Medya
20 Tem 2013 13:33 Son Güncelleme: 23 Kas 2018 15:17

YAVUZ BAYDAR NYT İÇİN YAZDI; TÜRKİYE'DE MEDYA PATRONLARI DEMOKRASİNİN ALTINI OYUYORLAR!

Gazeteci Yavuz Baydar, Türkiye medyasının mevcut durumuna ilişkin öneri ve değerlendirmelerini içeren bir yazı kaleme aldı.

Türkiye’de ana-akım medyanın sahipleri, temel sektörlerde de yatırımları olan büyük patronlar. Sadece büyük televizyon ve gazetelerin kar yapabildiği bu ortamda, patronlar bu işletmeleri hükümetler için yem olarak tutuyorlar’

Sabah Gazetesi okur temsilcisi Yavuz Baydar’ın yazısı New York Times’da yayımlandı.

YAVUZ BAYDAR’A 1 AYDIR YAZDIRILMIYOR 

Sabah’taki “Gerçeklerle yüzleşmeliyiz” başlıklı son yazısında Baydar, gazetenin polis müdahalesiyle boşaltılan Gezi Parkı’na ilişkin olarak attığı “Günaydın Gezi” manşetine dair eleştirel bazı okur mektupları yayımlamış ve “Hayal, öfke veya karamsarlık tacirliği manşetlere yansırsa, algısı gazeteye zarar verir” demişti. Baydar’ın 24 Haziran’dan bu yana yazıları yayınlanmazken Sabah Genel Yayın Yönetmeni Erdal Şafak, köşesinde “Gezi Parkı olaylarında bazı çevrelerin baskılarından etkilenen bazı yazarlarımız ‘Liberter’ bir havaya girdi” demişti. Şafak’ın köşesinde yer verdiği bir Sabah okuru, mektubunda Baydar’ın son yazısına gönderme yaparak “’Günaydın Gezi’ ve benzeri başlıkları eleştirenlerin gerçek bilgilerini alın, bakın bakalım Sabah okuru muymuş” demiş ve Yavuz Baydar’a seslenerek, “Bu oyunun oyuncusu olmayın, Sabah okuru olmayanları Sabah okuru ve çoğunluk gibi sunmayın” ifadesini kullanmıştı.

MEDYA PATRONLARI DEMOKRASİNİN ALTINI OYUYORLAR

Yavuz Baydar’ın New York Times’ın "yorum" bölümünde yayımlanan, "Türkiye’de medya patronları demokrasinin altını oyuyorlar" başlıklı yazısı şöyle:

Geçtigimiz ay boyunca İstanbul’u ve diğer kentleri sarsan eylemler, bir dizi gelişmenin yanı sıra, Türkiye’deki büyük medya holdinglerinin basın özgürlüğünü ayaklar altına almadaki utanç verici rollerini gözler önüne serdi.

Sosyal huzursuzluk 31 Mayıs günü biber gazına eli fazlasıyla kolay giden polisler ile genç eylemciler arasındaki çatışmaların kent merkezine yayılmasıyla birlikte zirveye çıkarken, bu olayların görünürde pek profesyonel olan özel haber kanallarında düşük düzeyde bile haber yapılmaması, Taksim meydanı civarındaki varlıklı semt sakinlerini gerçeklerle yüz yüze getirdi. Gerçekleri pencerelerinden görebiliyor, duyabiliyor ve koklayabiliyorlardı, ve hızla kendi televizyon kanallarının nasıl onlardan gerçekleri sakladığını, yalan söylediğini anladılar.

Şehir merkezi bir muharebe alanına dönmüşken, 24 saat yayın yapan haber kanalları penguen belgeselleri yayınlamayı ya da tartışma programlarına devam etmeyi tercih ettiler. Gezi Parkına sadece 200 metre uzakta olan HaberTurk kanalında üç tıp uzmanı, Türkiye’de şizofreni konusunu tartıştı — Turkiye’de gazeteciliğin durumuna çok da uygun bir metafor.

'Terör haberlerinin nasıl işlenmesi gerektiği' konulu toplantı

Aslında bunlar yeni değil. Yıllardır bütün ciddi konularda, ve bilhassa Kürt sorununda, gerçekleri örtbas etmek ve haber karartmak büyük haber kuruluşlarının siyaseten işine geliyor. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile büyük medya sahiplerinin katılımıyla Ekim 2011’de yapılan “terör haberlerinin nasıl işlenmesi gerektiği” konulu toplantıdan sonra sindirilen “ana-akım” televizyon kanalları habercilikte aşırı ihtiyatlı davranmaya başladı. İki ay sonra, Irak sınırı yakınlarındaki Uludere köyünde 34 Kürt köylü Türk savaş uçakları tarafından bombalanarak öldürüldüğünde, bu kanallar haberi çok etkin bir şekilde sansürlemişti.

Medyanın haber filtreleme-ayıklama musibeti Türkiye ötesinde de büyük bir sorun

Dünyanın birçok yerinde, ve özellikle Arjantin, Venezuela, Brezilya, Filipinler, Güney Afrika, Macaristan ve Arnavutluk gibi genç ya da çalkantılı demokrasilerde, medyanın bağımsız olmayışı önemli hasarlara yol açıyor. Kendi başka ticari çıkarlarını korumak için hükümetlere yaltaklanırken gazetecileri sansürleyen veya korkutan medya patronları, demokratik siyasi kültürün yerleşmesi ve kök salması için hayati olan medya özgürlüğünü ve bağımsızlığını baltalıyorlar.

Hükümetler ve medya şirketleri arasındaki kirli ittifaklar, kapalı kapılar ardında gizli kapaklı el sıkışmalar gazetecilerin kamusal bekçilik rollerine zarar veriyor, onların yandaşlığa dayalı ilişkileri ve iktidarın kötüye kullanılmasını sorgulamalarını engelliyor. Ve bu yozlaşmış ilişkilerin devamından çıkarı olanlar aynı zamanda ciddi ve sorgulayıcı araştırmacı gazeteciliğin yapılmasını engellemek için de sistematik olarak uğraşıyorlar.

Aslında mesele çok basit; parayi takip etmek yeterli

Türkiye’de ana-akım medyanın sahipleri, telekomünikasyon, banka ve inşaat gibi ekonominin diger temel sektörlerinde de yatırımları olan büyük patronlar. Sadece birkaç büyük televizyon kanalı ve gazetenin kar yapabildiği bu ortamda, patronlar bu işletmeleri, siyasetçilerin iradesine tabi medya yöneticilerine ihtiyacı olan hükümetler için yem olarak tutuyorlar.

Büyük medya patronları kamu ihaleleri üzerinden lütuflandırıldılar


Bu durum havuç ve sopa politikaları için verimli bir zemin oluşturuyor. İşletme sahipleri ne kadar laf dinlerlerse, hırsları da o kadar doyuruluyor. Türkiye’deki büyük medya patronlarının bazıları, İstanbul’da büyük kentsel dönüşüm projeleri de dahil olmak üzere, kamu ihaleleri üzerinden kapsamlı bir şekilde lütuflandırıldılar.

Bu kadar kirlenmiş bir sistemde ciddi gazetecilik yapmak mümkün değil. Bu çıkar çatışmaları Türkiye’deki büyük haber kuruluşlarının yazı işlerini birer tür “açık hava cezaevine” çevirdi: bugün Türkiye’de ekonomik yolsuzluklarla ilgili neredeyse hiçbir haber yapılamıyor. Hükümeti eleştiren haber yapan birkaç küçük, cesur, bağımsız yayın organı var ama bu haberler ana-akım medya tarafından neredeyse hiçbir zaman görülmüyor, yayınlanmıyor ve dolayısıyla etkili olamıyor.

 Dünya, hemen hemen hepsi Kürt olan, Türkiye’deki cezaevindeki gazeteciler konusuna odaklanmışken, bizim mesleğimiz bilerek yazı işlerininin bağımsızlığını yokeden, kuşkularını veya eleştirilerini dile getiren gazetecileri işten atan, araştırmacı gazeteciliği engelleyen medya sahipleri tarafınan öldürülmekte.

Bazen doğrudan hükümet müdahelesiyle, bazen otosansürle

Türkiye’nin hızla büyüyen ekonomisi öyle bir açgözlülüğe yol açtı ki, medya sahipleri kamu yararı esasına dayalı görevlerini yerine getirmeye çalışan profesyonel gazetecilerin editoryal muhakemelerine düzenli bir şekilde karşı çıkıyorlar. Haber ve yorumların içeriği medya dışında ticari çıkarları olan ve hükümete boyun eğmiş medya patronları tarafından katı bir şekilde kontrol ediliyor. Bazen doğrudan hükümet müdahelesiyle, ama çoğunlukla buna gerek bile duyulmaksızın, günlük olarak oto-sansür uygulanıyor ve temel gazetecilik ahlakını savunan meslektaşlar susturuluyor. Sendikaların neredeyse hiç olmadığı bu yayın organlarında iş güvenliği yok denecek kadar az.

Bir zamanlar iyi gazeteciğin önde gelen örneklerinden sayılan Milliyet gazetesi 2012 yılında, diğer girişimleri arasında aynı zamanda LPG sektöründe de çalışan Demirören ailesi tarafından satın alınmıştı. Şubat 2013’te Milliyet bazı Kürt politikacıları ile hapisteki PKK lideri Abdullah Öcalan ile arasındaki görüşmelerin tutanaklarını yayınladı. İki gün sonra, Milliyet’in kıdemli köşe yazarı Hasan Cemal bu tutanakların yayınlanmasını savundu ve “gazete yapmak ayrıdır, devlet yönetmek ayrıdır. İkisi birbirine karıştırılmasın. Kimse de kimsenin işine karışmasın” diye yazdı. Bu “flaş” haber ve Cemal’in köşe yazısı Başbakan Erdoğan’ı çok kızdırdı ve Başbakan hem özel olarak gazeteyi hem de genel olarak gazeteciliği kınadı. Bunun üzerine Hasan Cemal iki hafta zorunlu izne çıkarıldı. Hasan Cemal’in geri döndüğünde yazdığı basın özgürlüğü ve bağımsızlığı hakkındaki yeni makale gazete sahibi tarafından reddedildi ve Hasan Cemal istifa etti.

Kötü haberciliği yüzünden eylemciler tarafından hedeflenen NTV haber kanalının aylık tarih dergisi “NTV Tarih” Temmuz sayısının kapak konusunu Gezi Parkı‘nın tarihine ayırmıştı. Şirketin yönetimi derginin içeriğini basılmadan bir gün önce görmeyi talep etti. Yönetim sadece o sayıyı iptal etmekle yetinmedi, dergiyi yayından tamamen kaldırdı. NTV Tarih’in aylık 35,000 tirajı vardı ve Türkiye’nin ticari olarak en başaralı dergilerinden biriydi. NTV kanalının sahibi olan Doğuş grubu tam da çok yakın zamanda İstanbul’un merkezindeki eski bir limanı modern bir turizm, alışveriş ve emlak merkezine çevirecek 700 milyon dolarlık büyük Galataport ihalesini kazanmıştı.

Habertürk televizyonu gibi medya kanallarına sahip olan Ciner grubu geçtiğimiz yıllarda enerji ve elektrik dağıtımı ile ilgili ihaleler aldı. O zamandan beri Ciner grubunun giderek artan hükümet yanlısı habercilik politikası gözle görünür halde.

Şaşırtıcı olmayan bir şekilde merkezi Gezi Parkının hemen yakınlarında olan Habertürk kanalı, polis müdahelesinin en yoğun olduğu günlerde Başbakan Erdoğan ile dalkavukça bir röportaj yayınlamasına kızan eylemcilerin hedefi haline geldi.

Devlet yayın kuruluşları özerk veya bağımsız kamu hizmeti sunmalı

Türk medyasının hastalıklı düzeydeki bozukluğu aslında daha geniş bir olgunun tekil bir örneği. Avrupa’nın çeşitli yerlerinden bağımsız medya uzmanları ve gazeteciler tarafından Avrupa Birliği için hazırlanan kapsamlı bir rapor benzer sorunların Doğu Avrupa’da da yaygın olduğunu vurguluyor

Bu rapora göre “birçok medya sahibi ve önde gelen gazetecininin yerleşik siyasi ve iktisadi çıkarları var, ve onlar konumlarını siyasi rakiplerine karşı acımasız ‘medya savaşları’ açmak için kullanıyorlar.”

Bu itaatkar medya tarafından demokrasiye verilen zararın önüne geçmenin yolu, seçmenler tarafından yetkilendirilmiş hükümetlerin, devlet yayın kuruluşlarını özerk veya bağımsız kamu hizmeti sunar hale dönüştürmesi ve özel mülkiyetteki medyanın da adil rekabet ve çeşitliliğe sahip olmalarını sağlayacak yasal zeminin hazırlanmasıyla olur. Bunun İngiltere, Almanya, İsviçre, Kanada ve Avustralya gibi bazı örnekleri mevcut — bunlar hukuki çerçevede kurulmuş ve ticari çıkarlardan bağımsız olarak halkın haber alma hakkını garanti altına alıyorlar. Kuruluş yapıları olarak da kendi toplumlarındaki çeşitli sektörleri temsil ediyorlar ve partizan bürokratlar yerine bağımsız profesyoneller tarafından yönetiliyorlar.

Ticari kaygılardan ve iktidarın etkisinden uzak, iyi gazetecilik için önemli bir odak noktası olarak çalışan özerk bir kamu kanalı hem Türkiye’de, hem de Güney Afrika ve Filipinler gibi bir çok genç demokraside, kamusal tartışmaların içeriğinin gelişmesini sağlayacaktır.

Demokrasiye geçişlerde çoğulculuk ve çeşitlilik sadece hükümet yanlısı medya ile partizan muhalefet yayınları arasında bir rekabet alanına sıkışırsa, bu pek anlamlı olmaz. Medya sektöründeki özel mülkiyet inandırıcılığı yüksek, bağımsız, canlı ve yüksek kaliteli bir “Dördüncü Kuvvet”in varolmasına izin verecek bir şekilde yapılandırılmalı.

Türkiye’deki medya kuruluşlarının Gezi Parkı eylemlerini haber yapma konusundaki olağanüstü başarısızlıklarının ve Antarktika’da buzlar üzerinde yuvarlanan penguenlerin yerine İstanbul sokaklarında yürüyen Türklerin haberini yapan uluslararası medya kuruluşlarına karşı saldırgan çıkışlarının altında yatan en önemli dersin özü tam da bu.

Medya sermayedarları kendi hükümetleri ile ne kadar çok karanlık ilişkilerin içine girerlerse, açgözlülükleri meslek ahlakına dayalı gazeteciliği o kadar engelliyor ve onların hükümetten hesap sorma kapasitelerini yokediyor.

Yozlaşmış bir medya, yolsuzlukları inandırıcı bir şekilde asla ortaya çıkaramaz