Medya
02 Mayıs 2010 12:59 Son Güncelleme: 23 Kas 2018 11:16

SELAM SANA EY TAKSİM EMEKÇİSİ! FİKRİM DEĞİL AMA BİL Kİ ZİKRİM BİR!

Dün 1 Mayıs'tı.Ertuğrul Özkök evdeydi.Zülfü Livaneli'nin "Ah benim sevdalı başım..." diye başlayan şarkısını koydu. Ve hayaller kurdu.

Ah benim yavaşlayan refleksim

ÇARESİZLİKTEN Zülfü’nün şarkısını koydum, sesi sonuna kadar açtım.

“Ah benim sevdalı başım...”

Nakaratın gerisini kendim yazdım.
“Ah benim yavaşlayan refleksim.
Büyümek işte böyle bir şey olsa gerek.”
Ne işim var benim bu saatte evde.
Orada olmalıydım, orada...
Taksim Meydanı’nda.
O rengârenk kalabalığa karışmalı, “1 Mayıs, işçinin emekçinin bayramı” diye haykırmalıydım.
* * *
Diyeceksin ki, senin orada ne işin var?
Oradaki kiminle aynı fikirdesin, kiminle yoldaşsın?
Omuz omuza yürüyeceğin kimdir farkında mısın?
Ne önemi var...
Atılan o slogan sana ne diyor, veriyor mu coşkuyu?
Ne fark eder...
Biliyorum, o köprülerin altından çok sular aktı.
Dünyalar değişti, ben değiştim.
Döndüm.
Döndüm ki hiç döndüğüm yerde değilim.
Fikirler, bakışlar, duruşlar, alıp başını gitmiş, her biri bambaşka yere savrulmuş.
Arkamda kendi ihanetlerimi bırakmışım, yanımda başkalarının ihanetleriyle yürümüşüm.
Ama hiç olmazsa yürümüşüm, durmamışım.
* * *
Biliyorum, farkındayım, her şey değişti, sular aktı durdu, başkalaştım, bazen ruhumu öcüler bastı, bazen ben öcülere cürmü meşhut yaptım.
Ama bir şey değişmedi.
Hiç değişmedi.
Bir sevdalı başım, bir de içimdeki o provokatör.
Beni hep hayata kışkırtan, eyleme zorlayan, itiraz ettiren, kafa tutturan, dayak yemeyi göze aldıran.
Hani bana, “Ahlakı sorgulamak ahlaksızlık değildir” bile dedirten, içimdeki o hınzır tavşan kardeş.
Bana yakışan neydi biliyor musunuz?
Tavşan kardeşimi alıp, The Marmara Oteli’nde bir oda kiralamak, sonra en güzel şarabımı açıp, o kalabalığa karışmak.
Artık sosyalist değilim.
Dedim ya ne fark eder?
Önemli olan orada olmak, farklılığa karışmak, kendi fikrinle, kendi duruşunla, kendi itirazınla, kendi dönmüşlüğünle, dönüştürmüşlüğünle orada olmak.
Yani itiraz eden kalabalığa karışmak.
Ve geriye, geride bıraktıklarına bakmak.
* * *
1990 yılında İstanbul’a geldiğimde, The Marmara Oteli’nde 2 yıla yakın kaldım.
Kim bilir kaç uykusuz, huzursuz, bıkkın gece Taksim Meydanı’nda kimsenin silemediği, temizleyemediği o uğursuz kan lekesini seyrettim.
Dün yine orada, aynı otelin bir odasında olmalıydım.
O meydandan 32 yıllık kan lekesinin temizlenmesinin şahidi olmalıydım.
Ama ne yapayım, Zülfü’ye dönmekten başka çarem yok.
“Ah benim sevdalı başım.”
Ah benim yorulmaya başlayan refleksim.
Aradan ne yıllar geçti, köprülerin altından ne billur sular, ne lağımlar aktı.
Her şey değişti.
Şimdi geriye bambaşka bir şey kaldı.
Hâlâ yan yana durabilmek, hâlâ birbirimizin yüzüne bakabilmek.
Ve hâlâ “Her şey mümkün” diyebilmek.
“Gün doğdu siperlere dayandık” marşının remiksini yapmak.
“Gün doğdu hayata dayandık.”
Sonra ötekine geçmek.
“Akın var, güneşe akın
Güneşi zaptedeceğiz, güneşin zaptı yakın”
nakaratını alıp yeniden bestelemek:
“Akın var, güneşe akın var, hayatın fethi yakın.”
Ve muhteşem finali yapabilmek:
“Hemen, şimdi...”
Selam sana ey Taksim’in emekçisi.
Fikrim bir olmasa da bil ki zikrim birdir...

Ertuğrul Özkök/Hürriyet