Gündem
24 Ara 2011 15:08 Son Güncelleme: 23 Kas 2018 13:09

YAŞAR KEMAL'E FAHRİ DOKTORA!

Yaşar Kemal'in fahri doktorası, dün Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'nde düzenlenen bir törenle verildi.

Yaşar Kemal’in fahri doktorası, dün Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde düzenlenen bir törenle verildi. Yazarın dostlarının, MSGSÜ öğretim üyelerinin ve öğrencilerin doldurduğu salonda ilk sözü rektör Prof. Yalçın Karayağız aldı. Karayağız, “Yaşar Kemal’in ilk profesyonel uğraşı tabelacılıktır. Manzara resimleri de yapmış, okulumuzda misafir öğrenci olmuştur. Onu özgün kılan yanlarından biri de güzel sanatlarla ilişkisidir” dedi. Ardından Doğan Hızlan, Tarık Günersel, Zeki Coşkun Yaşar Kemal’i anlattılar. Yaşar Kemal de anılarla süslediği samimi bir konuşma yaptı ve Gürer Aykal yönetimindeki MSGSÜ Orkestrası’nın konseriyle tören sona erdi.

İşte Yaşar Kemal’in Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’ndeki fahri doktora töreni için hazırladığı konuşmanın tam metni:

Mimar Sinan Üniversitesinin bana fahri doktora vermesinden dolayı mutluyum. Teşekkür ederim.Benim buralara ilk gelişim 1946 yılında idi. Genç bir havagazı memuru olarak öğleye kadar çalışıyordum. Öğleden sonra da heykel atölyesinde toprak yoğuruyordum. O sıralar İlhan Koman’la birlikte Tarlabaşı’nda bir evde oturuyorduk. Pek iyi bir heykel üretemedim ama çok güzel dostluklarım oldu. Bugün beni 20 yaşlarıma götürüyor ödülünüz. Bu da ayrı bir mutluluk.Biz sanatın gücüne ve sanatçının sorumluluğuna inanan bir kuşaktık. Sa­nat­çı gü­zel ya­pıt­lar­la dün­ya­mı­zı zen­gin­leş­tir­ecek diyorduk. İn­san kül­tü­rü­ne bir şey­ler kat­acak. Kö­tü­lük­ler­le en ön­de, kel­le­si­ni ko­ya­rak dö­vü­şe­cek.Bi­z ede­bi­ya­tı­mızda inat­la ya­şa­ma sa­rı­ldık. İnatla bu topraklarda yaşanan acıların, duyulan özlemlerin sesi olmaya uğraştık. İnat­la ken­di­mize dö­nü­şü gerçek­leş­tir­me­ye çalıştık. Bunun için de çoğumuz bedel ödedik.Zilli kurt diye çok anlattığım, yazdığım bir gerçek vardır. Do­ğu Ana­do­lu­da kurt­lar bir be­la­dır. Bir kurt bir ko­yun veya keçi sü­rü­sü­ne da­lar, bü­tün sü­rü­yü par­ça­lar. Kurt dal­mış sü­rü­den ar­tık ha­yır yok­tur. Ve ko­yun­dan, keçiden baş­ka geçi­mi ol­ma­yan Do­ğu Ana­do­lu hal­kı, sü­rü­sü­ne kurt gir­miş­se çö­ker, bi­ter, aç­lık­la kar­şı kar­şı­ya ka­lır. Bu du­rum­da köy­lü, kurt­tan öcü­nü al­mak is­ter. At­lanırlar, kö­pek­le­ri­ni, ip­le­ri­ni alır­lar. Kurt avı­na çı­kar­lar. Kurt­la­rı di­ri ya­ka­la­mak­tır en bü­yük amaç­la­rı. Usu­lü­nü bi­lir­ler, kurt­la­rı di­ri yakalarlar. Kin bağ­la­dık­la­rı, öç al­mak is­te­dik­le­ri kur­da bir fis­ke bi­le vur­maz­lar. Kur­du hiç in­cit­mez­ler. Yal­nız sağ­lam bir tel­le ya da ki­riş­le kur­dun bo­ğa­zı­na bir zil ta­kar­lar ve kur­du sa­lı­ve­rir­ler. Bo­ğa­zı zil­li kurt, hiç­bir can­lı­ya yak­la­şa­maz. Bo­ğa­zın­da zil, boz­kır­lar bo­yun­ca, dağ­lar bo­yun­ca ko­şar du­rur ve bir gün aç­lık­tan ölür. Bu, in­san ak­lı­na ge­len iş­ken­ce­le­rin, zu­lüm­le­rin en kor­kunç­la­rın­dan bi­ri­dir.Türkiye’de pek çok yazar bu bedeli zilli kurt olarak ödemiştir.1951 yılında Arif Dino beni Cumhuriyet gazetesine götürdü. Nadir Nadi beni önce Diyarbakır’a gönderdi. Sonra Van, Antep, 11 yıl karış karış bütün Anadolu’yu dolaşarak röportaj yaptım.

Adana’da iki sürgün bana çok yardım etti; Arif Dino ve Abidin Dino. Pertev Naili Boratav’la da dostluğum vardı, Ahmet Kutsi Tecer’le de, Behçet Kemal’le de. Nurullah Ataç Adana’ya geldiği zaman tanıştım onunla, büyük bir dostluğum oldu. Sabahattin Eyüboğlu’yla dostluğum, arkadaşlığım oldu. Böyle bir grup içinde yola çıktım ben.Bir sanatçı gökten düşmez. Bir birikim meselesidir bu.Önümüzde Halide Edip, Ya­kup Kad­ri­, Sa­ba­hat­tin Ali­ vardı. Son­ra bi­zim ku­şa­ğı­mız gel­di...Sa­it Fa­ik Ana­do­lu asıl­lı, İs­tan­bul­da ya­şa­yan bir ki­şiy­di. İs­tan­bul­da­ki ha­ya­tı­nın kü­çük ay­rın­tı­la­rı­nı des­tan­laş­tır­dı. Or­han Ke­mal’le beraber geldik Adanadan. O, köy­ler­den şe­hir­le­re akı­nı, yer­leş­me­yi ve mev­sim iş­çi­le­ri­nin gur­bet ha­ya­tı­nı yaz­dı. Her­kes ya­şa­mı­nı ya­zı­yor­du.Köy Ens­ti­tü­sü çı­kış­lı ya­zar­lar gel­di­ler, bir Fa­kir Bay­kurt, bir Ta­lip Apay­dın gel­di. Bir de ya­şa­mı­nı ya­zan Ha­li­kar­nas Ba­lık­çı­sı var. Ana­do­lu Ede­bi­ya­tı ge­le­ne­ği­ne son­ra­dan ka­tıl­mış, bu ge­le­ne­ği en iyi tem­sil eden bü­yük bir ro­man­cı­dır.‘İlyada’yı Azra Erhat’ın ve A. Kadir’in güzel çevirilerinden okumuştuk. En bü­yük Türk şa­iri Nâ­zım Hik­met’in ‘Mem­le­ke­tim­den İn­san Man­za­ra­la­rı’ ad­lı büyük des­ta­nı ‘İl­ya­da’dan son­ra ya­zıl­mış bel­ki en bü­yük Ana­do­lu des­ta­nı­dır. Bu­gün­kü Türk Ede­bi­ya­tı­nın ikin­ci bir kö­kü var. Bu ede­bi­yat bir yandan da Yu­nus Em­re’­den, Kö­roğ­lu’ndan, Pir Sul­tan Ab­dal’dan, Da­da­loğ­lu’ndan, Karacaoğlan’dan, Âşık Veysel’den ge­lir.Bizim kuşak Batı taklitçiliğini bu toprakların yaratıcılığına en büyük engel gördü.Ben halk di­li­nin zen­gin­li­ğin­den, söz­lü ede­bi­ya­tı­mız­dan çok ya­rar­lan­dım. Öz kay­na­ğım­dır hal­kın ürün­le­ri. Bü­tün sa­nat­la­rın kö­kün­de hal­kın ya­ra­tı­la­rı, yara­tı ge­le­nek­le­ri var­dır. Bü­yük mü­zik­çi­le­ri alın, te­ma­la­rı­nı bi­raz­cık de­şin, al­tın­dan hal­kın on bin­ler­ce yıl bo­yun­ca oluş­tur­du­ğu me­lo­di­ler çı­kar.Halkların öz kül­tür­leri, tü­ke­ti­ci kül­tü­rü­nün –bu­na kül­tür de­nir­se– ku­şat­ma­sın­da sı­kış­tı. Ya­vaş ya­vaş ki­şi­lik­le­ri­ni yi­ti­ri­yor­lar. İnsanlık elbette buna dur diyecek. Sanatçılar da bin çi­çek­li dün­ya kül­tü­rün­den her çi­çe­ğin üstüne titreyecekler. Dün­ya bu bi­lin­ce doğ­ru gi­di­yor.Yal­nız burada baş­ka bir teh­li­ke bi­zi bek­li­yor: Hal­kın yüz­ler­ce, bin­ler­ce yıl ya­rat­tı­ğı ürün­le­re öy­kün­mek... Öy­kün­me baş­ka, özüm­se­me baş­ka. Halk ürünleri­ne öy­kün­mek de­ğil, özüm­se­mek... Ba­tı, Do­ğu kül­tür­le­ri­ne öy­kün­mek de­ğil, özüm­se­mek. Do­ğa­ya öy­kün­mek de­ğil, özüm­se­mek... Böy­le­ce zen­gin­le­şe­rek, özümse­ye­rek ya­ra­tı­cı­lı­ğa ka­vuş­mak. Dün­ya­yı, in­sa­nı ya­şa­ya­rak de­rin­le­me­si­ne öğ­ren­mek, ya­şa­ya­rak ya­rat­mak ve dün­ya­nın ya­şa­mı­na so­nu­na ka­dar ka­tıl­mak...Ça­ğı­mı­zın bü­yük şa­iri Nâ­zım Hik­met son şi­ir­le­rin­den bi­rin­de “Şa­ir­lik kan­lı ze­na­at”, di­yor­du. Ve biz­de sanat kan­lı bir ze­na­at ol­ma na­mu­su­nu sür­dü­rü­yor.17. yüz­yıl­da bir şi­iriy­le bin­ler­ce ki­şi­yi ayaklandıran Pir Sul­tan Ab­dal da ima­nı­nı şöy­le be­lir­ti­yor­du:
Ye­men­den öte bir yer­de,Dül­dül hâ­lâ sa­vaş­ta­dır.