İnfial
03 Haz 2015 16:10 Son Güncelleme: 23 Kas 2018 17:37

"MİT TIR'ları" haberi dolayısıyla bir bardak suda kopartılan fırtına!..

Medyaradar medya-siyaset analisti Atilla Akar, Cumhuriyet Gazetesi’nin manşeti ve MİT TIR’ları üzerine süren tartışmaya dair görüşlerini aktardı.

Cumhuriyet önceden “Türkiye ve Dünya Gündemini sarsacak” diye anonsladığı haberi ilk yansıtmaya başladığı zaman arkadaşlarla kendi aramızda tahminler yürütmeye çalıştık. Bu derece çarpıcı ne olabilirdi? Ben “Herhalde seçimleri etkileyecek derecede müthiş ve yeni bir şey olmalı” diye düşündüm hemen. Herkes kimi varsayımlarda bulundu. Sonunda “bekleyelim görelim” noktasına düğümlendik!

Nihayetinde MİT TIR’ları ile ilgili haberi gördüğümüzde doğrusu biraz “sukut-u hayal”e uğradım. Uğradım çünkü oluşan (Oluşturulan) beklenti ile ortaya koyulan haber arasında hadi bir ”uçurum” demesem bile hayli fark vardı. Birincisi; ortaya konulan haber hemen tüm unsurlarıyla “Yeni” değildi. Daha önce Aydınlık Gazetesi tarafından haberleştirilmişti. Yeni olabilecek ilave bir unsur da var sayılamazdı. (Ek ifade, vb) Özellikle aradım ben bulamadım. Meslek tabiriyle “takla attırma” bile yoktu. Bir anlamda “unutulan” haber adeta bir daha hatırlatılmıştı!!

Buna rağmen olay o kadar “başarılı” gündeme getirilmişti ve algı hassasiyetli beklenti o kadar yüksek tutulmuştu ki fazla bir şey yapmaya bile gerek kalmamıştı. Haberin veriliş tarzı ve oluşturulan beklenti ile “haber” adeta kendi kendini pazarlamıştı. Başka bir benzetme ile söylersek; aslında ısıtılan aynı yemek olmakla birlikte “Restoran” farkı ortaya çıkmıştı!

Üstelik şu “MİT TIR’ları hikâyesi” ilk ortaya çıktığından beri kamuoyunda oluşan algı –eğer iyice aptal değilseniz- zaten bu yönde idi. En hükümet yanlıları bile “Bu TIR’ların birilerine gittiği” yönünde hemfikirdi. Fark “fazla kurcalama kardeşim” noktasında düğümleniyordu. Belli ki çoğu ülkenin istihbarat servisinin muhtelif zamanlarda çok daha fazlalarını yaptıkları türden “normal” bir “operasyon” ile yüz yüzeydik. Ancak bu “operasyon” karşı bir “Paralel Operasyon” yiyince durum ortalığa saçılmıştı. Belli ki kızılan haberin ya da olayın “yalan” oluşu değil, şimdi ve bu şekilde gündeme getirilmesiydi!

Peki “yeni” olan neydi o zaman? Yeni olan beklenti düzeyinin yüksekliği, eldeki limonu iyice sıkarak bir tür “siyasi sansasyon” çıkarma arayışı ve bunun artık “Nasıl olursa olsun Erdoğan’ı yıpratacak, zorda bırakacak her şeye evet” noktasına kilitlenmiş, bu yönde “psikolojik sörf” yapıp duran hazır bir kitlenin iştahlı arzulanmasıydı. Diğer bir deyişle haberin “pazarlama” aşamasıydı. Asıl “başarı” bu noktadaydı. Çünkü zaten bilinen ve fiilen eski bir haberden “yepyeni ve vurucu bir haber” çıkartılması başarılmıştı.

Mesleğin eskileri “haberin kendisi kadar haberin verilişi de mühimdir” derlerdi haklıymışlar. Buna bir de “zamanlama” faktörü ile verildiği yeri de eklemek gerekecek belki de. (Bunca yıldır bu işin içindeyim en öğrenemediğim yan da budur!)  Beklentilere, nabza hitap etmek ayrı bir sanattır!

Lakin bir de madalyonun öteki yüzü var. O da Erdoğan-AKP Hükümeti cenahından hemen peşi sıra gelen “Marazi” ölçüde diyebileceğimiz tepkilerdi. Hemen “ajanlıklar” , “Pensilvanya”lar, vb işin içine karıştırıldı ve (doğru veya yanlış) bir “gazetecilik çizgisi” ve belli bir isim (Can Dündar) hedef tahtasına oturtuldu. (En ayıbı da “Uçkur düşkünü” tanımlamasıydı ki pes yani!) Erdoğan-Hükümet bunun bilerek mi yaptı yoksa her zamanki öfkeli refleksler mi baskındı bilemem. Artık her tür çapaçulluğa alıştık zaten!

Ama haberin etkisi 1 ise Erdoğan-hükümetin tepki biçimi ile etki bir anda 5’e katlandı. Diğer bir deyişle haberi pişiren Cumhuriyet / Dündar olmakla birlikte onu gerçekte köpürten ise Erdoğan-Hükümet oldu. Şayet hükümetin sert ve seri tepkisi olmasaydı haber (Aynı Aydınlık haberine olduğu gibi) muhtemelen hemen ertesine gündemden düşerdi.

Erdoğan/Hükümet fırsat bu fırsat buradan kendine özgü yeni bir “mağduriyet” hikâyesi daha çıkıp çıkmayacağının peşine düşmüştü. Kuvvetli bir “vatana ihanet” retoriği ile örülü “bakın biz bölgede cansiperane çalışırken, birtakım hainler nasıl bizi çelmelemeye kalkmışlar” türünden (Hadi hayırlısı bölgede “Bayırbucak Türkmenleri” diye bir grubun varlığını bu haber sayesinde öğrenmiş olduk!) bir söylemle kendi cephesini tahkim etti.

Sonuç olarak “bir bardak suda kopan fırtına" diyerek ne durumu ne de haberin kendisini küçümsediğim sanılmasın. Bu konuda ambargolarım yok. Devletin asli görevinin -gizli faaliyetleri dahil- tüm hayati işlerini kuralınca sürdürmek gazetecilerin asli görevinin ise bunları bulmak, yansıtmak, sorgulamak olduğunu düşünürüm. Aksi taktirde dünyadaki hiçbir operasyonun varlığını ve sonuçlarını öğrenemezdik. Kaldı ki bu olayda durumu faş eden aslen gazeteciler değil, devlet birimleri içindeki birbiriyle savaşan kimi gruplaşmalardır. Üstelik şimdi kızılan o gruplaşmalardan biri düne kadar en yakın partner konumundadır.

Bence olayın –son zamanlarda bu argümana fazla sarılınsa da- olayın “ajanlıklar”la, “komplo teorileri”yle (Bunu ben mi söylüyorum Ya Rabbim?) fazla bir ilgisi olduğunu zannetmiyorum. Lakin şimdilerde herkes için şu veya bu oranda geçerli şiddetli bir “paranoya iklimi” oluştuğundan ve belki de biraz işe geldiğinden bu tarz iddialar öncelikli dillendiriliyor. Bunu bireyler bir “komplo teorisi” olarak öne sürse fazla problem yok. Ama “resmi” düzeyde sunulunca iş çatallaşıyor!

Kimseyi suçlamak için söylemiyor ve hatta belli ölçülerde anlıyorum. Öte yandan Cumhuriyet’in ve dolayısıyla yeni yayın yönetmeni Can Dündar’ın tiraj arttırmanın,  imaj parlatmanın ve gazeteye yeni okur kitlesi kazanmanın tek yolu olarak (Artık Cumhuriyet sadece “yazarlar gazetesi” olarak kalamaz.) habere ve özellikle de çarpıcı, dikkat çekici, belli ölçülerde sansasyonel habere ihtiyacı vardır. Bu şartlar altında bazı haberler “çare” ya da “çıkış” görülebilir. Rotayı şaşırmadığınız sürece de bunda “anormal” bir yan yoktur!

Bunu ise iki yoldan sağlarsınız. Ya bu yönde yepyeni haberler ve dosyalar bulursunuz ya da eskiyi biraz eşeler ve “veriş tarzı”nız ve oluşturduğunuz beklenti ile (Bir yere kadar) bunu sağlarsınız. (Cumhuriyet tarzı “ağır” bir gazete için bu manevra ayrıca dikkat ve hassasiyet ister!) Bu örnekte ikinci seçenek biraz zorlanmışa benziyor. İlaveten kaşıyanlar da olmuşsa günahı boyunlarına!

O yüzden “hesap soracağız”lar, “içeri tıkacağız”lar, “asacağız, keseceğiz” ler, “bedel ödeteceğiz”lerle soruna yaklaşılmaz. Şayet istenen zaten bu değilse bu sorunu kabartmaktan başka işe yaramaz. Gazetecileri “hedef tahtası”na oturtmakla da olmaz. “Baskıcı” görüntüyü pekiştirmeye yarar. Gazetecilerin görevi bellidir.

Bu nedenle –yapılanı bazı açılardan tartışılır bulsam bile- gazetecileri baskılamaya yönelik adımları, söylemleri tasvip etmek mümkün değildir. O yüzden Cumhuriyet ve Can Dündar’a yönelik bir kampanyaya dönüşebilecek dalgayı kendi payıma kınarım. Öncelik her daim basın ve ifade özgürlüğündedir. Kanaatimce geri kalanını medyanın kendi iç eleştiri ve tartışma sürecine bırakmakta yarar var.

Onun dışında Allah aşkına!...Biz dörtnala seçime giden bir ülkede değil miyiz? Bu tartışma da nereden çıktı şimdi?..

03.06.2015.

atillaakar@gmail.com