ertesi sabah yıkıma uğramış Beyoğlu’nu gezerken yanındakilere “İşin dozunu fazla kaçırdık galiba” demesinin anlamı nedir? Bu devlet/hükümet tarafından planlanmış ama “dozu daha küçük” olması düşünülen bir hareket miydi? Evdeki hesap çarşıya uymamış mıydı? Yoksa “kaş yapayım derken göz çıkarma” durumu mu yaşanmıştı?
14) Olaylarda kışkırtıcı rol oynadığı iddia edilen ve MAH üyesi olduğu sanılan ve sonradan ortadan kaybolan Mürşit Yolgeçen isimli “talebe” kimdi?  Bu şahsın Başbakan Menderes ’in emri ile, alelacele Tuzla Piyade Yedek Subay Okulu’na askerlik görevini yapmak için gönderildiğini iddiası doğru muydu? Demirel daha sonra bu kişiyi THY Hukuk müşaviri yapmış mıydı? Bu kişi yıllar sonra Beykoz’da niçin sır bir şekilde öldürüldü? 15)  Olaylarda kışkırtıcı medya ayağı rolü oynayan MAH mensubu olduğu söylenen, İstanbul Ekspres gazetesi sahibi Mithat Perin olaylardan sonra niçin gözaltına alınmış ve Menderes’in talimatlarıyla serbest bırakılmıştır?
16) Olaylar yatıştıktan ve gerçekler gün ışığına çıkmaya başladıktan sonra hükümet o panikle niçin suçu hiçbir günahı ve dahli olmayan  “komünistlere” ve solcu aydınlara yıkmaya çalışmış, onları yargılamadan aylarca hapiste tutmuştur? Hükümetin  “komünist parmağı ve kışkırtması” tezi suçu başkasına atma çabasının tezahürü sayılmaz mı?”

OLAYLARI ÇARPITANLAR “TARİHSEL VEBAL” ALTINDADIR!

Bunlar tartışılmaz gerçeklerdir ve 6/7  Eylül’ün kimlerin, hangi ittifaklar ve planlar dahilinde gerçekleştirildiğini göstermektedir. Şurası açıktır (Sonradan pişman olmuş görünseler de) hükümet böylesi olayların çıkmasını o günlerdeki Londra Konferansı esnasında çıkarına görmüş ve böylesi bir provokasyona onay vermiştir. Tahripkâr avamı kışkırtmanın ne kadar tehlikeli sonuçları olduğu anladıklarında ise iş işten geçmiş ve olayın sorumluluğunu üzerlerinden atabilmek için olayı tipik bir soğuk savaş sağcısı manevrası olarak  “komünistlerin” üzerine atmaya yeltenmiştir. Bu gerçeği Mehmet Altan dahil hiç kimsenin çabası veya çarpıtması değiştiremez.
Bütün bunları görmeyip, daha doğrusu kısmen görüp, kasıtlı olarak sadece bir “adres”e yıkmaya çalışmak aynı zamanda nasıl “sakat” bir “sivilleşme” mantığına sahip olunduğuna işaret etmektedir. Dahası komplo ve provokasyonlara karşı çıkarmış gibi yapıp bir başka açıdan komplo ve provokasyonlara “örtülü onay” verenleri korumaya almak demektir. “Çifte standart” dedikleri bu olsa gerek!
İster “sivil” (hükümet) isterse de “resmi” (asker) kaynaklı olsun komplo ve provokasyonların  tümüne karşı çıkmadan, birini öne çıkartıp ötekini görmezden gelerek konuşmak ve hüküm vermek ne kadar kolay değil mi Mehmet Altan?..


Atilla Akar

atillaakar@gmail.com