İki Lafın Beli
07 Mayıs 2015 13:28 Son Güncelleme: 23 Kas 2018 17:32

Medyanın sivri dilli kalemi Oray Eğin Medyaradar'a konuştu: Aydın Doğan'ın en büyük hatası...

Sözcü Gazetesi köşe yazarı Oray Eğin, Medyaradar’ın usta röportajcısı Alev Gürsoy Cimin’e konuştu. Uzun süre sessiz kaldığı konulara değinen Eğin’in açıklamaları çok çarpıcı. İşte o röportaj…

Son zamanlarda yaptığım röportajlar arasında beni en çok heyecanlandıranı buydu diyebilirim. Çünkü uzunca bir zamandır Oray Eğin ile konuşmayı istiyordum ama yurt dışında olduğu için kısmet bugüneymiş. Bu röportajı almak çok da kolay olmadı işin aslı. Bir ara umudu kestiğimi de hemen itiraf edeyim. Oray Eğin’e bu süreçte büyük haksızlıklar da ettim. Röportajın elime ulaşması biraz vakit alınca az sitem etmedim kendisine ama o sakin tavrını hep korudu tek cümle kötü söz etmedi. Bana gösterdiği sabır için ona teşekkürü borç bilirim.
Röportaja gelecek olursak beklediğime değdi. Bu soruların cevabını çok merak ediyordum, eminim siz de benimle aynı fikirdesiniz. Medya da var bu röportajda, bedel ödeyenler de, bedel ödetenler de. Benim çok sevdiğim, ağabeyim dediğim İsmail Küçükkaya da var…
Oray Eğin’in medya konusunda çarpıcı sözleri vardı.
Kimi çok seviyor onu, kimi ise nefret edecek bir duyguya sahip… Bana kalırsa genç ve oldukça başarılı kalemlerden biri o;
Medyadaki her türlü kirliliği görmüş. Her türlü insana denk gelmiş. Kalemini hiç eğip bükmemiş. Her türlü bedele ve kaybetme pahasına rağmen…(Tabii umudunu da hiç kaybetmiyor, mesela Sözcü onun için bir umut)
Patronunun çantasını taşımaya en hevesli gazeteciyi de anlatıyor bu röportajda, basının kirliliğini temsil eden gazeteciyi de…
Bedeller ödemiş, en büyük bedel sanırım ülkesine duyduğu güvenin azalması. Medya konusunda umutsuz konuşuyor ama bugünler de geçer diyebilecek bir öngörüde.
Aydın Doğan’a kızdığı noktalar var ama hakkını da yemiyor. Sözcü için de ilginç şeyler söylüyor. Ben çok keyif aldım, dilerim siz de alırsınız. Yine bir röportajımın sonuna gelirken sizlere selam ediyor, meslektaşlarımın değerli kalemlerinden öpüyor, okurlarıma da güneşli güzel günler diliyorum… Sevgiyle kalın…

RÖPORTAJ: ALEV GÜRSOY CİMİN
TWİTTER: gazetecialev
Mail: alevgursoy2008@gmail.com


Oray Bey, öncelikle röportaj teklifimi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ediyorum. Siz hala konar-göçer durumdasınız galiba, Türkiye ile yurtdışı arasında mekik dokuyorsunuz. Peki, Türkiye’ye tam olarak yerleşmeyi düşünmüyor musunuz?
İki şehirde birden yaşama fikri hoşuma gidiyor. Türkiye insanın her türlü enerjisi söken bir canavar gibi. Kendimi yurtdışında geliştiriyorum, Türkiye’ye geldiğimde ise biriktirdiğimi kan emer gibi benden alıyor. Sonbaharda okula geri dönüyorum, doktoramı yapacağım. O yüzden bir süre daha uzakta kalacağım.

Akşam Gazetesi’nde çalışırken talihsiz olaylar yaşadınız. Birçok gazetecinin başına gelen ve hala da gelmeye de devam eden tapelerden bahsediyorum. Sizin de telefon görüşmeleriniz basına sızdı ve ABD’ye gittiniz. İddia edildiği gibi bu bir kaçış mıydı, yani Silivri’yi tatmamak için…
Bir tür bahaneydi diyeyim. 2008’den bir medya sitesi haberi okuyayım size: Oray Eğin New York’a taşınıyor. O zamanlar hatta gazetenin Washington bürosunu kurmak için genel yayın yönetmeni Serdar Turgut’la konuşmuştuk, bir türlü olmadı. 2010’daki referandumdan sonra Türkiye’nin yaşanmayacak bir yer olduğuna kesin karar verince buraya yerleştim.
“İÇERİYE ATILMA KORKUSU YAŞAMAYAN GAZETECİ DEĞİLDİR”
Türkiye, uzunca bir süre içeri atılan gazetecileri konuştu, durdu.  Kimi “Gazetecilikten içeride değiller” dedi, kimi üzüldü, kimi tef çaldı. Peki, siz o süreçte nasıl bir psikoloji yaşadınız?
O dönemde herkesin rengi ortaya çıktı. Benim için de kimin gazeteci olup olmadığının sağlaması oldu. İçeriye atılma korkusu yaşamayan gazeteci değildir, elbette bu süreçten ben de nasibimi aldım. Cemaat’in yayın organı STV ben tutuklanmadan sabah erkenden benim tutuklandığım haberini verdi. Cemaat kanalları beni hedef gösterip tutuklanmam için kampanya yaptı. Ne ilginç, şimdi STV’nin başında o haberleri yapan, yalan haberlerle insanları içeri atan kişi hapiste.
“ODATV DAVASINDA HÜKÜMET, CEMAAT TARAFINDAN KANDIRILDI”
Oda TV çalışanlarının ardından “Beni de içeri alırlar” korkusunu yaşadığınız oldu mu? Mesela çok sevdiğiniz Soner Yalçın cezaevindeyken ondan çok uzaklardaydınız, neler hissediyordunuz?
OdaTV operasyonunun çok büyük bir rezillik olduğunu ve hükümetin kandırıldığını biliyordum. Yüzlerine gözlerine bulaştırdılar ve Türkiye’nin baskıcı bir rejim olduğunu dünya bu sayede öğrendi. Ben de burada elimden geldiğince basına yönelik baskıları anlattım, bu konuda konuşmalar yapıp yazılar yazdım. Süreci uzaktan izleyerek Türkiye’yi aslında daha iyi anlıyor ve kırılmaları çok iyi görüyordum. Hükümetin ilk olarak OdaTV’de Cemaat tarafından kandırıldığı aşikârdı. O zaman bir kırılma olacağını tahmin etmiştim. Bazen Türkiye’nin içinde gürültüden ve dar bir çevrede yaşamaktan insan net bakış açısına sahip olamıyor. Uzaktan Türkiye’yi anlamak daha kolay.
“BEN DE BEDEL ÖDEDİM”
O süreçte büyük bedeller ödeyen çok meslektaşımız oldu. Siz de hiç bedel ödediniz mi? Ödediyseniz neyin bedeliydi bu?
Ben mağdur edebiyatı yapıp bundan beslenen bir gazeteci değilim. 2011’de pek çoklarımız gibi ben de bedel ödedim tabii ki. Köşemi kaybettim, az bir şey değil tabii ki. Ama bu sayede akademiye geri döndüm, yurtdışına yazılar yazdım...
“FATİH ALTAYLI’NIN EN BÜYÜK TALİHSİZLİĞİ ONUNLA ADAŞ OLMASI”
Sanırım “bir gün her gazeteci tapeyi tadacak.” Tabii Fatih Altaylı bu isimlerin galiba en talihsizi… Gece gündüz dinlemişler adamı! 
Fatih Altaylı’nın talihsizliği Alo Fatih’le adaş olması. Ne yaparsa yapsın tarih Fatih Saraç’la onu karıştıracak ve ne yazık ki tarihe Alo Fatih olarak o geçti. E tabii o da Alo Fatih olmaya teşneydi. Çok haklısınız, yüzde yüz haklısınız efendim diye Gezi sürecinde yaptığı Erdoğan röportajı... Habertürk’ten atılan gazetecilere hiçbir şey diyemeyişi... En büyük ayıbı da OdaTV davasında misyon gazetecileri gibi tutuklulara saldırmasıydı. Şimdi ne oldu, kendisinin misyon gazetecisi olduğu ortaya çıktı. Manipülasyon yapayım ben, dediğini duyduk hepimiz. Bir de zekamızla alay ediyor montaj diyor... Yazık Fatih’e, çünkü onu insan olarak çok seviyorum ve başkalarını kesip biçtiğim gibi onu kesemiyorum.
“İSMAİL KÜÇÜKKAYA ŞİMDİ MUHALİF AMA…”
Nitekim sizin de başınıza böyle talihsiz bir olay geldi ve mahremiyet dediğiniz konuşmalar Akşam Gazetesi’nde sonunuz oldu. Neydi İsmail Küçükkaya’ya açtığınız o savaşın nedeni? (1 Kasım 2010 tarihli bir telefon görüşmesinde Soner Yalçın, size İsmail Küçükkaya’ya “savaş açalım” talimat veriyor gibiydi)
Benim bildiğim tek savaş İsmail Küçükkaya’nın Ankara’dan beni atma göreviyle İstanbul’a geldiği, o zamanlar çok yakın olduğu hükümet ve Cemaat gazetecilerine bunun sözünü verdiği. Şimdi muhalif ama en yakın arkadaşı Akif Beki’ydi bir dönem! Akşam’da yazmasını sağlıyordu. Nitekim size o telefon konuşmalarının bağlamını vermem gerekiyor... Biraz uzun ama dinlemeye hazır mısınız?
“BENİM GAZETEMDE BANA SAYDIRDI, KAN BEYNİME SIÇRADI”
İsmail Küçükkaya’ya neden bu kadar kızgındınız, size ne yapmıştı ki öyle bir “öfke patlaması” yaşadınız?
Biliyorsunuz, Fehmi Koru benim eleştirdiğim ve babasından dolayı kolonya kokulu dediğim bir gazeteci. Bir gün gazeteyi bir açtım baktım, önünde parfümle poz vermiş. Bana saydırıyor, yalancı diyor... Bir dolu laf ediyor. Benim kendi gazetemde. Tabii ki kan beynime sıçradı ve ‘rahatsızlığımdan’ dolayı yazılarıma ara verdim. O an Habertürk’ten aradılar iş teklif ettiler. Ciddi ciddi gitmeyi düşünüyordum. Hatta Fatih Altaylı’yla konuşurken telefonda Mehmet Emin Karamehmet arıyordu, açamadım bile. Bu telefonlar da o kriz anındaki öfkeyle söylenmiş sözler... Tabii evveli de var. Erzincan’ın Eğin ilçesiyle ilgili haber yapıyor, oradan her çıkan Ergenekon’cuymuş... Altına da benim yazımın anonsunu koyuyor. Tam bir taşralı kurnaz, anlamayan olursa bağlantıyı kursun diye. Kendi gazetemde beni ihbar ediyor... Bütün bunları da gücü beni atmaya yetmediği için yapıyor. Belki giderim diye.
“BENİ ATMAYA GÜCÜ YETMİYORDU”
Neden atamıyordu sizi Genel Yayın Yönetmeni olmasına rağmen?
E gücü yetmiyor işte... Gazetenin en çok okunan yazarıydım bir kere. Dahası bu kararlar onun yetki alanını aşan, patronlar katının baktığı meselelerdir.
“TÜRKİYE’DE KÜFREDİLECEK VE ELİ ÖPÜLECEK GENEL YAYIN YÖNETMENLERİ VAR”
Pişman mısınız o konuşmalardan?
Türkiye’de bir küfredilecek genel yayın yönetmeni vardır, bir de eli öpülecek. Ben 20 yıla yakın bu mesleği yapıyorum, ikisiyle de çalıştım. Bu meslekte eminim kırdığım çok insan vardır, üzdüğüm, ayağına bastığım, pişman olduğum. Ama İsmail Küçükkaya bunlardan biri değil.

Bugünkü aklım olsa “şunu da yapmazdım” dediğiniz şeyler var mı?
Bazı yazılarımdaki bakış açımı, yaklaşımı, hatta yazının mimarisini bile beğenmiyorum. Benim farklı yapardım dediğim şeyler profesyonel detaylar, koridor politikaları değil. Ben herkesin her şeyi yüzüne söyleyen, koltuk için insan idare etmeyi tercih etmeyen biriyim. Benimle çalışanlar da bunu biliyorlar. Çünkü dürüstlüğümden ve gazeteciliğimden şüphe duymuyorlar. Ben bütün kartlarımı açık oynarım.
“YİNE DE EN KOLAY ÇALIŞTIĞIM GENEL YAYIN YÖNETMENİYDİ”
Tapelerde ağza alınmayacak küfürler ettiğiniz eski genel yayın yönetmeniniz şimdi sabahların yıldızı oldu. Fox TV’de reyting rekorları kırıyor, ne düşünüyorsunuz? Dün kızdığınız o gazeteciyi bugün beğeniyor musunuz?
Şimdi size çok ilginç bir şey söyleyeceğim: İsmail belki de benim en kolay çalıştığım yayın yönetmeni oldu. Benimle uğraşmayı bırakıp benden faydalanmaya başladıktan sonra çok verimli bir ilişkimiz oldu. Çünkü birbirimizi tanıdık, anladık. Ve düşünün, beni atmak için gelen bir yönetici birden beni koruyan birine dönüştü. Tapelerdeki konuşmalardan da aylar öncesinden haberdardır. Cemaatçi muhabirler çoktan sızdırmıştı ona. Hatta Mehmet Emin Karamehmet de bırakın bu çocuklukları demişti, o da ‘Tabii ki olur böyle şeyler, ne önemi var canım’ demişti. Ta Şubat’ta, Mart’ta. Ama Ekim-Kasım’da kamuoyuna mal olunca öyle bir baskı oluştu ki direnemedi. Bir yandan Mustafa Karaalioğlu, bir yandan Ekrem Dumanlı arayıp ‘Hadi atsana fırsat bu fırsat’ diye baskı yapıyordu... Zaten bir süre sonra Akşam’a el kondu, o da işten atıldı. Ne ilginç, bugün Karaalioğlu efendisi tarafından bir paspas gibi kullanılıp atıldı, Dumanlı ise büyümesine katkıda bulunduğu canavar tarafından yutulmak üzere.
“HERKESİN SEVDİĞİ ADAM OLMA DERDİNDEYDİ”
Yakın bir zaman içerisinde Mehmet Ağar’ın da sizinle ilgili bir tapesi patladı, o da size hakaretler ediyordu. Ne hissettiniz o an?
Mehmet Ağar benim için hiçbir şeydir, beni de orada İsmail’in konuşmaları ilgilendirdi. Açıkçası, ona da kızmadım. İdare ediyor işte. Huyu çünkü idare etmek. Ondan daha fazlasını beklemiyorum ki. Herkesin en sevdiği adam olma derdinde. Bu yüzden bir ara CHP’liler de AKP’liler de severdi, ama hayatın böyle olmadığını anladı sanırım. Benim merak ettiğim Ağar’ın bu tapesi neden sızdırıldı. Hangi konuyla ilgisi vardı? İsmail’i vurmak dışında neye yaradı? Neyi hedef aldı? İsmail Küçükkaya’nın şimdi yaptığı muhalefete karşı bir gözdağı mı bu? Çok büyük bir ayıp ve hiçbirimiz bunu tartışmadık bile içerikten sıra gelmediğinden.
“ODUNU İKTİDAR YAPSAN BARLAS AİLESİ ÇIKARI VARSA DESTEKLER”
Türkiye’de basın her zaman tartışılır bir haldeydi ancak gazetecilerin itibarlarını bu kadar yitirdiği başka bir dönem daha yok herhalde. Neler oluyor sizce?
Buna da katılmıyorum. Daha önce Pulitzer ödülüne layık işler çıkartıyordu medya sanki de şimdi bozuldu. Aksine mayası bozuk olduğu için bu kadar kolay ele geçirildi, çirkinleşebildi medya. Mesela Barlas ailesi hep aynı Barlas ailesi. İktidar diye odun gösterin, çıkarları varsa o odunu överler. Ama bu dönemin sonucu itibarıyla farklı olacağını düşünüyorum. Bir kırılma yaşandı. Bazılarımız haksız yere bedel ödedi. Bazı isimler haksız yere tasfiye oldu. Ama haklı tasfiyeler de oldu bu arada. Ve çok kısa süre sonra bitecek bu dönemden sonra Eski Türkiye çok daha aklı başında bir şekilde dönecek.
Peki, siz itibarınızı koruduğunuzu düşünüyor musunuz? Mesela size ve yazılarınıza güvenilirlik ne durumda?
Okur benim yalan söylemediğimi biliyor. Hiçbir zaman da söylemedim. Ve sanırım aşağı yukarı ne dediysem de çıktı.
Gazetecilerin en önemli özelliğinden biri de öngörüleridir. Siz öngörüleri kuvvetli bir yazar mısınız?
Ergenekon, Balyoz gibi davaların birer yalan ve balon olduğunu biliyordum, bunları yazıyordum, bunlar çıktı. Türkiye dış politikasının bir felakete sürüklendiğini yazıyordum, bunlar çıktı. Selahattin Demirtaş’ın gerçek muhalefet lideri olduğunu ilk ben yazdım kaç sene önce, Selo modası yeni başladı... Pek yanılmadım sanırım, ama Türkiye’de bazı şeyleri önceden görmenin, bilmenin, yazmanın çok iyi olup olmadığı konusunda emin değilim. Şimdi bazı şeyleri kendime tutuyorum. Çünkü çoğu zaman ‘Değer mi’ diyorum.
“DAVUTOĞLU KONUSUNDA YANILDIM”
Verdiğiniz bir röportajda Davutoğlu döneminde medyanın daha özgür olacağını ve bu nedenle umutlu olduğunuzu söylemiştiniz, o görüşünüz hala geçerli mi?
Koltuk insanları köreltiyor galiba. Davutoğlu beklediğimden daha hoşgörüsüz çıktı ama Ankara’daki çift başlılık basında bir rahatlama yarattı. Önce Gezi, sonra 17-25 Aralık, sonra da Erdoğan’ın Saray’da bir tür kızağa yollanmasından sonra basında itirazlar daha net yükselmeye başladı.
“ERDOĞAN’I BAŞARILI BULMAYAN APTAL OLMALI”
Bir ara da Erdoğan için "Çok iyi konuşuyor, uzun boylu, fit ve enerjik, zeki ve esprili. Muhalefette olmayan her şey onda fazlasıyla mevcut." şeklinde bir yazı yazmıştınız. Bu güzellemenin nedeni neydi, düzene mi ayak uydurmak istediniz yoksa gerçekten Erdoğan’ı başarılı mı buluyordunuz?
Cımbızla çekilmiş yazının tamamına bakıldığında seçmendeki bir algıyı anlatıyordum. Ve evet, herhalde Erdoğan’ı başarılı buluyorum. Erdoğan’ı başarılı bulmayan aptal olmalı. Başarılı olmayan bir insan bir ülkeyi böyle kısa sürede arka arkaya hem de halkoyuyla ele geçiremez. Her başarı onayladığımız ve takdir ettiğimiz bir başarı olmak zorunda değil tabii ki. Keşke başarısız olsaydı. Ya da muhalefet daha başarılı olsaydı.
“ADINI BİLE UNUTMAK İSTİYORUM”
An itibariyle ne düşünüyorsunuz, Sayın Cumhurbaşkanı ile ilgili?
Hiçbir şey düşünmek istemiyorum. Onun hakkında hiçbir şey düşünmediğim günlerin gelmesini istiyorum. Adını unutmayı bekliyorum. Sıkıldım ondan fazlasıyla.
“TATLI SU MUHALİFLERİ BEDEL ÖDEMEZLER”
Geçtiğimiz günlerde Mirgün Cabas ile Savcı Sayan’ın canlı yayındaki polemiği epey ses getirdi. Sizin de bu konuda Mirgün Bey’e çok sert eleştirileriniz oldu. Benim orada en çok dikkatimi çeken kullandığınız şu “Tatlı su muhalifi” ifadesiydi. Nedir tatlı su muhalifi? Mirgün Bey bunu hak edecek ne yaptı? 
Tatlı su muhalifleri suya sabuna dokunacak hiçbir konuya eğilmezler, sadece zararsız birkaç meselede, o da moda olduktan, artık kendilerine bir olumsuz geri dönüşü kalmadıktan sonra seslerini çıkartırlar. Muhalefet onlar için bir broş, bir estetik kimliktir sadece. Bir süs olarak yaklaştıkları için de hiç bedel ödemezler, hep ödüllenirler, bir de güya ‘kaliteli marka’ olarak kendilerini korurlar.
Bu arada Savcı Sayan da size hayli tepkili. Öyle ki cinsel tercihiniz üzerinden bile sizi vurmaya kalktı. Bu hep başınıza gelen bir olay mı?
Cinsel tercih gibi bir kavramı kabul etmiyorum. Eşcinsellik de konuşabiliriz, ama önce doğru yaklaşımı, doğru kavramları öğrenmeniz gerek.
“MEDYAYA VURMAK İKTİDARLARA OY GETİRİYOR”
Tamam, o halde yine Doğan Grubu’na döneyim. Zira son günlerde bu grup hemen herkesin eleştiri odağı haline geldi. Hele Güneş Gazetesi’nin o manşetinden sonra diyecek söz bulamıyorum?
Şaşırtıcı bir şey değil ki, her seçim öncesi hükümet Doğan Grubu’nu hedefe koyuyor zaten. Medyaya vurmak iktidarlara oy getiriyor. Hatırlayın, Tansu Çiller de bir ara meydanlardan Doğan Grubu’nu hedef alarak var olmuştu son yıllarında.
“AYDIN DOĞAN’IN EN BÜYÜK HATASI…”
Kimi DHKP-C yanlısı diyor Aydın Doğan’a, kimi grubu terör yanlısı ilan etti, kimi de CHP sözcüsü diyor. Fatmagülü biliyorum da Aydın Doğan’ın suçu ne?
Aydın Doğan’ın en büyük hatası 2007’de Emin Çölaşan’ı atmak ve bu insanlarla uzlaşılabileceğini zannetmek oldu. Eğer Çölaşan’ı atmasaydı belki kendisine yönelik baskı daha da artacaktı ama medyada ‘Hükümet isterse adam atılır’ yolu açılmayacaktı. Tabii Çölaşan’dan uzun zamandır rahatsızdı Doğan, bu da bir anlamda bahanesi oldu. Aydın Bey sonraki yıllarda anladı ki bu iktidara ne verirsen ver, hep daha fazlasını isteyecek. Dahası, kendisi karakter sahibi. Bir müteahhit gibi biat etmeye yatkın değil. İktidarın bazı isteklerini yaptı ama her isteğini yapmadı. Bir süre sonra bazı isteklerini de yapmamaya başladı. Erdoğan asla Doğan’ı affetmeyecek, ama affetmemeye siyasi ömrü yetecek mi göreceğiz.
“AYDIN DOĞAN MÜTEAHHİT GİBİ BİAT ETMEYE YATKIN DEĞİL”
Doğan Grubunu siz nasıl buluyorsunuz son tahlilde?
Çok kızıyorum, ama iyi ki var diyorum.
“İRRELEVANT BİR GAZETE OLDU AMA YANLIŞTAN ÇABUK DÖNÜLDÜ”
Hürriyet hala Amiral Gemisi mi?
Kim derdi ki Hürriyet’in tahtı sarsılacak. Özkök sonrası dönemde Hürriyet’i uyduruk bir gazete haline getirmeyi, toplumsal tartışmanın dışına itmeyi bile becerdiler. Hürriyet ‘irrelevant’ bir gazete oldu. Okumasanız bir şey kaybetmediğiniz. Neyse ki yanlıştan çabuk dönüldü ve hasarlar zamanla toparlanacak. Sedat Ergin’in bir gazete yapabiliyor olması Türk basınında herkes için bir umuttur.
“HÜRRİYET ‘İRRELEVANT’ OLDU SÖZCÜ DE ‘RELEVANT”
Hürriyet demişken Sözcü’yü atlamak olmaz. Neredeyse o gazetenin tüm yazarları şimdi benim “mahallenin zıpkın delikanlısı olarak gördüğüm Sözcü’de. Sahi Sözcü’yü nasıl buluyorsunuz?
Hürriyet ‘irrelevant’ oldu derken Sözcü de ‘relevant’ oldu işte. Meydanı boş bırakır, insanların sesini kısarsanız bir başkası çıkar ve o insanlara yer verir, platform açar ve kitle de kafasını o yöne doğru çevirir. Çok başarılı bir proje oldu Sözcü.
Ne kadar özgürsünüz bu gazetede?
Yayın yönetmenimizle herhalde iki kere, patronla da bir kere konuşmuşumdur . Bu çok sağlıklı bir ilişkidir. Ne kadar az konuşursam o kadar sorun yok demektir. Bu konuşmalarım da hiç yazı içeriğiyle ilgili olmadı. Mesela Metin Yılmaz bir kere aradı beni, yazılarımın altına e-mail koyalım mı diye... Ben de koymayalım dedim.
“DEMOKRATİK BİR SOSYALİZME İNANIYORUM”
Sağcı desem sağcı değilsiniz, solcu desem diyemiyorum, ulusalcı hele hiç diyemiyorum.
Ben kendimi her zaman sosyalist olarak tanımladım, ama daha Batılı anlamda, demokratik bir sosyalizme inanıyorum. Bunun siyasi karşılığı Amerika’da var, ama Türkiye’de yok. Serbest piyasanın yanı sıra devletin müdahalesine, regülasyona inanıyorum. Eğitimin, sağlık hizmetlerinin devlet tarafından karşılanmasını istiyorum. Gelir dağılımı eşit olsun, yüzde 1’le yüzde 99 arasındaki uçurum kapansın diye umut ediyorum.
Peki, Sözcü’nün sizi kabul etmesi nasıl oldu bu haliyle? Bir de mutlu musunuz bu gazetede?
Ben Sözcü’yü Türkiye’nin yeni platformu olarak görüyorum ve benim de gelişimle beraber bu yolda yepyeni bir adım attıklarına inanıyorum. Kim olduğumu, ne yazdığımı biliyorlardı beni almadan önce. Başka seslere, başka renklere de açılma yolunda hızla ilerliyor ve temel ilkelerini sarsmadan daha da çok sesli olacak bence bu gazete.
Sözcü’nün ulusalcı ve cumhuriyetçi çizgideki yazarlarının pek çoğunun geçmişte negatif bir söylem ile liboş diye nitelediği gazetecilerdensiniz. Şimdi o yazarlarla aranız nasıl?
Sözcü’nün hemen hemen bütün yazarlarını geçmişten tanıyorum ve şimdi değil, geçmişte de meslekteki abilerim olarak gördüğüm, haklarını hep teslim ettiğim, hatta bunu defalarca yazdığım isimler. Sözcü’den önce de yakın ilişkide olduğum, sık sık konuştuğum gazetecilerdi. Emin Çölaşan, Bekir Coşkun, Uğur Dündar, Yılmaz Özdil, Rahmi Turan, Necati Doğru... Hiçbirinin de bana liboş dediklerini hatırlamıyorum. Bence benim liboş dediğim insanlarla onların liboş dediği insanlar ortaktır.
“BENİM HATAM ONLARIN GÖRÜŞLERİNİ SORMAMAKTI”
Siz muhalif hatta dili çok sert yazarlardan birisiniz. Sizce gazetecilik sadece muhalif olmak mıdır?
Kuşkuyla yaklaşmaktır. İktidarların her yaptığına kuşkuyla yaklaşmaktır. Mesela büyük ihtimalle seçimde Hillary Clinton’ı destekleyeceğini açıklayacak New York Times onun şahsi e-mail’lerini kullanmasını ilk gündeme getiren oldu. Clinton Vakfı’nın para ilişkilerini de yine bu gazeteden okuyoruz. Benim kendi adıma hatam şu oldu: İktidarın aleyhinde bir şey yazarken arayıp onların da görüşlerini sormam gerekiyordu. Ama ne de olsa yanıt vermezler diye çoğu zaman aramadım. Şimdi arıyorum, yanıt vermiyorlar. Ama en azından ben aramış oluyorum. Bu da mesleki büyümem benim herhalde. Tabii şöyle bir sorun da var: Bazen Türkiye’de haberin iki tarafını birden aradığınızda birden o taraflardan biri bu sefer yayımını engellemek için devreye girebiliyor.
“MÜTEAHHİT MEDYA PATRONLARI BATACAK”
Medyanın gidişatını nasıl buluyorsun?
Bir kere bu müteahhit patronlar batacak. Onların yerine tıpkı bir dönem Erol Aksoy ve Cem Uzan’ın girdiği gibi genç işadamı patronlar girecek ve yeni bir dönem başlayacak. İleride iktidar kompozisyonu değişirse ki illa bir ara değişecek, ona göre de medya yeniden yapılanacak. Çok da fazla iyi gazeteci yok sonuçta ortada, İktidar medyası da şu son 10 yılda bir okul görevi yapıp gençleri yetiştiremedi. Yine bizlerle çalışacak bu yeni patronlar da... Ama tabii bu dediklerim belki beş seneyi bulacak.
“O GAZETECİLER O MÜTEAHHİTLERİ PARLATTI”
Medyanın en büyük sorunu sizce ne?
Patronlar, sadece medyada değil, bütün iş sahalarında, Türkiye’de ne yaparlarsa yapsınlar ucundan köşesinden illa ki iktidara bağlı olmaları. Eskiden de böyleydi, şimdi işin ucu iyice kaçtı. Mesela bu Cengiz dediğiniz müteahhit adamı Türkiye yeni tanıdı ama Mesut Yılmaz döneminin kalıntılarından biri... Zorlu keza... Hep bu patronlar iktidarlara yamandı... Cengiz’i, Adnan Çebi’yi de hep İsmail Küçükkaya’nın onları öven, yıkayan yağlayan yazılarından hatırlıyorum. Akif Beki’yle ikisi Çebi’nin otelinde bedava kalırdı. Akşam gazetesi de bu 17 Aralık müteahhitlerini o dönem övgüye boğardı. 
En beğendiğiniz gazete hangisi desem…
Ben New York Times okuyorum.
“TAKVİM VE GÜNEŞ OKURKEN ÇOK EĞLENİYORUM, ÇOK FANTASTİK SAYFALAR YAPIYORLAR”
Akşam’ı nasıl buluyorsunuz?
Vallahi ne yalan söyleyeyim, ben orada çalıştığım dönemde bile pek okumazdım Akşam’ı. O kadar bol vaktim yoktu. Şimdi daha çok Takvim’i, Güneş’i okuyorum. Çünkü çok fantastik sayfalar yapıyorlar ve çok eğleniyorum. Mesela Takvim’in başındaki bey; çok flamboyant bir tip ve bana son derece yakın geliyor. Sanki bizim çevrelerde yetişmiş gibi. Ne kadar saçmalasa da bir dayanışma halinde hissediyorum kendimi. O ünlemlerini, ‘bir dost’uyla buluştuğunu anlattığı deli saçma yazılarını çok seviyorum. Kusura bakmayın, burada aynı camianın insanları olarak pozitif ayrımcılık yapıyor olabilirim. Basın camiasındayız hepimiz sonuçta.
“O GAZETECİDEKİ O KAFAYI MERAK EDİYORUM, KEŞKE ROMAN YAZSA”
Başka kimleri okuyorsunuz hükümet medyasından?
Bir de İbrahim Karagül’e bakıyorum: Ondaki kafayı çok merak ediyorum, deli komplo teorileri, Dan Brown romanlarını andıran şifreler, uluslararası casusluk hikayeleri falan anlatıyor. Keşke o uzun saçlarıyla casus romanları yazsa, çünkü kafası kurguya çok iyi çalışıyor. Çok para kazanır. Yeni Şafak’ın ekonomik durumu malum, iyi yaşamak bu çocukların da hakkı.
“BİRGÜN O GAZETEYİ BEN YAPACAĞIM”
Kimileri “Beyefendi gazeteciliği” diye bir şeyden bahsediyor. Türkiye’de yapılan gazeteciliğin adı ne?
Türkiye’de uzun düz çizgilerin arasında bazen tek bir noktada gazetecilik yapıldı. Mesela Tansu Çiller’in ABD’deki malvarlığı ya da Diyanet İşleri Başkanı’nın arabası gibi... Sonra o uzun çizgiler devam etti... Düz bir çizgi ve tek bir nokta arada... Kısacası hiçbir zaman evrensel anlamda sürekli gazetecilik yapılmadı. Bir gün öyle bir gazeteyi ben yapacağım.
“TEK SEVMEDİĞİM GAZETECİ O ÇÜNKÜ KİRLİLİĞİ TEMSİL EDİYOR”
Bana sevmediğiniz 5 köşe yazarını sıralamanızı ve nedenlerini kısaca anlatmanızı rica ediyorum?
Tek bir isim vereceğim: Türk basınında sevmediğim her türlü kirliliği temsil ediyor çünkü. Taha Akyol... Koridorlarda kulis yapmak onda... Faşist geçmişi ortada... Şimdi Cemaat’e oynamaya çalışıyor, hep güç odaklarına tapındı... Sahte bir filozof gibi ortalarda davranıyor, yahu sen kimsin diye gülüyorum... Patronun çantasını taşımaya en hevesli o... Sahi, Erdoğan açıklamamış mıydı ‘Gelip benden ricalarda bulundu’ diye... Belki ben yanlış hatırlıyorum. Bir de şahsi bir nedenim var: Hayatta hiçbir kuvvet bana o yeşil hırkaları giyen birini sevdiremez.
“PATRONUN ÇANTASINI TAŞIMAYA EN HEVESLİ GAZETECİ O”
En beğendiğiniz köşe yazarları kim peki?
Çok seçici okuma yapıyorum ben... Öyle düzenli köşe yazarı okumuyorum, artık yazı okuyorum. İçinde bilgi ve zekâ varsa okuyorum sadece, ahkâm ve üslup o kadar önemli değil. Mesela Abdülkadir Selvi’ye bakıyorum çünkü mutlaka bilgi oluyor. Ama açıkçası çok uzun zamandır Türk basını detoksundayım, çok sınırlı bilgim.
Seçimlerden beklentiniz ne, totem yapıyor musunuz?
Ben manipülatif anketlerde olduğu gibi AKP’nin oyunun 40’ın altına düşeceğine inanmıyorum. CHP’nin gizliden gizliye bir AKP-CHP koalisyonuna yattığını ve oylarının yerinde saydığına inanıyorum. MHP’nin Durmuş Yılmaz’ın öngörüsüyle memur ve emekliyi hedef alan bir program yaptığını, genel olarak da oylarını yükselttiği öngörüsündeyim. 43-26-18-10 diye yazdım Twitter’da tahminimi, bakalım tutacak mı?
“DEMİRTAŞ İKTİDARA ADAY BİR LİDER AMA HDP’NİN BARAJ SORUNU VAR”
HDP’nin barajı geçme ya da geçememe durumu için Oray Eğin’in bir öngörüsü var mı?
Selahattin Demirtaş’ın Türkiye’de yarattığı rüzgarın eşine daha önce Ecevit’te, sonra da Tayyip Erdoğan’da rastlandı. Zeki, çok sempatik, insanlara yakın geliyor ve partisinin popülaritesinin üstünde şöhreti. Ben Demirtaş’ın iktidara aday bir lidere dönüşmesini istiyorum. Yıllar önce Demirtaş rüzgârını ilk yazdığımda ondan ilk bahseden yazarlardandım, öyle çok tepki aldım ki... Ama bunu demekle birlikte HDP’de bir başarı rehaveti görüyorum. Oyları yüzde 12-13 falan diye fazla mı gevşediler acaba. Diyanet ve Kâbe açıklamaları (ben doğru bulsam da) seçmende ters tepebilir, dahası AKP’liler köylerde ‘Bunlar dininizi elinizden alacak’ diye propaganda yapabilir. O yüzden yine de bir baraj sorunu olduğunu düşünüyorum.
Medyaradar’ı nasıl buluyorsunuz ?
Günde mutlaka birkaç kere bakıyorum. Artık sayfa düzenini değiştirmenin zamanı geldi. Ama medya haberlerini çoğu zaman sizden alıyorum. Eşitlikçi olmanız, klikçi olmamanız, sevdiğinize ve sevmediğinize eşit oranda yer ayırmanız, taraf tutmamanız hoşuma gidiyor. Olması gerektiği gibi.
Size bu güzel röportaj için teşekkürü bir borç biliyorum. Dilerim kalemleriniz hep doğruyu yazar ve hep özgür yarınlara doğru yön çizer…