Röportaj
22 Ağu 2010 05:10 Son Güncelleme: 23 Kas 2018 11:34

NE KADAR ÇOK ÖDÜLÜ,PLAKETİ VARSA BİR YAZAR O KADAR ''TÜCCARDIR'', O KADAR ''ESNAFTIR''

Yedi yıl sarışın portre fotoğrafıyla Tuğçe Baran'dı.Hayali kahraman olmaya dayanamadı ve kendini deşifre etti.

Mutlu Tönbekici son iki yıldır 'daha' siyasi yazılarıyla olan biteni kendi penceresinden yorumluyor.Yazılarında hesap kitap yapanları da şöyle tarif ediyor; "Çoğu demokrat, çağdaş, laik falan addedilir, bir takım zırva kurumlar da ödül falan verir. Ne kadar çok ödülü, varsa bir yazar o kadar ’tüccardır’"

KÜBRA&BÜŞRA İLE İKİDE BİR/Yeni Şafak

Mutlu Tönbekici, Tuğçe Baran olarak köşesinde kendi deyimiyle; "karnındaki kramplardan" kurtularak yazdı yazılarını. Sonunda çekingenlikten "illallah" dedi ve saklandığı yerden çıktı. Bir daha geri dönmemek üzere işine son verdi. Ama bir taraftan da olumlu oldu onun için. En azından röportaj yapılan biri haline geldi. Şimdi Mutlu Tönbekeci sahnede, yazıları o yazıyor, esprileri o patlatıyor, peki bu arada Tuğçe Baran’a ne oldu? Bu röportaj onu anlatıyor. Annesini, yamuk prensesi, siyasi görüşünü, yazılarından nasıl bir yemek çıkardığını, nelere gıcık olduğunu... Kum saatini ters çevirdik. İşte başlıyoruz.

Bir itirafta bulunmuşsunuz. "Annem benim hanım hanımcık bir kız olmam için uğraştı ama olmadı." Niye olmadı?

Maya tutmadı herhalde! Şunu anladım ki herkes kendi programıyla doğuyor. İstediğin kadar uğraş, kişi cahil yaratılışlıysa cahil kalıyor. Veya tam tersi çöplükten bile bir kraliçe doğabiliyor. Bir çip var bir taraflarımızda ve o program bir gün çalışıyor. Benim çipim de 17’sinde çalıştı ve sonuç işte bu.

Gerçekten hanım hanımcık olmak için uğraştınız mı?

Uğraşmadım ama annem çok üzülüyordu. Argo konuştuğum zaman, içten bir utanması vardı. "Aman Allahım? Nereden öğrendi bu bunları?" şaşkınlığıyla karışık bir utanç. Herkesin hayatında annem üzülüyor diye yapmadığı şeyler yok mudur?

Annenizin ölümü sizi bambaşka bir kadın yaptı mı?

Evet yaptı. Eksenim kaydı. "Anneme anlatamayacaksam niye yapayım, niye olayım, niye seyahat edeyim ki" keskinliğinde bir acıdan söz ediyorum. Ve baş etmesi harbi zor ustura gibi bir yalnızlıktan. Evrende son kalmış insan gibi hissediyorsunuz. Kimse de anlamadı.

Niye ki?

Çünkü benim kuşağımdan, arkadaş çevremden annesi ilk ve tek ölen benim. Ama öte yandan da genç yaşta bir hesapsızlık lüksüm oldu. Düşünsene, evlenirken, boşanırken, şehir hatta ülke değiştirirken arkanda gözü yaşlı kimseyi bırakmıyorsunuz.

Ailenin nesisiniz? Neşesi, Erkek Fatması?

Bizim aile tam bir aile değil. Hiç olmadı. Dağınık. Artı benim "ne" olduğumun önemsenmeyeceği veya farkında bile olunmayacağı, kederli bir aileydi. Ne anneannemi gördüm ne babaannemi. Bu yüzden mahzundum. Evin neşesi olmadığım kesin galiba "sinir bozucusu"ydum.

Oradan mı çıktı bu mizahi dil?

Herhalde. Çıkış o olmalıydı, çünkü mutsuzdum. Günlükler tuttum, mektuplar yazdım. Hâlâ da yazdıklarımı bulduğumda şaşırıyorum. "Hiç fena yazmıyormuşum" diyorum. ’Ne güzel şeyler yazmışım’ diyorum.

Utangaç olduğunuzu söylemiştiniz. Hala öyle misiniz?

Değilim. Utangaç taraflarım hala var ama eskiyle kıyaslayınca artık yırttım denilebilir ama işsiz kalsam kimseden iş isteyemem sanırım.

Böylesi daha mı iyi?

Tabii ki. Ben utangaçlığın tedavi edilmesi gereken bir şey olduğunu düşünüyorum. Yırtıklar kazanır daima. Eğitim bunun üzerine kurulmalı. İlkokulda "yüzsüzlük" dersi verilmeli.

Siz yedi yıl bu utangaçlıktan dolayı isminizi gizleyip Tuğçe Baran diye hayali bir yazar ortaya çıkardınız. İsim gizlemek iyi birşey mi?

Her gün yazacak rahatlığa erişmediğim bir dönemde teklif edilmişti yazmam. Günaydın eki çıkınca her gün yazmam teklif edildi. O an mideme kramp girdi ve "Her gün aynı kasıntıları yaşayamayacağım" dedim ve takma isim teklifini yaptım. İyi mi ettim kötü mü ettim bundan emin değilim.

Niye ki?

Kendi isminle yazınca da içtenlik kayboluyor galiba ki bazı okurlardan "ah neydi o TB günleri, ne güzel eğleniyorduk" diye mail alıyorum. "Niye politikaya girdin" filan diyorlar. Ekşi Sözlük, takma isim diyarı olmasaydı bu kadar etkili olabilir miydi? İçtenliği takma isimden geliyor.

Siyasi yazı yazmak sizin istediğiniz bir şey mi?

Zaten benim ’Mutlu’ olmam da öyle başladı. 2007 seçimleri vardı. O dönem yazmaya başladım. Elimde olmadan daldım. Toplu aptallık ve bağnazlık karşısında dayanamadım diyeyim. Sonra kestim gerçi ama bir kere sinmişti o ton. Son bir yıldır yazılarım iyice ’Mutlu’ olmuştu zaten, paltoyu atmak kalmıştı bir tek.

Arada bir cesaret farkı var mı?

Bilmiyorum. Dönüp de bakmıyorum yazılarıma. Okumuyorum. Ancak on yıl falan sonra okuyabiliyorum kendimi.

Niye?

Bir defa imla hatalarını görmek benim çok moralimi bozuyor. Hızlı yazarken harflerin bir çoğunu unutuyorum. Çünkü hızlı ve son dakikada veriyorum. Kontrol eden yok. İkincisi yanlış ifade etmiş olabilirim diye ürküyorum.

Yazarken hesap kitap yapar mısınız?

Hayır. Ama yazarken "yer yerinden oynayacak" diye hayaller kurduğum olmuştur. Büyük bir coşkuyla yazdığım yazılar hiç bir reaksiyon görmüyor. "Kim takar ki" dediğim yazılar ise umulmayacak kadar çok okunabiliyor. Anladım ki yazının hesabı olmaz. Bu arada hesap kitap yapan yazar esnafından da tiksiniyorum.

Kimler onlar?

İnternette hangi haber en çok tıklanmış ona bakıp ona göre yazı konusu seçenler, aslında hiçbir hissi olmadığı halde "Fazıl Say çok ayıp etti" diye yazınca, sırf ters köşe yapmak için, bir hafta sonra "Fazıl sonuna kadar haklı!" yazısı yazanlar ki herkes "Fazıl Say süper bir şey dedi" diye yazsaydı bu sefer "Fazıl rezilin, halk düşmanının teki" diye yazardı, işte bu "tüccar" yazarlardan söz ediyorum ve işte onlardan tiksiniyorum. Çoğu da demokrat, çağdaş, laik falan addedilir, bir takım zırva kurumlar da (mesela öğrenci avlağı özel üniversiteler) ödül falan verir. Ne kadar çok ödülü, plaketi varsa bir yazarın o kadar "tüccardır", o kadar "esnaftır".

Siz iki hafta önce halk plajına inip, fotoğraf çektirdiniz, yazdınız. Mutlu ne kadar halktan?

Halkı kimler oluşturuyor? Etiler’deki insanlar "halk" değil midir? Eğer halk derken demek istediğiniz gecekondu ahalisiyse, hayır, "o" halktan değilim. Düşmanları da değilim ama o halktan değilim. Menekşe plajına gidip denize girmem, giremem. Ama "biiiç"de de giremem. İlk iki saat hoş geliyor, sonra hafakan basıyor.

Tuğçe Baran için şöyle bir kadın tanımına gitmişsiniz; "İstanbul gibi vahşi bir metropolde, taşradan gelip kendini var etmeye çalışan, halis muhlis yerli malı bir şehir kızı Tuğçe Baran. Ne üst sınıf ne alt sınıf. Kusuru: Hırslı değil. Bir tembellik manifestosu aynı zamanda. Ve bundan gocunmuyor..." Bu tanım ne kadar Mutlu Tönbekici’ye uyuyor?

Yüzde doksan doğru. Tembellik konusu da öyle. Bazen düşünüyorum; "bu kadar hırssız olmak hata mıydı?" diye. Kırkıma da geldim artık. Bakıyorum millet televizyonlarda şıkır şıkır program yapıyor. "Niye ben program yapmıyorum, niye ben partilerden partilere zıplamıyorum?" diye düşünüyorum. TB ile MT bu manada aynı. Sadece o paragrafı yazdığım sıradaki "oh olsun" duygusunu taşımıyorum artık. "Azıcık hırslı olsa mıydım" diye düşünüyorum.

Neden "Yamuk Prenses" olmayı tercih ettiniz?

Gerçek bana göre yamuk çünkü. Gerçeği, yalnızca gerçeği yazmaksa amaç o vakit pamuk değil, yamuk prenses olursun.

İnsanın belli bir yaştan sonra kabul ettiği bir şey mi bu?

Doğru. Kırk yaş insanın gerçekliklerini, yamukluklarını kabul ettiği bir yaş. Hırsın çok çalışmak gibi bir fedakârlık tarafı var. Ama bir taraftan da kalite düşüklüğü oluyor. Haftada beş röportaj yapayım derken aslında güzel röportajlar yapamıyorsun.

Argo üslubu yazarken avantaj mı? Erkek okuru arttırıyor mu mesela?

Herhalde daha samimi buluyorlar. Parantez içinde ’Babayı bulursun’ dediğin zaman insanlar gülüyor. Dezavantajı: Ciddiye alınmıyorsun. İsimlerin önüne "sayın" eki getirmen gerekiyor saygı uyandırabilmek için. Ben istediğim kadar hakaret edeyim, kimseden tekzip almıyorum.

İbrahim Tatlıses hariç... O dava açtı.

Haberi var mı emin değilim. Bana burada iş bitirici gibi gelen avukatı. "Kazanırsan hepsi senin, istediğine dava aç" dedi herhalde Tatlı Bey, o da haldır haldır herkese dava açıyor. Bir nevi ekmek parası.

Sonuç?

İlk raund aleyhime sonuçlandı. Dava devam ediyor.

Ağzınıza fermuar çektiniz mi?

E biraz. Ben ödemedim ama kendi suçunu başkasına da ödetmek de bana göre değil.

Hakaret etmek kötü bir şey miymiş?

Öyleymiş. Dalga geçmek güzel. Dalgamı geçmeye de devam ederim Tatlıses Tatlıses..

Sizin için "Ne biçim konuşuyor bu kadın"diyorlar mı?

Tabii. Çok oluyor. Başörtülüler lehine yazdığınızda öbür taraf, Kürtlerin lehine yazdığımda Türkler... Ama ertesi gün "Kürt açılımı iyi güzel de Kürdün Kürt’e açılımı nasıl olacak" diye yazdığımda da Kürtler saydırıyor bu sefer.

Etkiliyor mu?

Etkili tabii. Ruh sağlığını korumak için aslında okumamak lazım.

Siyaset yazmak iyi geldi mi peki?

Geldi tabii. Ama şimdi bıraktım. Çünkü gereğinden fazla siyasetle içiçeyiz. Siyasi yazarların hepsine bak, en yeteneklisinin bile en fazla on tane fikri var. Yeteneksizlerin sadece bir. On günde bir aynı yazı ister istemez yazılmak zorunda.

AK Partici diyorlardı size. Bu durumu ne kadar kaale aldınız?

Hiç. AK Parti’den utandığım yok, doğrusu binalarına bile girmedim şu ana kadar. Ama şu var adın bir kere bir "şeyci"ye çıktı mı inandırıcılık daralıyor. Ne söylersen söyle yandaş muamelesi görüyorsun, ciddiye alınmıyorsun. Açıklayabildiğine açıklıyorsun, açıklayamadığın ise "o zaten satılmış" diyor.

Seçim zamanı Kılıçdaroğlu ile ilgili bir öngörüde bulunmuştunuz. "Seçilmeyecek" dediniz ama seçildi. İyi oldu mu?

Demek ki siyasi tahminde bulunmasam daha iyiymiş. Benim Sayın Kılıçdaroğlu’ndan hiç bir beklentim yok. Ondan niye bir açılım, değişim beklediklerini de anlamış değildim. Sanki daha önce söylemleri varmış da başkan olunca iyice abartacak diye ummaları... Tuhaf. Genel Başkan seçildiğinin hemen sonrası Tunceli’deydim. Başkanlık konuşması nedeniyle nasıl da üzgündüler anlatamam. Kürt ama bilhassa Dersim kimliğini vurgulamadı diye. Kılıçdaroğlu’ndan neden bu kadar çok şey bekleniyor beni esas şaşırtan o.

Tayyip Erdoğan ve Kılıçlaroğlu uyumunu nasıl buluyorsunuz?

Tayyip Erdoğan ile Kılıçdaroğlu’nun atışmaları çok esprili bir hal aldı. Anladığım kadarıyla Tayyip Erdoğan Kılıçdaroğlu’nu pek sallamıyor. Stajer genel başkan muamelesi yapıyor. "Bu adamcağıza biraz siyaset öğretelim, şunu bir kışkırtalım" gibi davranıyor. Fakat Baykal gibi salvolar alamayınca da hayal kırıklığına uğruyor herhalde.

Röportajlarınızda, köşe yazılarınızda Ayşe Arman ismini sıkça telaffuz ediyorsunuz. Bu Arman’a eleştiri mi yoksa gizli bir hayranlık mı?

İkisi birden. Ayşe ile Hürriyet binasında masalarımız karşılıklıydı. Onun hızlı yükselişi karşısında hayran olmamak mümkün değil. Onun doğuştan anti ezik oluşu ile benim doğuştan ezik oluşum çok ilginç bir tezattı. Fakat aynı zamanda bir eleştiri de. Çünkü sığ bir durum da var. Birkaç durum hariç suya sabuna dokunmayan bir durum. Bir şeyleri çok rahat yazmasıyla tabu devirdi. Ama devirdiği tabular ne kadar esaslı tabular? Feminist bir manifesto değildi onunki. Esaslı bir röntgen alışkanlığı yarattı.

Sizin derdiniz insanların ’yamuk’ da olabileceğini göstermek mi?

Evet aynen öyle. Basında, dizilerde herkes mükemmel görünüyordu. O başarılı isimlerin arkasında yatan başarısızlıklar hiç görünmüyordu. Ben de onu söyledim. Her başarı öyküsünün arkasında on tane başarısızlık öyküsü vardır.

Sizin var mı?

Olmaz mı? Girdiğim ve kazanamadığım o kadar çok sınav var ki. Herkes içindeki ukdeyi gerçekleştiremiyor... Sonra razı oluyorsun. Eh bu da fena değilmiş diyorsun. Elindekini allayıp pulluyorsun. Bu başarı mıdır?

Kariyer planlamasında yaptığınız en büyük hata neydi?

Hürriyet’te yavaş yavaş parlarken, daha hızlı parlamak için televizyona geçmeye kalkmam. Tam bir patates olma hikayesidir.

Keşke bırakmasaydım diyor musunuz?

Güya televizyona geçip şöhret olacaktım. Üç defa denedim üçü de hayal kırıklığı oldu. Birincisi ATV dış haberler faciası: İlk iş, ilk tensikat. İkincisi Reha Muhtarla Show Haber. İki ay dayanabildim, Moğolistan’a kaçarak kurtuldum. Bu arada Reha Muhtar’ı çok severim ayrı. Yıllar sonra zırva bir yarışma programına jüri üyesi oldum. Karşıma böcek yiyen adamlar çıktı. Program çok şükür yayından kalktı. Nasıl? Felaketler manzumesi gibi.


ACI SOSLU YAZILARI OKUYAMIYORUM


Yazmak yemek yapmak gibi bir şey mi?

Tabii. Yemeğin içine de fazla baharat atarsanız yenmez hale gelir. Yazı da öyle. Baharatı, tuzu, acısı önemli. Argo diyelim baharat. Dozu çok önemli. Acı da diyelim öfke. Öfkeli kaç yazıyı arka arkaya okuyabilirsiniz? Bir de ağlama duvarına çevirmemek lazım. Soğanın çoğu nasıl iyi değil. Yazıda da çok acı, çok sitem insülin duyarsızlığı gibi "acı" duyarsızlığı yaratıyor insanda.

Öyle yazanlar var mı?

Var evet. Sitemi bir tarz yapanlar var. Ece Temelkuran mesela. Hep sitem eder. Sisteme, gelmişe, geçmişe. Dediklerine de karşı çıkmak mümkün değil. Evet ama bir gün iki gün gidiyor ama sonra bir ağırlık çöküyor. Ara vermek gerekiyor.

Yemeklerinizde hangi baharat daha ağırlıklı?

Kimyon, pul biber, taze karabiber. Arada nar ekşisi.

Yemek yapma stili ile yazma stili benzer mi sizce?

Benzer bence.

Mizahınızın tadı hangisi baharat?

Nar ekşisi.

İyi bir yazı aşçısı mısınız?

Gurme aşçısı değilim. Yüz saat bekletilmiş etler, şu kadar dakika kaynatılmış kemikler bana göre değil. Tembel ev kadını mutfağı benim ki. Bulduğum her şeyden koyuyorum. Ön hazırlıklı yemekler yapmıyorum. Çabuk tüketilecek ve kolay yapılacak yemekler yapıyorum. Yazılarımda öyle. Demek ki yazı ile yemek arasında iyi bir bağlantı var.


BİR YERE VARMAK İÇİN DEĞİL YOLCULUK İÇİN SEYAHAT EDİYORUM


Sizin bir de seyahat yönünüz var. Küçük otellere gidip kalıyor sonrada o mekanları yazıyorsunuz. "Küçük Oteller"e nasıl bulaştınız?

Aslında aile işi. İhale bana kaldı. Ablamla eski kocası Sevan - Müjde Nişanyan çifti başlamışlardı. 1998’den beri onlar çıkartıyorlardı. Sonra 2004’te Sevan benden rica etti "Sen de biraz katkıda bulunur musun?" diye. İlk küçük turumu o zaman yaptım. 2006 yılında Sevan "ben çıkamayacağım. Sen çıkar mısın büyük tura?" dedi. Otuz otellik bir liste verdi. 2007 yazından itibaren bütün otel keşif ve ziyaretleri bana kaldı. Sonra ablamı yeniden kattım. Şimdi beraber yapıyoruz.

Seyahat etmek, tatil yapmak gibi bir şey mi?

Hayatımda bir yere gidip tatil yapmadım. Şezlonguma uzanıp kitap okuyup sonra havuza girip dinlenmek denen şeyi bilmem. Sadece seyahat ettim. Kötü koşullarda da yaptım. Ama ben gitmek istediğim yere gideyim istedim. Benim tatil anlayışım bu.

Bu seyahatler size ne kattı?

En başta binlerce ıvır zıvır. Evin içi gördüğünüz gibi hatıralar geçidi gibi. Dokunduğun her şeyin iki saat hikayesini ve bana geliş macerasını anlatabilirim. Evet esas olarak anı kattı. Dost arkadaştan ziyade binlerce komik anı. Ve aynı zamanda acı. Gittiğin yerin kanlı geçmişini yüklenmeden gelemeyenlerdenim ben.

Birine otel önerirken hangi kriterlere göre yapıyorsunuz?

Bütçesine, nasıl bir tatil yapmak istediğine, aile yapısına ve istediği iklime göre bir arama yapıyorum. Bunları bilirsem o zaman terzi işi bir yer söyleyebilirim.

Yazarken kriteriniz ne?

Yaptığımız subjektif bir rehber. Başkaları çok beğense de biz beğenmiyorsak koymuyoruz.

Neye dikkat ediyorsunuz?

İçtenlikli ve zevkli olmasına dikkat ediyoruz. Para kazanmak ayıp bir şey değil ama tek amaç da para kazanmaksa olmuyor. Kendi kişiliğini yansıtan yerleri seviyorum. Dört ana kriter var. Yer: Dağ başı, orman kenarı gibi. İkincisi bina. Apartmanlar hemen eleniyor. Üç: Ev sahibi. Sevimli mi suratsız mı. Ve dört: yemek.

Neden seyahat ediyorsunuz? Bir yere varmak için mi?

Amaç bir yere varmak değil, o yolculuk esnasında yaşadıklarımız. Bunun için karavan alacağız şimdi. Uygun fiyata bir karavan bakıyoruz