Politika
03 Tem 2021 09:44 Son Güncelleme: 03 Tem 2021 09:55

Zülfü Livaneli'den tartışma yaratacak çıkış: CHP’nin Baykal gerçeğiyle hesaplaşması şart

Sanatçı Zülfü Livaneli‘nin Hürriyet’te “Beylerbeyi’nde gizli anlaşma” başlığıyla 2007’de yazdığı dönemin CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ile AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan‘ın arasında geçen görüşme yeniden gündem oldu.

Zülfü Livaneli, o dönem için Baykal’a tepki göstererek “Bir milletvekilinin mazbatasını iptal ettirip, Anayasa’yı değiştirip, grubu baskı altına alıp, Siirt seçimlerini es geçip Erdoğan’ı meclise sokmak ve dokunulmazlık zırhına kavuşturmak için verdiğiniz canhıraş çabanın yüzde birini partiniz için verseydiniz sonuç bambaşka olurdu. Size o gün söylediğim gibi, Türkiye’nin kaderini değiştirdiniz.” demişti.

Organize suç örgütü lideri Sedat Peker‘in Cumhurbaşkanlığı Ekonomi Politikaları Kurulu Üyesi ve AK Parti Genel Merkez Yerel Yönetimler Başkan Yardımcısı Korkmaz Karaca ile eski CHP Genel Başkanı ve CHP Antalya Milletvekili Deniz Baykal‘la olan ilişkisi hakkında yaptığı açıklamalar sonrası sanatçı Zülfü Livaneli’nin 2007 yılında Baykal ile Erdoğan’ın gizli görüşmesi üzerine yazdığı yazı 14 yıl sonra yeniden gündem oldu. Gazete Duvar’a konuşan Zülfü Livaneli, “CHP’nin Baykal gerçeğiyle hesaplaşmasının şart” olduğunu söyledi. İşte İrfan Aktan imzalı röportajdan bir bölüm…

Zülfü Livaneli: “CHP’nin Baykal gerçeğiyle hesaplaşması şart”

Baykal-Erdoğan ilişkisine dair bilinen en ilginç ve öngörülü yazının sahibi ise, 2002 seçimlerinde Baykal’ın Kürt meselesi başta olmak üzere çeşitli şartlarını kabul ederek milletvekili olmaya ikna ettiği sanatçı, yazar Zülfü Livaneli.

Yazısı son günlerde sosyal medyada tekrar gündeme gelen Livaneli’yle İsmet İnönü’den Bülent Ecevit’e ve Deniz Baykal’a kadar çoğu sağcı, milliyetçi aktörün “sol” görünümü verilmiş CHP’deki “rollerini” ve yarattıkları enkazı konuştuk…

Deniz Baykal’la ilgili son günlerde ortaya çıkan iddialar vahim ama sizin 2002’ye dair anlattıklarınız bile, CHP’nin Baykal’la yüzleşmesini, hesaplaşmasını zaruri kılmıyor mu? AKP kirli ilişkileri ifşa olan mensuplarını muhafaza ederken CHP’nin de benzer bir tutum alması ne anlama gelir?

Kesinlikle, CHP’nin Baykal gerçeğiyle hesaplaşması şart. Hasta bir kişiyle değil, bir zihniyetle hesaplaşılmalı. Fakat CHP içinde o kadar zor dengeler var ki. İstifa ettiğimde bazı arkadaşlar “Niye bırakıp gidiyorsun” dediklerinde, “Yok yok, ben dayanamayacağım” dedim. Çok da iyi ettim. Kemal Bey’i de o zamanlardan tanıyorum, dürüst bir arkadaşım. Ne diyeyim, Allah kolaylık versin kendisine de. İşi çok zor. Bu zorluklara rağmen son seçimlerde 11 büyük şehrin alınmasını sağlayacak bir başarı elde etti. Her türlü saldırıya, suikast girişimlerine, hakaretlere, içerden-dışarıdan çelmelere rağmen mücadelesinde gösterdiği soğukkanlılık takdiri hak ediyor.

‘SADECE AKP’Yİ SUÇLAYARAK DA GERÇEK BİR YÜZLEŞME YAPAMAYIZ’
1960’lardan beri halkın, solun atlattığı badirelerin tanığı olarak sizce AKP’nin, Baykal’ın Erdoğan’la ilişkisinin Türkiye’ye bedeli ne oldu?

Siyasi aktörlerin tarihte belirleyici rolleri olabilir ama esas büyük mesele, Osmanlı’dan beri gelen gericilikle aydınlanmacılık arasındaki mücadeledir. Padişahın kanı dökülmez denir ama gericiler III. Selim’i bıçaklarla delik deşik ettiler. II. Mahmut başını zor kurtardı bunlardan. Sonra ona da “gavur padişah’’ adını taktılar. Kurtuluş Savaşı sonrası Mustafa Kemal için “Br deccal geldi ve ülkeyi elimizden aldı” dedi bunlar. Ardından yeraltına indiler ve yetiştirdikleri binlerce çocuk bugün iktidarda. Ama ifşaatlardan da anladığımız gibi sistem çürüdü artık, dikiş tutmuyor. Tıpkı Marmara Denizi’nde yılların kirliliğinin bugün müsilaj olarak ortaya çıkması gibi bu cerahat da bir şekilde yüzeye çıkacaktı, çıktı. İltihap büyüdü, çıban halini aldı. Bu kadar büyümüş bir çıban en ufak bir olayda patlar ve akmaya başlar. Biz şu an cerahatın akışına tanıklık ediyoruz. Bence esas mesele, bundan sonra ne yapacağımız, Türkiye’yi hangi esaslara göre geleceğe taşıyacağımızdır. Sadece AKP’yi suçlayarak da gerçek bir yüzleşme yapamayız. 1990’lı yılların, faili meçhullerin de hesabını sormalıyız. Uğur Mumcu’ları, Musa Anter’leri kimler öldürdü? İçinde devletin olmadığı hangi suçlar var? Bütün bu hesaplaşmayı sağlayacak, Türkiye’yi ileriye götürecek olanlar da demokrasi güçleridir.

‘O KADAR SİNSİ VE BEL ALTI SALDIRIRLAR Kİ, BENİM GÖZÜM YEMİYOR’
Demokrasi güçlerine CHP’yi de dâhil ediyor musunuz?

CHP içindeki bazı insanları dâhil ediyorum ama tüm parti için bunu söyleyemem. Çünkü görüşleri itibariyle yan yana gelip kahve içemeyeceğimiz insanlar var orada.

2007 yılında Baykal’ın Erdoğan’la yaptığı gizli anlaşmaya dair yazıyı kaleme aldığınızda Baykal cephesinin tepkisi nasıl olmuştu?

Karşıdan bir hamle gelmemişti ama birtakım gazetecilere kurdurup besledikleri sitelerden saldırdılar. Bunu da “Baykal’a niye bunu söyledin?” diyerek değil, akla hayale gelmeyecek iftiralar atarak yaptılar.

Ne tür iftiralar?

Denizli’de sakatlar derneği benden konser istemiş, ben de “Şu kadar milyon vermezseniz gelmem” demişim vs. Bizim gibi insanları çıldırtacak iftiralar bunlar. O kadar sinsi, bel altı saldırırlar ki, benim gözüm yemiyor. O yüzden politikadan nefret eder hâle geldim. Fakat görüşlerimi muhafaza ediyorum. Namuslu yaşayan insanların namuslu olarak ölmek gibi bir borcu var. Ömrün hapisle, sürgünle, sansürle, itilip kakılmayla geçmişse, daha sonra “Aman şu görüşümü saklayayım, değiştireyim, rahat edeyim” diyemezsiniz. Size inanan insanları hayal kırıklığına uğratmaya hakkınız yok. Ağaçlar ayakta ölür. Öldüğünde Nâzım gibi, Yaşar Kemal gibi, Ahmed Arif gibi öleceksin.

RÖPORTAJIN TAMAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ

İşte Livaneli’nin 24 Temmuz 2007’de Vatan’da kaleme aldığı ‘gizli anlaşma’ yazısı:

“Seçimler öncesi CHP’ye zarar vermemek için bildiğim birçok konuyu içime gömerek sustum, bundan sonra da bu parti ve liderine ilişkin hiçbir şey yazmayacağım.

Çünkü bir faydası olacağına inanmıyorum.

Ama bu konudaki son yazımda size bir tanıklığımı aktarmak zorundayım.

Bunu bir borç olarak görüyorum:

***

Deniz Bey lütfen hatırlayın:

19 Aralık 2002 tarihinde karlı bir Ankara gününün akşamında Mehmet Sevigen’in evindeydik.

Ben Cumhurbaşkanı ile görüşmeden geliyordum.

Abdullah Gül Başbakandı, Tayyip Erdoğan’ın ise Meclis’e girme umudu kalmamıştı.

Cumhurbaşkanı Sezer bir gün önce, Tayyip Erdoğan’ın “milletvekili olmadan başbakan olma” önerisini reddetmişti.

Türkiye’nin kaderi o akşam o evde değişti, çünkü siz “Tayyip Erdoğan başbakan olacak!” diye tutturdunuz.

Sizi “Çok tehlikeli bir oyun bu!” diye uyaran parti dışından önemli şahsiyetlere kızdınız, “Hayır!” dediniz “İki ay dayanamaz. Göreceksiniz iki ay dayanamaz.”

Sizin bu iddianıza karşılık ben ne dedim: “Erdoğan herhangi bir kişi değil, bütün tarikatların birleşerek Erbakan’ın yerine seçtiği siyasetçi; arkasında Amerika, Avrupa desteği de var. Program Türkiye’yi ılımlı İslam cumhuriyeti yapma programı. Sizin dediğiniz gibi iki ayda gitmeyecek; tam tersine, bu odada bulunan herkesin siyasi hayatını bitirecek.”

İki ay dayanamaz iddianızı, “görüşleri gereği IMF ile anlaşma yapmaz, ekonomiyi zora sokar ve dayanamazlar.” tezine oturttunuz.

Ama bunların hepsi bahaneydi çünkü siz iki partili rejimin işinize yaradığını anlamış ve seçim sonuçlarına sevinmiştiniz. Çünkü size ana muhalefet partisi lideri olmak ve soldaki rakiplerinizi yok etmek yetiyordu. Bu iş birliğini daha sonra da sürdürdünüz.

O zaman ben sizin Tayyip Erdoğan’la seçim öncesinde Beylerbeyi’nde gizlice buluştuğunuzu ve bir anlaşma yaptığınızı bilmiyordum.

Bu gecenin tanıkları var: Önder Sav, Eşref Erdem, Mehmet Sevigen, Bülent Tanla, Yaşar Nuri Öztürk.

Belki bazıları sizden korkar ve tanıklık etmez ama bir kısmı da bu sözlerin doğru olduğunu açıklar. Yani tanıklar var. Ötekiler de söylemese bile içten içe bunun doğru olduğunu bilir. Siz de bilirsiniz.

Tartışmanın sonunda dediniz ki: “Bu gece birbirimizin fotoğrafını çektik. İki ay sonra çıkarıp bakalım. Ama rotuş yapmadan. Hangimiz haklı çıkmışız?”

Şimdi, 2007 seçimlerinin ardından o fotoğrafı cebinizden çıkarıp bakın Deniz Bey.

Ve düşünün; Meclis grubunda “Erdoğan’ı başbakan yapıyor diyorlar. Evet yapıyorum. Var mı itirazı olan!” diye bas bas bağırmanıza değdi mi?

Erdoğan’la Beylerbeyi’nde gizlice buluşmaya ve size oy veren milyonları hiçe sayarak gizli anlaşmalar yapmanıza değdi mi? (Deniz Bey, biliyorsunuz ki bu gizli buluşmanın da tanığı var.)

Başbakan olmak, elbette Erdoğan’ın demokratik hakkıdır. Ama bunun için olağanüstü çaba harcamak CHP’nin birinci görevi değildir. Üstelik dokunulmazlık kaldırılmadan.

Bir milletvekilinin mazbatasını iptal ettirip, Anayasa’yı değiştirip, grubu baskı altına alıp, Siirt seçimlerini es geçip Erdoğan’ı meclise sokmak ve dokunulmazlık zırhına kavuşturmak için verdiğiniz canhıraş çabanın yüzde birini partiniz için verseydiniz sonuç bambaşka olurdu.

Size o gün söylediğim gibi, Türkiye’nin kaderini değiştirdiniz.

Deniz Bey; sözlerimde en ufak bir çarpıtma varsa çıkıp söyleyin. “Öyle değildi. Böyle konuşmadık.” deyin.

Genel Sekreterinizin ve en yakınlarınızın tanık olduğu bu konuşmayı inkâr edin.

Ya da başınızı önünüze eğin ve tarihin hakkınızda vereceği yargıyı düşünün.

Deniz Bey; çok ağır şeyler yazdığımın farkındayım. O akşamki tartışmaya kadar bir dostluğumuz vardı, bunları yazmak istemezdim.

Ama hem duruma doğru teşhis koyamamanız, hem de aşırı derecede inatçı olma huyunuz yüzünden hepimizi tehlikeye attınız.

Tayyip Erdoğan’ın yüzde 34 oyla meclisin üçte ikisini ele geçirmesinin manivelası oldunuz.

Daha önce Refah Partisi’nin belediyeleri ele geçirmesi de sizin oyları bölmeniz sayesinde gerçekleşmişti..

Tayyip Erdoğan’ların ve yine çok yakın dostunuz olan Melih Gökçek’lerin en büyük şansı sizdiniz.

CHP’nin ise en büyük şanssızlığı oldunuz.

Bu ülkenin sola şiddetle ihtiyaç duyduğu bir dönemde, bütün uyarılarımıza rağmen partiyi sağa çekmekte, Kürtlerden, Alevilerden, solculardan ayırmakta ısrarlı oldunuz.

Erdal İnönü, Hikmet Çetin, Murat Karayalçın, Fikri Sağlar, Ercan Karakaş, Mehmet Moğultay, Seyfi Oktay, Celal Doğan ve daha birçok sosyal demokratla el ele tutuşup halkın karşısına çıkmanız gerekirken; eski MHP’lileri, eski ANAP’lıları, idamla yargılanmış sağcı militanları parti vitrinine çıkarmakta ısrar ettiniz.

Size defalarca “Bir şeyin aslı varken kopyasına kimse bakmaz!” dememize rağmen, sol politikaları değil, MHP çizgisini tercih ettiniz.

Sağcıları ve sekreterinizi Meclis’e sokarken, İsmet Paşa’nın Avrupa Konseyi’nde komisyon başkanı olma başarısını gösteren torunu Gülsün Bilgehan’ı Meclis dışında bıraktınız.

İnanın ki bunları yazarken samimi olarak üzülüyorum. Keşke haklı çıkmasaydım, keşke sizin tahminleriniz doğrulansaydı diyorum ama durum ortada.

Yazık oldu Deniz Bey, hem size, hem partinize, hem de size inanan temiz yürekli sosyal demokratlara.

Artık bundan sonra istifa etseniz de bir etmeseniz de.

Bad-el harab-ül Basra!”