Röportaj
14 Nis 2012 23:28 Son Güncelleme: 23 Kas 2018 13:32

SATIN ALINAMAYINCA, HEDEF OLDUM! SONER YALÇIN'DAN YILLAR SONRA İLK RÖPORTAJ!

"Samizdat" adıyla yazdığı kitapta Silivri Cezaevi'ndeki günlerini anlatan Odatv'nin kurucusu Soner Yalçın "röportaj vermeme" prensibini yıllar sonra bozdu.

İşte o röportaj...

Soner Yalçın’ın son yazdığı kitap “Samizdat” gündeme bomba gibi düştü. Ergenekon soruşturmalarındaki çarpıklıklardan gazetecilerin operasyonlardaki rölüne kadar bir çok gerçeğe ışık tutan Yalçın, yıllar sonra ilk röportajını Aydınlık Kitap’a verdi.

İşte Soner Yalçın’ın o röportajı:

"Zindandaki insanın bu süreci nasıl yaşadığını yazdım. Gazeteci olduğum için, Silivri’de karşılaştığım tutukluları da kendi penceremden anlattım; onlara da nasıl tezgah kurulduğunu belgeleriyle yazdım. Sorularımın peşinden koşarken, neler düşündüğümü, neler hissettiğimi, neler yaşadığımı da derinliğiyle anlattım. "Keşke edebiyatçı olsaydım" diye içimden çok geçirdim. Tutukluların ruh dünyalarını kaleme almak isterdim ama benimkisi sadece gazetecilik çalışması oldu."

Yılların gazetecisi, arşivlik televizyon programlarına, 100 binlerce satan kitaplara imza atan, Türkiye’nin en çok izlenen haber-yorum sitesi Odatv’nin kurucusu Soner Yalçın, medyaya çıkmaması ve "röportaj vermemesiyle" tanınır. Yalçın, bu prensibinden Aydınlık Kitap için vazgeçti ve sorularımızı yanıtladı. Kendisine teşekkür ediyoruz.

Kitabın adı neden "Samizdat"?


"Samizdat" bir terim; gizlice yazılan, basılan, dağıtılan; kaçak yayınları tanımlıyor. Kökeni aslında 17. yüzyıl Fransa’sına kadar gidiyor. Ama "Samizdat" etimolojik olarak Rusçadır. Kitabı yazmaya başladığımda adı; "Sicil No: Terör" idi; cezaevinde verilen kimliğimde suç bölümü karşısında bu yazıyordu. Sonra, cezaevinde kitabın yazılış süresi ve dışarıya çıkarılmasında yaşanan güçlükler; ayrıca yayınevine yapılan baskı sonucu yeni yayınevine geçmek zorunda kalmam, kitabın adının değişmesine sebep oldu.

Sanıyorum, "Samizdat" adı bu dönemi anlatması bakımından da iyi oldu; basılmamış kitabı bile toplamadı mı bu despotlar?

Düşünüyorum da; hep zorluklar, zor dönemler bana kitap yazdırdı. Binbaşı Ersever’i öldürüp, anlattıklarını yazmamam için nüfus cüzdanını bana göndererek ölümle tehdit ettiler. Kaçtım, saklandım ve yazdım. Aynı süreci; daha Susurluk kazası olmadan, "Behçet Cantürk’ün Anıları" kitabımda da yaşadım. Korka korka, saklanarak Susurluk Çetesi’nin cinayetini/ cinayetlerini yazdım.

Bunları niye söylüyorum; eğer gazeteci iseniz ve sürekli olağanüstü bir hal içindeki bir ülkede yaşıyorsanız bunlar kaçınılmazdır. Tüm gazetecilerin önüne bu tür haberler geliyor ve gazeteciler bir ikilemle karşılaşıyor; bilginizi, birikiminizi, zekanızı kim için kullanacaksınız; yazacak mısınız, gözününüzü kapatıp kurulu düzene mi uyacaksınız? Soruya yanıtı, kişiliğiniz veriyor. Bu sebeple artık ülkemizde doğruyu bulmak - yazmak; zeka ve bilgi meselesinden çok, kişilik ve ahlak sorunudur.

Sonuçta mesleğinizi ya yaparsınız ya da kaleminizi kırıp yapmazsınız. "Mış" gibi yapmak, yaşamak benim karakterime uygun değil. Şuna inandım, hakikat için geçerli olan mutluluk için de geçerlidir: Kişi ona sahip olmaz, onun içinde olur. Eğer siz gerçeğe aşkla bağlı iseniz başka bir hayat yaşayamazsınız; Adorno’nun sözünü tersine çevirirsem; doğru hayat yanlış yaşanamaz! Soyut iyiliğin hiçbir anlamı yoktur; insanlar şeytani bir hilekarlıkla zindanlara sokuluyor; ve siz buna gözünüzü kapatırsanız, sesinizi çıkarmazsanız iyi olamazsanız, iyi kalamazsınız. Gandi’nin sözüdür; kin, utanç ya da korkunun olduğu yerde Allah ortaya çıkmazmış! İşte böyle zor anlarda iyi insan ortaya çıkmalıdır. Gandi’nin, Nehru’nun iyiliği kendilerini ortaya koymalarıdır; bugün sonsuzluğa ulaşmalarının, hâlâ yaşıyor olmalarının sebebi budur.

Niye "Samizdat"ı yazdığıma umarım yanıt verebilmişmişimdir. Ben iyi gazetecelikte ısrar ediyorum; çünkü iyilik eylemle ortaya çıkar...

Gazetecilik mesleğinin kimilerince alabildiğine alçaltıldığı bir dönemde, safınız çok net belli yani?

Afrika atasözüdür; "Aslanlar kendi tarihçilerine kavuşuncaya kadar tarihler avcıları övecektir."

Ben "aslanların" tarihçisi - gazetecisi olmaya çalışıyorum. Gazetecinin tarafı, olgunun tarafıdır. Gazeteci gerçeğe bağlıdır. Lenin’in dediği gibi, en büyük devrimci, olgudur. İş gerçeğe dayanırsa babamı bile tanımam, yazarım. Habere hiç kişisel yaklaşmam; ne yazık ki medyaya göre, insanların suçlu - suçsuz olmaları; tanıdık olup olmamalarından geçiyor. Kavramlarla düşünmeyen gelişmemiş bir toplum olmamızın sonucudur bu.

Merkez medyada, Hürriyet gazetesinde yazarlık, CNN Türk’te program yapan, kitapları 100 binlerce satan bir gazeteciydiniz; tutuklanacağınız aklınıza gelmiş miydi?

"Samizdat"ın ilk cümlesi, "Kırmızı Pazartesi"dir. Marquez’in ünlü romanının adı... Romanda herkes kahramanın öldürüleceğini bilir ama hiç kimsenin bir şey yapmaz. Sorunun yanıtını "Samizdat"ta ayrıntılarıyla anlattım. Cemaat ayağımın altına kırmızı halı serdi, neler vaat ettiler. Ama ben bukalemun çağına uyum sağlamak istemedim. Yaramaz çocuklukta ısrar ettim. Sevdiklerim, "sana mı kaldı; tek başına ne yapabilirsin ki; yazma artık - odatv’yi kapat" dediler. Evet, bunları yapmak beni kurtarırdı; peki ya sonra? Sonra yaşamımı nasıl sürdürecektim; bu kaçış insana daha büyük yük getirir, taşımak zordur; ya alkolik olursunuz ya da kanser! Halbuki mücadele gençleştirir, hayatı güzelleştirir.

Sonuçta parayla - şöhretle satın alamayınca, hedefe konuldum. Biliyorsunuz önce yandaş medya sizi hedef haline getiriyor; sonra operasyon başlıyor; ayrıntılarını "Samizdat"ta yazdım.

Kitabınızda "anlı şanlı" köşeyazarlarına sert eleştiriler yöneltiyorsunuz...

İnsan yaptığı şeydir. 25 yıllık gazeteciyim. Çeyrek asırlık tecrübemde gördüm ki; geri döndürülemez olanla uzlaşılmaz. Bunu şu nedenle söylüyorum; sandım ki bazı "ismi büyükler" süreci analiz edemiyorlar, yanlış bilgilere sahipler, doğruyu gösterirsem anlarlar! Benim kafamda, anlayışımda; gerçek gazeteci yanlışlığı gördüğünde bunu yalnızca doğruyu istemek için yazar, söyler; başka bir niyeti olmaz. Benimki çocukluk hastalığı! Diğer yanda Cengiz Çandar’ı, Oral Çalışlar’ı vb. gazeteci olarak görmüyorum. Gerçek gazeteci kimsenin hizmetine girmez, düşünsel bağımsızlığını korur, satın alınamamanın yüceliğini taşır. Bunlar öyle mi; iradelerini zorba bir gücün emrine vermişler. Kendi yalanlarını dinleye dinleye artık uyuşturucu bağımlısı gibi olmuşlar; hiçbir gerçeği ayırt edemiyorlar. "Samizdat"ta nasıl satın alındıklarını ayrıntılarıyla yazdım; kuşkusuz sadece ikisini değil... Nazlı Ilıcak ve onun "paltosundan" çıkan sığ kızlar da var; dayanışma içindeler. Bayağılık zayıf insanların dayanağı değil midir; nasıl buldular birbirlerini!... Evet, hepsini yazdım; tarihe not düştüm.

Ortalıkta pek görünmeyen, televizyonlara çıkmayan birisiniz. Sizi yalnızca çalışmalarınızla, kitaplarınızla tanırdık. "Samizdat"ta ise özel hayatınızı da derinliğiyle dile getirmişsiniz... Bunun bir nedeni olmalı.

Ergenekon süreci öyle bir noktaya geldi ki, yabancılaşma başladı. Gazetelerde, televizyonlarda iddianameler üzerinde (nedense beş yıl oldu hâlâ iddianame üzerinden konuşuluyor, kimse savunmayı dile getirmiyor) duruluyor. İyi de zindanda yatan; insan. O insan tek başına değil, tüm sevdikleriyle yani hayatıyla mahpusluk yaşıyor. Kimse bunun farkında değil. Tıpkı ABD’nin Irak’ı bombalamasının canlı yayınlanması gibi. O bombaların kimlerin kafasına yağdığının farkında değildi televizyon seyircisi.

Zindandaki insanın bu süreci nasıl yaşadığını yazdım. Gazeteci olduğum için, Silivri’de karşılaştığım tutukluları da kendi penceremden anlattım; onlara da nasıl tezgah kurulduğunu belgeleriyle yazdım. Sorularımın peşinden koşarken, neler düşündüğümü, neler hissettiğimi, neler yaşadığımı da derinliğiyle anlattım. "Keşke edebiyatçı olsaydım" diye içimden çok geçirdim. Tutukluların ruh dünyalarını kaleme almak isterdim ama benimkisi sadece gazetecilik çalışması oldu. Gerçi biraz edebiyata da kaymışım galiba!..

Silivri cezaevinde sizi en çok etkileyen ne oldu?

Doğu Ağabey’in elleri... Cezaevi rutubetinden, romatizmadan eğilmişti. Yetmiş yaşında; ömrünü daha güzel bir hayata adamış bir düşün adamını, siyasal bir lideri her olağanüstü dönemde zindana atmaya kimse utanmıyor. Bu ceberrut devlet 13 yıl Doğu Perinçek’i hapiste tuttu ve hâlâ da utanmadan buna devam ediyor. Türkiye’de bırakın şucusunu - bucusunu insan olan herkes buna isyan etmelidir. Oysa, Doğu Perinçek’in adını ağızlarına almıyor, köşelerinde yazmıyorlar. Aynı şey Yalçın Küçük için de geçerli; Batı’da olsa el üstünde tutulacak sıradışı zekaya sahip bir aydına, kuramcıya yaptığımıza bakın; o da kaç yıl cezaevinde yattı. Bakınız düşünce öğretildiği gibi utanma da öğretilir; biz insanlarımıza utanmayı öğretmemişiz ne yazıkki. Prof. Hilmioğlu, Prof. Haberal hangisini söyleyeyim; acı çekiyorum. Bizim ülkemizde düşünen insanın korunağı yok maalesef.

Cezaevinde yeni bir çalışmanız var mı şu an?

Aman aman tehlikeli bir soru bu! Silivri Cezaevi’nde kitap yazanların başına neler getirildiğini biliyorsunuz. Ülkemizde hâlâ yazıdan korkuluyor. Düşünce hayatın düşmanı, kötülüğün simgesi olarak görülüyor.

Elle yazmaktan sağ orta parmağımda acı veren iki nasır oluştu; onların iyileşmesini bekliyorum; bu sıralar bol bol okuyorum.

Son olarak neler söylemek istersiniz...

"Samizdat" sessizliğe ve unutuşa mahkum edilmeye çalışılıyor, aynı yazarına yapıldığı gibi. Ve fakat bu sefalet medyada; alçalmayarak "Samizdat" hakkında yazı yazan meslektaşlarıma sizin aracılığınızla teşekkür ederim.

Umarım moral bozucu bir röportaj olmamıştır. Kimse unutmasın, umutsuz ölen kişi ömrünü boşuna yaşamıştır...

Herkese selam, "Samizdat"a sahip çıkınız...