Medya
01 Kas 2011 13:29 Son Güncelleme: 23 Kas 2018 12:57

BU ÜLKEDE TEHDİT ALTINDAKİ İNSANLAR NASIL KORUNUR?

Medyaradar analisti Atilla Akar Müzeyyen Yanık olayı dolayısıyla devletteki “koruma zaafı”nı kendi “kişisel deneyimi”ni aktararak değerlendirdi&...

Bu Ülkede Tehdit Altındaki İnsanlar Nasıl Korunur? Bir Yazarın Kişisel Gözlem ve Deneyimleri)

Aslında bu konuyu unutmuştum. Daha doğrusu ara sıra aklıma geldikçe hatırlıyor ve acı acı gülüyordum. Fakat bir haber vesilesiyle yeniden hatırladım. İkinci evliliğini yaptığı eşi tarafından sürekli şiddet gören, boşanma aşamasında 3 kez savcılığa giderek koruma talebinde bulunan Müzeyyen Yanık, öldürüldükten üç ay sonra hatırlanmış. Evine gelip “Koruma talebi için geldik” diyen polisler, “Müzeyyen üç ay önce kocası tarafından öldürüldü” yanıtı almışlar. Nasıl ama? “Vahim” değil mi? Tam “Aziz Nesinlik” bir vaka doğrusu!


Fakat bu zavallı kadıncağızın başına gelenler beni hiç şaşırtmadı nedense. Çünkü bu haber beni fazla uzun olmayan bir geçmişe götürdü. Benzer bir akıbeti bende yaşayabilirdim. Şaka değil. Neyse ki Allah korudu demek ki! O yüzden bu konularda devletin nasıl “refleks” verdiğini (Vermediğini), bu işin prosedürlerini ve “mantığı”nı (mantıksızlığını) adeta “uzman” derecesinde bilirim! 

BİR KORUNMA(MA) ÖYKÜSÜ!

Şimdi anlatacaklarım doğrudan benim başımdan geçti. Ancak siz lütfen buna sadece “kişisel öyküm” gözüyle bakmayın. Daha ziyade bu konudaki “zihniyet”i anlamak için şahsi bir “deneyim”in aktarılması olarak değerlendirin. O bakımdan devlet belki kendi mantalitesi içinde Müzeyyen Yanık’ı “sıradan” kabul edip yeterince “hassasiyet” göstermemiş olabilir. (Aslında göstermiş ama biraz “geç” göstermiş galiba!) Gene yanlış anlaşılmasın bütün canlar kıymetlidir. Tehdit altındaki herkes korunmalıdır. Anlatmaya çalıştığım sanırım şu; fakat gene aynı devlet “sıradan” kabul etmediği aydınlara, yazarlara, gazetecilere de aynı “reflekssizlik”le hareket etmiştir. Kısaca bu ülkede her ne olursanız olun insan hayatının devlet gözünde “kıymet-i harbiye”si olmadığı yeterince anlaşılmıştır.


Üstelik bu ülke onlarca “aydın/yazar suikastı” sonrası kaosa, kutuplaşmaya sürüklenmiş ve olay bir “Milli güvenlik” sorunu gelmesine rağmen onları korumak için kıllarını dahi kıpırdatmamışlardır. (Zaten olsaydı çoğunun engellenebileceğine inanıyorum.) Dolayısıyla kişisel deneyimim sonrası vardığım netice şudur; Bu ülkede aydın-yazarların, ülkesine bağlı namuslu insanların bir maganda kadar değeri yoktur. Dahası bilinçaltlarında aydınlardan nefret etmektedirler. Fakat iş kendilerine gelince bir “koruma ordusu” ile dolaşmayı çok iyi bilirler.


Zaten kendi korumalarını şemsiye, palto, havlu, ibrik tutturmada, araba kapısı açtırmada, ayakkabı bağlatmada, cami çıkışı ayakkabısı çalınmasın diye nöbette bırakmada kullanan bir “Devletlu” zihniyetin  başka türlü davranabilmesini beklemiyorum!

BİR AYDIN/YAZARA “TERÖRİST” MUAMELESİ!

Neyse, uzatmayayım; 2004 yılında mail yoluyla bir tehdit aldım. Özetle yazılarıma ve kitaplarıma devam edersem öldürüleceğim yazıyordu. Altında da uydurma bir örgüt adı ile uydurma bir isim vardı. Kötü bir şakadan tutun, korkutma amacına, ciddi uyarıya kadar her şey olabilirdi. Fakat ben bahçecilik ya da yemek tarifleri kitapları yazmıyordum. Ciddiye almak zorundaydım. Devletine güvenen her “iyi vatandaş” gibi önce savcılığa başvurdum. O yazışmalarla dolu, aylarca süren “çileli süreç” başladı. Emniyetle, tehdidin atıldığı mailin servis sağlayıcısı şirketle ve Telekom’la yazışmalar oldu. Mailin atıldığı IP adresi belliydi. İsteseler iki tuşla bulabilirlerdi. (Aydınları buluyorlar ya!) Fakat bulamadılar. En son aylar sonra savcıya uğrayıp sorduğumda bana tehdidin atıldığı tarihlerde “Telekom’un kayıtlarında bir arıza olmuş ve bütün mailleşmelerin kayıtlarının silinmiş” olduğunu söylediler. Ne hikmetse!

Bitmedi, hatta yeni başlıyordu!.. Ardından savcılığın tavsiyesiyle valiliğe durumu anlatan bir dilekçe ile gittim ve emniyetten sorumlu vali yardımcısı ile görüşmek istedim. (Ki, bu kişi Hrant Dink’i çağırıp, odasında iki MİT’çi ile “uyardığı” söylenen aynı vali yardımcısıydı.). Sekreter beni bir saate yakın bekletti. İçimden gitmek geldi ama “bakalım ne yapacaklar” diye inadına bekledim. Sonunda emniyetten sorumlu vali yardımcısı benimle doğru düzgün muhatap olmadı bile. Düşünün o sırada 12 kitabı olan bu ülkenin bir yazarıyım. (Şimdi 19) Suikast tehdidi altında olduğunu söyleyen bir yazar geliyor ve emniyetten sorumlu o kişi dinlemiyor bile. İnsan sırf meraktan, “ne oluyor” bir  sorar. Sadece dilekçeye şöyle bir baktı ve altını parafladı gitti. Bende dilekçemi sırf resmiyet kazansın diye evrak kayıta kaydettirip döndüm. Hrant Dink vurulduğunda bu olayı hatırladım ve tehlike “geliyorum” demesine rağmen vurulmasına, korunmamasına hiç şaşırmadım. Hani şimdi hep “ihmaller zinciri”nden söz ediliyor ya… Ve tabii kendi halime şükrettim! 

Bitti mi? Hayır! Artık bu işi “hobi” edinmiştim. Bu kez bir gazeteci dostumun referansı ile emniyet istihbaratı ve terörle mücadeleden yetkililerle görüştüm. –dikkatinizi çekerim gene kimse “ne oluyor” diye sormuyor, ben gidiyorum- En azından dinlediler, bir, iki not alıp, çay, kahve ikram ettiler o kadar. Buna da şükür!

BIRAKIN KORUMAYI KENDİMİ KORUMAMA BİLE İMKÂN TANIMADILAR!

Ardından “bu devlet beni korumayacak bari ben kendimi koruyayım” diye düşündüm. Silah ruhsatı almak için bir sürü evrak toplayarak ve tıbbi muayeneden geçerek yeniden emniyette ilgili birime başvurdum. Sonucu beklemeye başladım. Günler geçti cevap yok, haftalar geçti cevap yok, aylar geçti cevap yok. Ruhsatları vali onaylıyor. Özel kalemini arıyorum. “Sayın valim bugün imzalayacak, yarın imzalayacak” diye beni oyaladılar. Sonuçta bir yıl geçti. Ben o süre zarfında bin kere vurulabilirdim. Doğrusu o dönemki vali ve sonradan “Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarı” olan yeni milletvekilimiz Sayın Muammer Güler şahsımla ilgili “çok hassas” davranmıştı! ( Sonra bir gün vali Güler’in Star Gazete’den Selin Ongun’a verdiği 26.03.2007 tarihli bir röportaja rastladım. Orada “Çok silahım var. Değişik marka ve cinste yedi sekiz silahım var. Ama tabii şu anda silah taşımıyorum. Etrafımda korumalarım var…Bu biraz da merak meselesi. Benim de silah merakım vardır. Beğendiğim silah olursa alırım.” diye övünüyor ve kendi oğluna da “hediye” ettiğinden söz ediyordu. Ne diyeyim Allah silahlarını daha da arttırsın!) Kendisini tebrik ederim!

Bitmedi. Hatta “macera” daha yeni başlıyordu bile…Tekrar valiliğe gittim. Sonucu öğrenmek için 4982 sayılı “Bilgi edinme yasası” gereğince resmi dilekçe hakkımı kullanmak istedim. Onu bile kullandırtmadılar. Valiliğe soruyorum “emniyete sor” diyorlar, emniyete soruyorum “valiliğe sor” diyorlar. Koskoca devlette bana “resmen” cevap verecek bir makam nedense çıkmadı. Bu arada oradaki sıradan memureler bana “siyasi görüşümü”, “devlete yakın mı uzak mı” yazıp yazmadığımı bile sordular. Herhalde görüşüme göre vereceklerdi! Artık iş bir tür “sinir harbi”ne binmişti!

Üstelik gerçekte ben zaten koruma istemiyordum. Benim yüzümden niye başka birinin hayatı riske girsindi? Ancak verselerdi o sıra reddetmezdim. Ben “bana silah taşıma ruhsatı verin ben kendimi korurum” diyordum. Koruyamazsam bile nasıl olsa hiçbirimiz kazık çakmıyorduk bu dünyada. “İki tane de ben onlara sıkabilirsem ne mutlu” diye düşünüyordum. (Sırf bir hınç ve korunma içgüdüsü benimkisi, yoksa silah aşıklısı değilim.) Sonunda nedenini “gayri resmi” olarak emniyetten öğrendim. Meğer 12 Eylül öncesi, henüz 18 yaşında, yani 26 yıl önce iken, bir korsan gösteriye katılmıştım.  Bu gösteriden dolayı ceza almıştım. Hapis yatıp çıkmışım. (Ceza 6 ay olursa veriliyor ama 1 gün fazla ise verilmiyor bu arada. Benimkisi 8 aydı!) Devlet, beni unutmamış. Hakkımdaki dosyayı itina ile saklamışlardı! Sonuçta bir sürü kitabı olan bir aydına 26 yıl sonra “terörist” muamelesi ettiler. Çok ağrıma gitti. Bu ülkede magandalara, psikopatlara, çete reislerine ruhsatları sebil gibi dağıttılar ama bir düzine kitabı olan bir aydından esirgediler. (Yarın öbür gün PKK’lılar bile ruhsat alırlarsa hiç şaşırmam!) Ne bileyim herhalde o ruhsatı alırsam valiliği filan basacağımı mı düşündüler nedir? Hem zaten bütün teröristler ruhsatlı silah kullanırdı değil mi?

8 AY SONRA GELEN KORUMA(MA) CEVABI!

Bitiyor, az sabredin…Ardından valiliğin  bu “ilgisiz” tavrını, başbakanlığa, içişleri bakanlığına ve Cumhurbaşkanlığı’na şikâyet ettim. Cumhurbaşkanlığı dışında ilgilenen olmadı. Onlarda sanırım İstanbul emniyetine bir yazı yazıp koruma tahsisi önermişler. Birkaç kere beni koruma şube müdürlüğünden aradılar. Aylarca valilik onayı bekledi. Sonuçta 8 ay sonra bir cevap verildi o da “ret”di. (Verilen resmi cevapta gene Hrant Dink olayındaki vali yardımcısının imzası vardı.) Ben o süre zarfında 80 kere vurulurdum. Beni korunmaya değer bulmadılar herhalde! Veya yasaya göre, kâğıt üzerinde belki “haklı”ydılar. Ancak birileri çıkıp bana insan hayatından daha önemli bir “yasa” göstersinlerdi? Gösteremezler…

Kısaca tehdit aldığım için adeta bir anda “suçlu” veya “terörist” konumuna düşmüştüm. Bana o maili atanları, tehdit edenleri bulmayan/bulamayan devlet bana 26 yıl önce yaptığım/yapmadığım her şeyin hesabını soruyordu. (12 Eylül’le hesaplaştığını söyleyenlerin, 12 Eylül’ü unutturmak isteyenlerin kulakları çınlasın!) Üzerinden 26 yıl geçmiş (Şu an 33) bir olaya dayanarak beni korumayan ve alay edercesine 8 ay sonra cevap veren devleti ben neyleyim? Ya da -velev ki- o sıralar kendimi korumak için “ruhsatsız” olarak üzerimde taşısaydım ve bir aramada yakalatsaydım nelerle karşılaşırdım kim bilir?

Şu an o tehlike neyse ki geçti. Ama ya tehdit gerçekleşip vurulsaydım? Daha da komiği vurulduktan aylar sonra tıpkı Müzeyyen Yanık olayındaki gibi kapıma polisler beni “korumak” için gelselerdi? Ne komik olurdu değil mi? Buna da şükür!..
Öyle bir ihtimale karşı o sıralar aileme “vasiyet” ettiğim küfürlü cevabı isterseniz buraya hiç yazmayayım!... 

Not: Merak edenler için söyleyeyim. Aradan 7 yıl kadar zaman geçti. Halen ruhsat talebime “resmi bir cevap” alabilmiş değilim. Sanırım o zaman dava açabileceğim için resmi cevap vermediler. “Devletin sürekliliği” adına o cevabı gerekçeli olarak halen bekliyorum!..

Atilla AKAR
atillaakar@gmail.com