Röportaj
02 Eki 2016 14:50 Son Güncelleme: 23 Kas 2018 21:34

Veyis Ateş Habertürk TV'nin yeni yayın dönemini anlattı: "Hep muhabir kalmak isterim"

Habertürk TV Genel Müdürü Veyis Ateş, yeni yayın dönemini, mesleğe başlama hikâyesini ve ilkelerini anlattı.

Habertürk TV Ankara Temsilciliği'nin ardından Habertürk TV Genel Müdürü olan Veyis Ateş, yeni yayın dönemini ve gazetecilik serüvenini anlattı.

Habertürk gazetesinden Gizem Sevinç Selvi'ye konuşan Veyis Ateş " Hep muhabir kalmak isterim" dedi.
İşte o röportaj:

■ Bir süredir Habertürk TV'nin genel müdürüsünüz; Ankara temsilciliğinden sonra nasıl bir görev?
Değişik bir iş; kreatif... Her işin kendine göre bir yoğunluğu var ama televizyonculuk doğası gereği stresten besleniyor. Stresten beslenmenin de getirdiği belli bir yorgunluk var tabii. Ama zaten ekrana en iddialı işleri, ilk yeniliği, ilk son dakikayı koyduğunuz zaman bütün stresiniz, yorgunluğunuz su gibi akıp gidiyor.

■ Sizin döneminizde 8 ayda Habertürk'te neler değişti?
Değişim uzun soluklu bir iş. Hem bu kurumda epey bir geçmişim var hem de Ankara'da yaşadığım dönemde "devlet" denen mekanizmayı yakından tanıdım. Sonuçta gördüğümüzü, anladığımızı, kısacası haberi seyirciye en iyi grafikle, en iyi içerikle ve en anlaşılır dille vermek gibi bir iddiamız var. Ciner Medya Yönetimi bize böyle bir yol açtı. Değişimin radikal olanını hiçbir zaman sevmedim, çünkü özellikle televizyonda şöyle bir durum var: Aynı renk, aynı logo ve aynı temayla yıllarca seyirciyle temas kurmuşsanız, radikal bir değişiklik yaptığınızda, seyirciyle temas kopuyor. İletişimin en hızlı unsuru olan televizyonda değişiklikleri çok dikkatli yapmak gerekiyor.

‘İLKELERİMİZ VAR; SORUMLUYUZ, DUYARLIYIZ, YERLİYİZ’
■ Yeni dönemde mottonuz ne?

Habertürk TV’de siyaset mutlaka var ama dışarıda akıp giden hayata dair insan hikâyeleri de olmalı; mottomuz bu. Hatırlarsınız; geçtiğimiz günlerde bir metrobüs şoförüne saldırıldı ve 11 vatandaşımız yaralandı. Biz, bir metrobüs şoförünün hayatının neresindeyiz sizce? Yüzüne bile bakmadan, Akbil’i basıp geçiyoruz ama onun da bir hayatı, hikâyesi var, bunu öğrenmek bizim için önemli. Aynı şekilde simitçi de... “Emeğin Öyküsü” programını bunun için yapıyoruz.
Anlayacağınız, öncelikli parametremiz insan. İkincisi, işimizi uluslararası standartlarda yapmak istiyoruz. Habertürk TV bu iki parametrenin arasındaki uyumdan doğuyor. İlkelerimiz var; sorumluyuz, duyarlıyız, yerliyiz...

■ İçinizde hâlâ bir muhabir var mı, sahada olmayı seviyor musunuz?
Hep. En son Ankara temsilcisiyken sahadaydım ve bunu sürdüreceğim. Hayattan kopup kendi içimize kapanırsak ilgimiz ve duyarlılığımız da tükenir, haberciliğimiz de. O yüzden hep muhabir kalmak isterim.

‘ANKARA GAZETECİLİĞİ KENDİNE HAS’
■ İki tarafı da gördüğünüz için soruyorum, Ankara ve İstanbul gazeteciliği arasındaki en temel farklar neler?

Çok temel farklar var. İmkânım olsa Ankara gazetecilerini birkaç ay İstanbul’da, İstanbul gazetecilerini de Ankara’da tutmak isterim. İki taraf da diğerinin işini daha kolay görüyor. Oysa Ankara gazeteciliğinin kendine has kriterleri var; onların herhangi birinde eksikseniz, toparlamanız güç olur.

■ Haber kanalları sosyal medyada zaman zaman çok eleştiriliyor, size de oluyordur...
Kolay bir iş değil yaptığımız; sokağı, havayı, siyaseti koklamayı gerektiriyor. Yayına birini davet etmek veya bir siyasetçinin konuşmasından bölüm aktarmak, gazeteye manşet çıkarmak gibi. Sosyal medyadaki eleştirilerin bana verdiği his şu, “Allah Allah, ben bunu demek istememiştim ki” diyorum. Öte yandan akşam başınızı yastığa koyunca rahat uyuyabilmek, “Bugün vicdanım rahat, hak yemedim, hukuka aykırı davranmadım” diyebilmek çok önemli. Her eleştiriye cevap verme yoluna giderseniz, karşınızda bir dipsiz kuyu bulursunuz. Çok şükür, hiçbir akşam böyle bir mesele yüzünden uyuyamadığımı hatırlamıyorum.

■ Kamera önünü de yöneticiliği de biliyorsunuz, hangisi daha çekici geliyor?
“Biri ağır basıyor” diyemem. Ekran önünde olmak, röportajlar yapmak da şu anki işimin bir parçası.

■ Haber sunmak zor bir iş midir?
Her yiğidin bir yoğurt yiyişi, her televizyoncunun da bir seyirciyle temas kurma biçimi vardır. Aşağı yukarı 10 yıldır ekrandayım, sadece ilk yıl prompter’da yazılı metni okumuşumdur, sonrasında hiç kullanmadım. Övünmek maksadıyla söylemiyorum; çalıştım, anladım, anladığımı anlatmaya çalıştım... Arada takıldığım ve düzelttiğim de oldu tabii ama bence bu da seyirciyle temasın bir parçası.

‘2 ÇOCUĞUM DA FELSEFE OKUSUN İSTERİM’
■ Bir samimiyet yaratıyor olmalı...

“Samimiyet” denebilir, “Sahicilik” denebilir. Anlamadığınız bir şeyi anlatırsanız, seyirci hemen görüyor. Ben kendimi bildim bileli her konuda meraklı ve şüpheci biriyim, konuğuma soru sorarken de böyle, biriyle dostluk ilişkisi kurarken de... Ama hep söylediğim bir şey var: Hiçbir zaman seyirciyi manipüle etmedim, ‘bu haber üzerinden kendi dünya görüşümü empoze edeyim ya da bu türden başka küçük numaralar yapayım’ diye düşünmedim; şeffaflığı önemsedim.

■ Sadece fiziksel güzelliğin birilerini ekrana taşıdığı dönemler oldu ama artık yavaş yavaş bu değişiyor. Sizce iyi görünmek haber sunmak için yeterli midir?
Güzellik çok göreceli bir şey... Öte yandan seyirciyle göz teması kurulmasını ve ekran sempatisini önemsiyorum. Fiziksel güzelliği de aşan bir şey bu bana sorarsanız.

■ Mesleğe nasıl başladınız?
Hep gazeteci olmak isteyenlerden miydiniz? Merak ve şüphe meselesi bende hep vardı ama bunun beni gazeteciliğe götüreceğini düşünmemiştim. Bunu bildiğimi söylersem, “Çocukken ayna karşısında şarkı söylüyordum” demiş bir şarkıcı gibi olurum. 43 yaşımdayım ve geçmişe baktığımda yaşadıklarımı ancak “Kader” diye izah edebiliyorum. Sosyoloji okumayı çok istemiştim; sınavda yaptığım 18 tercihin 7’si muhtelif üniversitelerin sosyoloji bölümleriydi. 10’a yakını iletişim fakültesi, bir tanesi de rahmetli babam çok istediği için yazdığım ilahiyat fakültesiydi. Çıka çıka orası çıktı. (Gülüyor.)

■ Ne yaptınız?
Birkaç yıl okula falan gitmeyip radyoculuk yaptıktan sonra başladım üniversiteye. İyi ki de gitmişim. Şimdi baktığımda yine o bölümü kazanmayı isterim gibi geliyor bana, çünkü şu anda Cerablus’a, Suriye’ye baktığımda bazı şeyleri, mesela mezhepler meselesini okulda edindiğim bilgilerin etkisiyle çok net görebiliyorum. Uzun yıllar din felsefesi okudum, bugün 2 çocuğum da felsefe okusun isterim. Sorunuza dönersek; fakülte hayatım 7 yıl sürdü ama ilgi ve alakam hep bu taraftaydı. Sonra dere akıp yatağını buldu. Radyoda birlikte çalıştığım bir arkadaşım bana zorla bir demo çektirdi, tamamen tesadüfi şekilde başlayan televizyon maceram da işte buralara kadar geldi.

■ Bu işi yapan çoğu insanın düzenli bir hayatı yok, sizde durum nasıl?
Çocuklarınıza, ailenize vakit ayırabiliyor musunuz? Benim de yok ama o kadar abartmayalım, eşimizle dostumuzla biraraya gelip yemek yiyebiliyoruz. Yine de doğrudur, bu işi yaptığım için çocuklarımdan zaman çaldım, kendimden zaman çaldım... Ankara Temsilciliğim sırasında 15 kilo aldım mesela, kendime yazık ettim. Şikâyet ediyor muyum? Hayır! “Yapma o zaman kardeşim, git başka bir iş yap” demezler mi adama!

■ Yorgunken nasıl kafa dağıtırsınız, iş problemlerinden nasıl uzaklaşırsınız?
Televizyon izlerim. (Gülüyor.) Özellikle politik dizileri ve filmleri izlemek iyi geliyor bana. Kitap okuyorum demeyi çok isterdim ama televizyonculukla birlikte ancak bazı kitapların belli sayfalarını okuyabiliyorum. Özlüyorum başından sonuna bir kitabı okumayı ama kaçtığım en iyi liman, sinema...

■ Newsweek editörlerinden Chris Dickey, onunla yaptığım röportajda, “Gazeteci fizikçi gibidir, her daim her konuda neden-sonuç ilişkisi kurar” demişti. Siz işinizle ilgili ne söylemek istersiniz?
Bu işi bıraktığımda, “Coğrafya, konjonktür ya da adına ne derseniz deyin, o esnada bana şöyle bir sorumluluk yüklemişti, anlık karar vermem gerekiyordu ve ben her zaman verdiğim karardan memnun kaldım” diyebilmeyi arzu ederim.

‘İSVEÇ’TE GAZETECİ OLMAK İSTEMEZDİM’
■ Gündemin hızla değiştiği günler yaşıyoruz, bu tempoya nasıl ayak uyduruyorsunuz?

İsveç’te falan gazetecilik yapsanız, muhtemelen bu soruyu soramayacaktım...   Coğrafyanın kaderi. Biz de bu kaderin televizyon yayıncılığı yapan küçük bir parçasıyız. Bu ülkede yaşamaktan hep mutlu oldum, 15 Temmuz’da yaşananlar bu mutluluğumu daha da pekiştirdi. 1995-96’da Bosna Gazileri Türkiye’ye tedaviye gelmişti. Vefat edenler de oluyordu ve cenazelerinde cenaze aracının şoförü, imam, mezarcı, ben ve birkaç kişi daha olurdu. Vatansız kalmak ne anne babasız kalmaya, ne çocuksuz kalmaya, hiçbir şeye benzemiyormuş, o zaman fark ettim. Her şeye rağmen iyi ki bu ülkedeyiz. Bu arada 15 Temmuz’da vefat eden 250 şehidimize bir kez daha rahmet diliyorum. Biz bu coğrafyanın kaderinde küçük bir parçayız. Gece yatağımızdan kalkıp gelelim yahut hep son dakika peşinde koşalım; hiç dert değil. Yok, hayır, düşündüm de İsveç’te gazeteci olmayı hiç istemem. (Gülüyor.)