Medya
27 Şub 2012 12:44 Son Güncelleme: 23 Kas 2018 13:23

OSCAR JÜRİSİ NEDEN 'ARTİST'LİK YAPTI?

The Artist tahmin edildiği gibi, önemli ödülleri topladı. İyi de sessiz ve siyah beyaz bir film neden bu kadar sevildi? Medyaradar sinema-tv yazarı Murat Tolga Şen yazıyor.

Bir hafta kadar önce Star gazetesinden sevgili dostum Serdar Akbıyık’ın ricası üzerine Oscar tahminlerimi vermiştim. Akademi bu yıl beni hiç şaşırtmadı. Tahminlerim tüm adaylıklarda tuttu. Önemli ödüllerde Michel Hazanavicius’un The Artist’inden gerisine şans tanımamıştım. Gerçi Oscar’a saatler kala “The Artist almasın, şu alsın! Fransız bir aktörü kim hatırlar? Zaten bence alamaz…” gibisinden itirazlar yükseldi ama bu işin oralarda güçlü bir matematiği var. Bizdeki gibi her jüri eşine, dostuna ödül dağıtmıyor, o yüzden de her festivalin “en iyi”si başka bir film değil!

The Artist, "En iyi film", "En iyi yönetmen", "En iyi erkek oyuncu" gibi en prestijli ödülleri almayı başardı. Zaten bu ödüllerin favori adayıydı. Dün gece izlediğim bazı Oscar tartışmalarında “Akademi üyeleri çok yaşlı insanlardan oluşuyor, o yüzden ödülü sessiz bir filme verecekler” gibi talihsiz saptamalar bu işle uğraşanların dahi meselenin özüne ne kadar uzak olduğunu ortaya çıkardı.

Evet, The Artist ödülleri aldı, hem de 3D, Dolby Digital çağında, halihazırda oturmuş tüm film yapma standartlarına aykırı bir üretim yaparak! Film saniyede 22 kare, siyah beyaz ve sessiz… Şövalye ruhlu bir meydan okuma! Şimdi bunları okuyan seyircinin “ben asla böyle bir film izlemem!” dediğini duyar gibiyim. Evet, herkes her filmi sevmez zaten... Aynı şehirde doğup büyüdüğümüz, Ortaokul-lise sınıf arkadaşım Demet Akalın “ama sessiz film de izlenmez ki!” deyip yarısında çıkmış ama ben eminim; içinde sinema sanatına, eğlencesine sevgi duyan herkes bu filme bayılır.

The Artist, sinemanın on yıllar içerisinde ayrılan, dallanan, budaklanan tüm türlerinin öncesine, bir nevi sinemanın taş devrine götürüyor izleyenleri ve bu muhteşem icadın henüz “sanat”, “eğlence” olarak ayrışmamışken ki saflığını, etkileme gücünü gösteriyor. Her ne kadar ciddi eleştirmen dostlarımız itiraz edecek olsa da lamı cimi yok, sinema her zaman içinde sanat barındıran bir eğlencedir. Böyle başladı ve devam ediyor. Ciddi sinema eleştirmenlerinin en bayıldığı şey, seyirciyi film izleyerek eğlenmekten utandırmak olmuştur her daim… Yönetmen Michel Hazanavicius’un tek derdi, 1920’lerin naifliğini koruyacak basit, bilindik bir hikaye ile seyirciyi sinemasal zaman tüneline sokmak olmuş. Tarsem’in The Fall’ı, Martin Scorsese’in Hugo’su da benzer saygı duruşları içerir ama The Artist’in amacı saygı duymak değil, o olmak…

Yola bir de Jean Dujardin ve Bérénice Bejo gibi oyunculuğu yemiş bitirmiş insanlarla çıkılınca işte böylesi bir başarı geliveriyor. Batman Yılmaz Güney fillmleri festivalinde ilk kez izlediğimden beri bu filme aşığım, üstelik yaşım Akademi üyeleri gibi 70 ve üstü falan da değil! TRT sağolsun, Buster Keaton’larla, Charlie Chaplin’lerle doluydu çocukluğum. Woody Allen’in Kahire’nin Mor Gülü’nden beri eski zaman filmlerinin tadını böylesine hissetiren bir yapıma rastlamamıştık. Mel Brooks’un Silent Movie’de yaptığı hınzırlığı daha da uca taşıyor The Artist... Bundan daha muhteşem bir sinema tarifi yapılamazdı. Sesi bile çıkmayan bir filmden yayılan enerji tüm salonu dolduruyor, utanmasanız dansederek çıkarsınız filmden! Hiçbir anında kolaycılığa kaçılmamış, büyük emek içeren tertemiz bir film… Hala oyuncuların finaldeki dans sahnesi için kaç ay prova yaptıklarını merak ediyorum. O yüzden çok bilmişlere kulak asmayın, The Artist tüm ödülleri bileğinin hakkıyla kazandı.

Not: Sevgili Yekta Kopan, bir daha ki sefere lütfen Mehmet Açar gibi değerli bir film eleştirmeninin karşısına onun ayarında sinemayı bilen, seven birini koyun ki Oscar sohbetiniz gereksiz çıkışlarla sabote edilmesin.

twitter.com/murattolga
murattolga@gmail.com