Medya
02 Eyl 2011 10:02 Son Güncelleme: 23 Kas 2018 12:45

MEDYANIN ''ARAP BAHARI'' İLE İMTİHANI! TÜRK MEDYASI NEYE ÇANAK TUTTUĞUNUN FARKINDA MI?

Medyaradar'ın analiz yazarı Atilla Akar, Türk medyasının Libya ve Suriye olaylarında çok kötü bir sınav verdiğini belirterek yaşananları bakın nasıl analiz etti?

“Çakma Devrimler”in Sosyal Tabanı ve İdeolojisi Lümpenizm! (Türk Medyası Neye Çanak Tuttuğunun Farkında mı?)

 “Arap Baharı” patlak verdiğinde sağlı/sollu birçok çevre bunu yeni bir “spontane devrim dalgası”nın ilk işareti saydılar. “Yükselen Halk Hareketi”ne, “Diktatörlerin Devrilişi”ne ve “Muhalif Potansiyele” övgüler düzdüler. (Durumun sandıkları gibi olmayabileceğini söyleyen bizlere karşı ise de her zaman olduğu gibi “komplo teorisi” ve “halklara inançsızlık” etiketi vurmaktan geri durmadılar. Durum netleştiğinde ise bir “özür” bile dilemediler!) Çok geçmeden bu “erken sevinç”in yerini hayal kırıklığı aldı. Çünkü ortada ne sandıkları türden bir “halk hareketi” ne de “devrim” vardı. Giderek olayların arkasındaki uluslar arası planları gördükçe, “ayaklanmacılar”ın profilinin umdukları gibi olmadığını anladıkça “umutlar” kısa sürede hayal kırıklığına döndü. Ortada en çakmasından “servis işi” bir “karşı-devrim dalgası”, bir “proje” olduğunu anladıkları zaman ise iş işten geçmişti!

Solda bu konuda jetonlar kısa sürede düşer gibi olsa da sağ halen taammüden “demokratik devrimler” sakızını çiğnemeye devam ediyor. O kadar ki, uluslar arası operasyonların “taşeronu” duruma gelen sağ başka ülkelerin içişlerine karışma noktasında (Silah, para, teknik, istihbarat yardımı ve belki de yarın doğrudan askeri müdahale, vb şeklinde) artık “suç”a varan girişimleri bile görmezden gelmeye hatta buna çanak tutmaya başladı. Aynı zamanda yaşananların tam bir “halk hareketi” olduğu, “demokrasi özlemi”nin dışa vurumu olduğu yalanını yaymaya devam ettiler. Oysa ortada sadece uluslar arası odaklara göre seyreden, ona göre dizayn edilmiş bir “kaos hareketi” vardı ve aynı güçler buradan kendilerine uygun “yönetimler” çıkarmanın peşindeydiler. AKP’de ilk başlarda bocalasa da (Başbakan Erdoğan’ın ilk günlerde “Ne işi var NATO’nun Libya’da” açıklaması hatırlansın!) sonunda o da bu kervana katıldı. Hem de en hızlısından!...

Dün işgallerle “demokrasi”yi getirenler şimdilerde bizlere “halkların demokrasi ve özgürlük talebi”ne karşı koyan “zalim diktatörler” masalını yutturmaya çalışıyorlar. Dahası bu halkların birdenbire “demokrasisi gelmiş” ve sokaklara dökülmüşlerdi. İkonize edilmiş “sosyal medya” palavralarıyla başlayan süreç zamanla “içten çökertme” taktiğine dönüştü. Bunun için “sivil ağlar” mı kurulmadı, aşiretler mi tavlanmadı, mezhepler mi kışkırtılmadı, Angelina Jolie “yengemiz”mi harekete geçirilmedi?

Yetmedi! Ne kadar sağdan soldan devşirilmiş paralı askerler, satın alınmış tarikat ve aşiret liderleri, toplumun kıyısında kalmış kriminal tipler, hapishane kaçkınları, kervan soyguncusu bedevi bozmaları “ithal ve uydurma muhalifler”, çapulcular, lümpenler, vb varsa mobilize edildiler. CİA, MI6 tezgahından geçip, kısa sürede eğitilerek ortalığa salındılar. (Diplomatlar, casuslar, “danışmanlar”, “uykuya yatırılmış” unsurlar, Libya’da yakalanan İngilizler olayında olduğu gibi sızdırılmış komandolar, özel harekâtçılar da cabası elbette!) Temel görevleri kaos, sabotaj, karışıklık, istikrarsızlık yaratma olan bu tipler sözümona “demokratik devrimler”in itici gücü oldular. Yağma, çapul imkânları ve yarın öbür gün rejim yıkıldığında ballı börek imkânlar tanınacağı vaadine kanan bu gibiler var olan kimi huzursuzlukları da fırsat bilip ortalığı birbirine kattılar. Sırf bu “sınıfsal taban” bile yarın öbür gün yıkılacak olanın yerine kurulacak olanın “mafyatik” rejimler olacağının bir göstergesiydi elbette…

Alayı “kelle avcıları”nı andıran bu tiplerde en basitinden bir “politik bilinç” türü arama bile hak getireydi.  (Kimileri buradan bir “İslami Rejim” ümit ediyor veya “tehlikesi”ne dikkat çekiyor. Çok gülüyorum. Anlamadıkları şu; Bu olaylar baştan beri bir “idealizm” ya da “ideoloji” türüne göre dizayn edilmedi ki böyle sonuçlansın. Bazılarının “İslamcılık” oynamasına izin verildi o kadar!) Bunlar “arama” yapma bahanesiyle daldıkları evlerde yağma yapmaları ile dikkat çekiyorlar. Düpedüz hırsız ve soyguncuydular. Yaydıkları bir “umut”, bir “heyecan” dünya halklarına bir “ışık” yok. O yüzden ortalık yıkılıyor ama halen bu “devrimlerin” bir “karizması”, “prestiji” mevcut değil. Eskiden ayaklanmaların, devrimlerin bir “raconu”, “büyüsü” vardı o da bozuldu belli ki.  Libya’da insanların kafasına NATO bombaları düşerken ABD bayrağını öpenler mi, duvara “Teşekkürler Sarkozy” yazanlar mı, “ Yaşasın NATO” diye bağıranlar mı gırla gidiyordu. Yabancıların kucağında devrim ve devrimcilik oynamakla bu kadar oluyor demek ki!

İLK BAŞARILI “LÜMPENİST KOMPLO” DENEMESİ: İRAN’DA TP-AJAX OPERASYONU!
Bu anlamda aslında ilk “Lümpenist Kalkışma” denemesi İngiliz/ABD ortaklığında 1953 yılında İran’da sergilendi. Başarılı da oldu. “İran petrolleri İranlılara aittir” sloganıyla millileştirme kararı alan ve bunu uygulayan Başbakan Musaddık’a karşı İngiliz/ABD servisleri hemen kod adı “TP-Ajax” olan bir “ortak operasyon” düzenlediler. Batılı şirketlerin (İngiliz Anglo-İranian Oil Company) İran’daki çıkarları tehlikedeydi. Bunun için demokratik, modern ve milli bir İran isteyen Musaddık acilen devrilmeli ve yerine Şah’ın kesin otoritesi sağlanmalıydı. Hemen muhtelif komplolar devreye sokuldu. “İran’da komünistler iktidara geliyor” yaygarası başlatıldı. Önce ellerinde sopa, demir çubuk, bisiklet zinciri olan lümpen öbeklerden oluşan ”sivil” milisler peydah oldu. Bunlar Musaddık’ı destekleyen kesimler ve bürokratlar üzerinde terör estirmeye başladılar. (ABD casusları listesini hazırlayan ve tutuklamalara başlama emri veren General Afşar Tus bunlar eliyle kaçırılıp öldürüldü.) Operasyon başlamıştı!

İşleri organize eden ve CİA şefi Allen Dulles’la koordineli hareket eden bizzat General Norman Schwarzkopf’tu. (1. Körfez Savaşı esnasındaki “Çöl Ayısı” Norman Schwarzkopf’un babası.) Ayrıca Roosevelt’in torunu Kermit Roosevelt’te aktif olarak işin içindeydi. On milyon dolar onun bagajının içinde getirilmişti. Bu paralar Tahran çarşısındaki esnafa, gazete yönetici ve yazarlarına, Şah yanlısı mollalara, aşiret reislerine, İran yer altı yaşamını elinde tutan çete reislerine, hırsızlık, dilencilik, cepçilik, dolandırıcılık şebekesi mensuplarına dağıtıldı. “Musaddık Muhalifleri” buralardan devşirildi. Aslında bir “darbe” olan bu hareket giderek bir “sirk gösterisi” biçimini aldı. Kadınlı, çocuklu, kişi başına 3 dolara tutulan “kalabalık halk” kitlesi Musaddık’ın sarayına doğru yürümeye başladılar. Onların iyice ilgisini çekmek için çalgıcılar, çengiler, cambazlar, hokkabazlar da eşlik ediyordu. Ezberletilmiş sloganları bağırıyorlardı. Sonuçta yaratılmış bu kargaşa içinde Şah geri döndü ve Musaddık devrilmiş oldu. Komik ama işler aynen böyle seyretmişti. Lümpenizmin “devrimci” değil ama “devirici” gücü ilk o zaman keşfedildi!

YAŞASIN SOSYAL DEVRİMLERİN İTİCİ GÜCÜ LÜMPENİZM!
Aslında lümpenlere “devrimci” bir misyon yüklemenin tarihi eskiydi. “Lümpen sınıf”a
devrimci görevler yükleyen ilk isim Anarşist Mihail Bakunin’di. Lümpenin içindeki “Yıkıcı tutku”ya bel bağlayan Bakunin birçok konuda olduğu gibi bu konuda da Karl Marks’la çatıştı. Marks’a göre lümpen proleterya devrimci olmak bir yana “karşı devrimci” bir güçtü ki bu yaklaşım sonraki deneylerinde ispatladığı şekilde oldukça doğrudur. Marks için bu sınıfsal katman hiçbir gelecek tasarımı olmayan, fırsatçı bir kesimdi. Dahası lümpen proleteryanın yaşamını sürdürebilmesi sınıflı toplumun yaşamasına bağlıydı ve çıkarları onu gerektiriyordu. Üretim dışı bu sınıf bir anlamda diğer tüm sınıfların artıklarından beslenerek yaşıyordu. Lümpen “yıkıcı” olurken yerine ne koyacağını bilemeyen, umurunda da olmayan bir psikolojideydi. Çıkarları ve tepkileri anlık, daha ziyade çapulcu karakterdeydi.

Bakunin’in tezlerine bir anlamda “milliyetçi” bir içerik kazandıran ise Cezayir direnişinin önderlerinden Franz Fanon oldu. O da "lümpen proleterya, köylüler, işsizler, yasadışılar"a övgüler düzdü. Onda “uygarlık karşıtı” dinamiğin nüvelerini buldu. Hatta o kadar ki “anti-ırkçı ırkçılık”a, vahşete varsa da katışıksız şiddetin “sömürge insanının” ruhsal ve siyasal sağaltımı için şart olduğunu bile öne sürdü. (PKK’nın kimi anlayışlarında, BDP’nin sokak hareketlerinde –kendileri öyle tarif etmese de- Fanonist izler bulmak mümkündür. Zaten insiyaki olarak ikide bir ortalığı “yakıp yıkmakla” tehdit etmeleri birazda bu Lümpenist anlayış yüzünden!) Şiddet tapıncı ve lümpenizmle birleşmiş çizgisi bir dönem 3. Dünyacı hareketlere esin kaynağı oldu. 68 kuşağının ünlü filozofu Herbert Marcuse ise “Tek Boyutlu İnsan”da "lanetlenmiş ve dışlanmış, sömürülen ve baskı altında tutulan" insana övgüler düzdü. O yüzden öğrenci hareketinde “radikalizm” buldu. (Oysa öğrenciler “sınıf dışı” olsalar dahi “lümpen” değillerdir. Bir “ütopyaları” vardır.) Keza Latin Amerika tipi gerilla “fokocu”luğunun “teorisyeni” sayılabilecek Regis Debray’da “proleterya”yı artık “kaybedecek şeyleri olan” sınıf olarak görür ve devrimci tutumu sınıf dışı katmanlarda aramaya başlar. Maalesef bu bozulmuş ve çarpıtılmış “devrimci” yorumlar bugünde özellikle solda kimi kesimlere hakim ve “ezilenler” ortak paydası altında sınıf-dışı, kurucu olmayan yıkıcılığa dayalı (Son İngiltere olayında görüldüğü üzere) lümpenizme prim verir anlayışları beslemektedir.

Oysa lümpenler sistemin en çürümüş kesimlerini bünyelerinde toplarlar. Herhangi bir “devrim”in imaje edebileceği idealler onların katı gerçekliğiyle uyuşmazlar. Devrime, isyana katılır veya destekler gibi görünmeleri tamamıyla bir “çıkar kokusu” almalarından, yaratılmış kaostan, doğan otorite boşluğundan yağmacı bir şekilde nemalanma arayışından dolayıdır. Almanca’da “paçavra” kelimesinden türemiş “lümpen” kapitalist toplum koşullarındaki “işsiz”, “serseri” ve “ayak takımı” zümresi manasında algılanmakta olup,  toplumdaki bütün serseriler, işsiz güçsüzler, dilenciler, ayyaşlar, esrarkeşler, haydutlar, dolandırıcılar, kaçakçılar, hırsızlar, yankesiciler, fahişeler ve benzeri katman yahut “meslek”ler için kullanılmaktadır. Kısaca kapitalizmin içindeki “sürüngen”, “pejmürde”, “toplumun kıyısında” yaşayan sınıftır.

Şimdilerde ise bu “lümpen dinamiği” emperyalistlerde keşfetmiş bulunuyorlar. Daha ziyade Marksist terminolojiye ait bir kavram olan “Lümpen-proleterya”yı pratik amaçları doğrultusunda harekete geçirmektedirler. Nasıl 2. Dünya Savaşı’nda mafyayı Sicilya çıkartması esnasında kullanmış ve sonra da istihbarat servislerinin vazgeçilmez “partneri” haline getirmişse bugünde lümpenleri ve pre-mafya unsurları sözümona “demokratik devrimler”de kullanmaktadır. Aynı şekilde bu toplumlarda ileride oluşturacakları işbirlikçi mafyatik-liberalizm nüvelerini de bu unsurlardan devşirecektir. “Özgürleştirme” teraneleri altında süren işgal operasyonu bize aynı zamanda bu ülkelerde gelecekte nasıl bir “sosyal bünye”nin kurulacağının da işaretlerini vermektedir. Bu ülkelerin geleceğine artıklarla beslenen işbirlikçi yeni palazlanmış “lümpen burjuvazi” yön verecektir!

MEDYANIN “ARAP BAHARI” İLE İMTİHANI!
Tam bu noktada, bana göre, Türk medyası da genelde “Arap Baharı” ile başlayan hareketlerde özelde ise Libya ve Suriye olaylarında çok kötü bir sınav vermiştir. Bilhassa hükümetin olaylarda “taraf” ve “angaje” olacağının iyice netleşmesinden sonra “resmi çizgi” dışında hiçbir haber, yorum, bilgiye yer vermeyerek “tek yanlı” yayınlar yapılmıştır. Ayrıca bu konuda aralarında “yandaş”, “candaş”, “merkez”, vb hiçbir ayrım kalmadığını, “ortak bir dil” ve “bakış açısı” geliştirdikleri gözlenmiştir. Dahası çoğu manipülatif amaçlı olduğu ayan beyan belli olan uluslar arası ajanslardan servis edilen haberlere, kurmaca görüntülere yer verilmiş, olaylar “gerçekte ne olduğunu” anlamak için değil belli merkezlerin arzusu doğrultusunda “mahkum etmek” amaçlı olarak yansıtılmıştır.

Bir kısmı açıkça yalan olduğu hissedilen, masa başında üretilmiş izlenimi veren sözüm ona “bilgiler” hiçbir eleme mekanizmasına tabi kılınmadan dolaşıma sokulmuştur. Kendini savunma zorunda kalan yönetimler peşinen “suçlu” ilan edilmiş, karalama, çamur atma amaçlı olarak sayfalara aktarılmıştır. Amaç Türk kamuoyunu hükümetin tutumuna destek verme yönünde kanaatlerini pekiştirmek olarak saptanmış, uydurma katliam haberleri türetilmiş, “isyancılar”ın yapısı, arkasındaki güçler hakkında en ufak farklı bir bilgiye dahi imkân tanınmamış ve belki de Suriye olayında olduğu gibi ucu savaşla bitebilecek bir sürece açık destek verilmiştir.

Söz konusu güçler nasıl ilk “lümpenist kışkırtma”yı 1953 yılında İran’da Musaddık’a karşı denedilerse ilk medyatik operasyonu da yakın dönemde ilk olarak 1989 Aralığında Romanya’da Çavuşesku’ya karşı denemişler ve başarılı olmuşlardır. Hatırlanacağı üzere hastane morglarından çıkarılmış çocuk cesetleri, dünyaya “Çavuşesku’ların katlettiği çocuklar” diye sunuluyor, binlerce kişinin öldüğü haberi yayılıyor, Çavuşeskuların sarayında porno kasetler çıktığı, altın musluklar olduğu, yıllanmış şaraplar bulunduğu, mücevherler dolu olduğu, kürkler istiflendiği, İsviçre bankalarına yatan milyonlar, vb yalanı yayılıyordu. Şimdi de benzeri yalanlar yeniden üretiliyor. Sonunda Nikolay ve Elena Çavuşesku sözümona yargılanıyor ve kurşuna dizilerek katlediliyordu. Yakın dönemde de aynı oyunlar Saddam Hüseyin’e karşı oynanmıştı.

Önümüzdeki süreçte gerek lümpenizmin gerekse de medya operasyonlarının yeni biçimler alarak artarak süreceğini tahmin edebiliriz. Türk medyası zaten buna “hazır” ve “hevesli” görünüyor. Sırf bu durum bile –aralarındaki onca çatışkıya rağmen- bize medyaya gerçekte hangi güçlerin yön vermekte olduğunu yeterince göstermektedir…

Atilla AKAR

atillaakar@gmail.com