Polemik & Kulis
29 Mayıs 2015 11:50 Son Güncelleme: 23 Kas 2018 17:36

Aslı Aydıntaşbaş, Milliyet'ten bu yazı yüzünden mi gönderildi?

Milliyet yazarı Aslı Aydıntaşbaş bugün gazetesindeki köşesinde yayımlanan yazısı ile okurlarına veda etti, peki ama neden?

Aydıntaşbaş bugün gazetesindeki köşesinde yayımlanan yazısı ile okurlarına veda etti.
"Her yolun bir sonu vardır" derler. Ben de Milliyet gazetesiyle olan yolculuğumun sonuna geldim." diyerek başladığı yazısında Aydıntaşbaş, gazeteden gönderilmiş olduğunu "nazikçe" gizlediği yazısında "kuşkusuz görüşlerimde gazete yönetimiyle farklılaştığım noktalar var. Bu zamana kadar istediğim gibi yazdım. Ama bundan sonra doğru olan, daha fazla rahatsızlık vermeden ve olabildiğince medeni bir el sıkışmayla vedalaşmak." dedi.

Yazısında "medeni" ve "nezaket" sözcüklerine özel önem veren Aydıntaşbaş, "Kapıyı çektikten sonra arkadan konuşan biri olmayacağım. Bugün söylemediğini yarın söylemenin anlamı yok. Medyanın içinde olduğu durum kolay değil." dedi ve ekledi: "Bize düşen, biraz cesaret, biraz mantık ama en önemlisi nezaket. Nezaketi elden bırakmaya niyetim yok."

Aslı Aydıntaşbaş, nezaketi elden bırakmıyor ama medya kulislerinde herkes son köşe yazısının Aydıntaşbaş'ın Milliyet'ten gönderilmesi için gerekçe olduğunda hemfikir.

Pazartesi günü yazdığı yazısında,  "Birbirimize ne kadar kızsak da, hepimiz aynı gemideyiz. Batarsak birlikte, çıkarsak birlikte düze çıkacağız." diyen Aslı Aydıntaşbaş, New York Times'da Türkiye'yi yerden yere vuran başmakaleyi yorumlamış ve "Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'dan, medyaya öfkelendiği anlarda bile Türkiye'nin itibarını düşünerek daha yumuşak bir üslup kullanmasını, hatta medyayla polemiğe girmemesini rica ediyorum." demişti.

İşte Aslı Aydıntaşbaş'ın Milliyet'ten gönderilmesine yol açtığı ileri sürülen o son yazısı:

Birbirimize ne kadar kızsak da, hepimiz aynı gemideyiz. Batarsak birlikte, çıkarsak birlikte düze çıkacağız.

Haliyle New York Times'da Türkiye'yi yerden yere vuran bir başyazı çıktığında, cümlelerin çoğuna katılsam da, içim buruluyor. Nihayetinde Türkiye'nin itibarı, hepimizi ilgilendiren bir konu. İktidara ne kadar kızsak da, ben bu ülkenin otoriterleşme veya baskıyla değil, birkaç yıl öncesine kadar olduğu gibi yükselen ekonomisi ve demokrasi deneyimiyle anılmasını isterim.

CUMHURBAŞKANI ERDOĞAN'DAN RİCA EDİYORUM

New York Times'a konu olan meselelerden biri, iktidarın seçim öncesi medyayı, daha doğrusu Doğan grubunu hedef alması. İfade özgürlüğü ve medyaya yönelik politikalar konusunda bu memlekette söylenebilecek her söz söylendi. Aynı görüşleri yinelememe gerek yok.

Ancak, yine de Türkiye'yi yönetenlerden, özellikle de şu anda sürücü koltuğunda olan Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'dan, medyaya öfkelendiği anlarda bile Türkiye'nin itibarını düşünerek daha yumuşak bir üslup kullanmasını, hatta medyayla polemiğe girmemesini rica ediyorum.

Çünkü bu üslup, sadece o gazeteyi değil, her muhabir, her editör, her yazarı ürkütüyor, medyada bir korku atmosferi yaratıyor.

BEN ANKARA'DAYKEN BÖYLE DEĞİLDİ

Erdoğan 2009'lara kadar böyle bir üslubu olmadığı için büyüdü. Bugün ise Ak Parti'nin gerilemesindeki en önemli neden, kamuoyunun gerilimden usanmış olması. Bu aşamadan sonra gerilim, Ak Parti'de oy kaybına neden olacaktır.

Biliyorum ki Cumhurbaşkanı'nın çevresindekiler ve kendisine yakın medya, sürekli bu kızgınlık psikolojisini pompalamakta. Bu durum eskiden böyle değildi. Benim Ankara'da yaşadığım ve Erdoğan hükümetini yakın takip ettiğim dönemde, etrafındaki insanlar, farklı profillerden gelir, gerektiğinde itirazlarını dile getirirdi.

ERDOĞAN BANA "NE KADAR NAİFSİN" DER GİBİ BAKTI VE...

Aklıma o yıllarda Tayyip Erdoğan'la bire bir yaptığım bir sohbet geldi. Sanırım Etiyopya'ya giderken Başbakanlık uçağındaydı. Başbakan yine medyaya, muhtemelen o dönem çalıştığım gazetenin manşetine içerlemişti. Ben Ankara temsilcisi olarak o manşetin patronun kararıyla atılmadığını, aslında da gazetede birinci sayfayı bizlerin ve yazı işlerinin yaptığını söylemiştim. Doğru olan da buydu. Erdoğan ise bana "Ne kadar naifsin" der gibi bakmış, patronların kendisiyle bir araya geldiğinde bambaşka konuştuğunu söylemişti.

Olabilir. Kuşkusuz patronların kendi gazeteleri üzerinde bir ağırlığı var. Genel yayın politikalarını belirlerler. Ancak günlük haber, manşet, birinci sayfayı patronlar yapmaz. Hele de bu kadar hızlı değişen 7/24 haber dünyasında, patronlar en iyi ihtimalle yapılan gazeteyi gece görürler.

BU SATIRLARI YAZARKEN PATRONDAN İZİN ALMADIM

Ben bu satırları yazarken, ne patrondan, ne yazı işlerinden, ne de genel yayın yönetmeninden izin aldım. Birçok yazar ya da editör, benim gibi kendi bireysel hareket ediyor. Haliyle bu kadar anlık hızla dönen bir medya çarkında o gazetenin patronun Cumhurbaşkanı'nın kızdığı Mursi manşetinden haberdar olması dahi mümkün değil.

Bu gazetenin patronu Erdoğan Demirören, Milliyet'i çok zor zamanlarda Aydın Doğan'dan satın aldı ve yaşattı. Aydın Doğan, bu gazetenin sahibi Erdoğan Demirören gibi hem medya hem de sermaye dünyasında mazisi olan bir işadamı. Her ikisini de tanıyor, bugün medyada olmalarına değer veriyorum. Bu gazetelere dışarıdan bakıldığında itirazlarınız olabilir; ancak önemli olan tüm dünyada tirajlar düşerken bu gazetelerin yaşamasıdır.

Bugün Türkiye'nin de ihtiyacı olan, hem medya hem de siyasette daha az öfke daha çok kalite ve empatidir. Dedim ya, hepimiz aynı gemideyiz. İleride yüz yüze bakacak kadar hatırımız kalsın. Haksız mıyım?