Polemik & Kulis
22 Kas 2010 16:40 Son Güncelleme: 23 Kas 2018 11:48

İSLAMİ KESİM SÖMÜRGENİ! BİRAZ DİŞİNİ SIK, SENİNLE İLGİLİ YAZIM AYNI ZAMANDA "JÜBİLE YAZIM" OLACAK!

Yeni Şafak sinema yazarı Ali Murat Güven, "Teker teker gelin ki her birinizle rahatça ilgileneyim..." başlıklı yazısında Ahmet Hakan'a demediğini bırakmadı.İşte o yazı...


EKSTRA KÖŞE YAZISI / Teker teker gelin ki her birinizle rahatça ilgilenebileyim...

Yapımcı, yönetmen, senarist, besteci, aktör Mahsun Kırmızıgül ve son filmine yönelik "pisleşme", doğrusunu söylemek gerekirse, olacakları ta iki-üç hafta öncesinden çok net bir biçimde görebilen benim gibi "medya medyumu" bir adamın öngörülerini bile fersah fersah aştı.

Ekmeğini sinema üzerine yazmaktan kazanan "gerçek sinema yazarları" Kırmızıgül’ün son filmini değerlendirirken bu kez büyük ölçüde itidalli bir yol izlediler de sıra "çakma sinema yazarları" ve yazabilecek başka hiç bir konu bulamadıkları için, tıpkı askerlik hatıralarının, çocukken köyünü cinlerin basmasının ya da futbol ligindeki son gelişmelerin muhabbetini yapar gibi bütünüyle entelektüel çaresizlikten ötürü "dönüp dolaşıp sinema filmlerine dadananlar" Mahsun üzerinden yürüttükleri o sefil jakobenizmi son iki hafta boyunca küstahlık sınırlarının da ötesine taşıdılar.

Tabiî, bu arada, konuyla ilgili görüşleri öteden beri mâlûm biri sıfatıyla, benim de "yeniden topa girmem" için yürek parçalayıcı girişimler oldu sık sık... Hayatı boyunca çaktırmadan bu fakirle alttan alta sidik yarıştırmış olan pek meşhur "İslâmî kesim sömürgeni"nin neredeyse her iki günde bir Mahsun meselesinden yemlenip bana köşesinden inceden inceye göndermeler yapmasını mı istersiniz, yoksa "kardeş" diye nitelendirdiğim kimi basın-yayın organlarından -Mahsun’a destek verdiğim için- "Yuh"lar gönderenler ve bu "Yuh"lara sevinç içinde alkış tutanlar mı...

Mahsun’un sinema mücadelesine yönelik alerjinin etnik/ideolojik/sınıfsal kökenlerini deşifre ettiğim 7 Kasım Pazar günkü yazımdan bu yana, yakın ya da uzak piyasada her türlü sataşmayı gördüm ve halen de görmekteyim. Tabiî, bu arada halkımız da bütün o nefret dolu eleştirilerin sahiplerini zerrece iplemeksizin, ülke çapında 700’e yakın sinema salonunda akın akın "lanetli film"e gidiyor. Bu yazıyı okuduğunuz an itibarıyla filmin yalnızca iki haftalık gişesi 2 buçuk milyon izleyici sınırına dayanmış durumda ki daha haftalarca oynayacağı da kesin... Tıpkı, Meksika’dan Avustralya’ya, İran’dan Danimarka’ya, Malezya’dan İngiltere’ye kadar iki düzineden fazla ülkeye sinema-televizyon-DVD satışlarının kesinleşmiş olduğu gibi...

Dikkat ediniz, bütün bu uluslararası dağıtıcılar "New York’ta Beş Minare"yi kare kare izleyerek satın aldılar; yoksa filmin küresel dağıtımından elde edilen milyonlarca dolarlık ek gelir tombala torbasından falan çıkmadı.

Bu yazı, üzerinde durduğumuz önemli mesele hakkında yalnızca bir "girizgâh" olacaktır. Çünkü, saha kenarındaki ısınmam henüz tamamlanmadı. Ben bu tür büyük maçlara çıktığımda en azından bir "hot-trick" yapmayı severim. Heybemde biraz daha malzeme biriksin, o kamuflajlı giydirmelerin sahiplerinin ifadelerini son derece kamuflajsız cümleler eşliğinde teker teker alacağım. Şimdilik yalnızca hafif bir peşrev çekmekle yetiniyorum.

Öncelikle, "iri gazete"de "Beş maddede, hayatta nelerden çok hoşlanırım", "Onbeş maddede, hayatta nelerden hiç hoşlanmam" gibi -zekâ düzeyi 7 yaşındaki çocuklara denk gelen- bol aralıklı yazılarla adam yokluğunda gününü gün eden o mirasyediye "Sen hele biraz daha sıranı bekle evladım" demek farz oldu. Evet, biraz daha dişini sıkman gerekiyor; çünkü, seninle ilgili yazım aynı zamanda "jübile yazım" olacak. Bu mesleği bırakırken sana senin hakkında öyle bir analiz armağan edeceğim ki ben emekliliğimin onuncu yılındayken bile sen o yazının acısını yüreğinden hâlâ söküp atamamış olacaksın. (Ki zaten, şimdiki sinsi hırçınlığının da geçen yıl yazdığım "Senin iltifatın bile beni hasta ediyor" başlıklı yazıdan kaynaklandığını çok iyi biliyorum.)

Ya biraz daha delikanlı olup kartlarını açık oyna ya da baş edemeyeceğin adamlara hiç bulaşma. Benim için seni dağıtmaktan, öteden beri pek kırılgan olan kimyanı tamamen bozmaktan daha kolay bir iş yok bu âlemde; zaten dört bir tarafın "açık"tan geçilmiyor. Kendi kendine "Sinemaseverler beni kendilerinin yeni kanaat önderi yapmaya kalkıştılar, fakat ben bu teklifi kabul etmedim, çünkü yalnızca vicdanının sesini dinleyen özgür ruhlu bir yılkı atıyım" tadındaki o iyi ambalajlanmamış kibirinle, şu meslekte en iyi bildiğin alana, yani ilkokul çocuğu kavrayışı seviyesindeki "her kutusu ayrı ayrı maddelere bölümlenmiş anket defteri yazıları"na geri dön. Senin sinema bilgin ve algın üzerine konuşmaya bir başlarsam, bundan üç-beş yıl önce "Karşı Pencere" adlı filmini kendince eleştirmeye çalıştığın Ferzan Özpetek’in köşene mesaj gönderip, "Hakkında atıp tuttuğun filmimin adını önce doğru düzgün yazmayı bir öğreniver, çünkü sözünü ettiğin o film ’Arka Pencere’ değil ’Karşı Pencere’dir" diyerek seni madara etmesinden girer, dindarlar karşısında "gözü dönmüş bir kaplan", solcular karşısında ise "süt dökmüş bir kedi"ye dönüştüğün o meşhur programında "retorik"le "teorik"in tamamen farklı anlamda birer sözcük olduğunu öğrenmenin çok uzun yıllarını almasından çıkarım.

Sana nasıl kızdığımı, seni yok zamanda başına vezir etmiş olan -bütün meslekî varlığını borçlu olduğun- bir câmiâya karşı sergilediğin o aşağılayıcı tavırların karşısında nasıl çıldırdığımı, imkânı yok bilemezsin. O yüzden, seni bir kez daha uyarıyorum; ateşle oynama ve işine bak. Film eleştirisi yazmak senin neyine, yaz işte "7 maddede AKP’nin büyük günahları / 17 maddede Nişantaşlı kadınların hassas noktaları" gibi o bol aralıklı, madde madde bölümlenmiş köşe yazılarını... Ya da en azından gazetenin eklerinde müstear isimlerle "İslâmî kesim ispiyonculuğu" yap. Seni vaktiyle bu rezil geçim kaynağına müptela eden adam da ekmek yediği yerlere orada burada yıllarca aynı yöntemle sinsi sinsi hakaret yazıları yazdırmadı mı sanki...

İkinci sözüm de "insan kişiliğine ve emeğine saygı" noktasında peşin bazı hassasiyetlere sahip olduğunu varsaydığımız, ancak o hassasiyetleri omuzlarında kararlılıkla taşımaktan aciz "çakma dindar-çakma sinema yazarı" arkadaşlara...

Canlarım! Çeyrek yüzyıldır aranızda bulunan, bu ülkede 28 Şubat sürecinin ahlâkî yıkımlarını adım adım müşahede etmiş biri olarak elbette ki büyük ölçüde anlıyorum bazılarınızın hissiyatını... Yukarıda sözünü ettiğim o hastalıklı tipe, "yalakalıkla karşı tarafa kapağı atan ve şimdilerde zahiren paçayı kurtarmış gözüken mirasyedi"ye yönelik bilinçaltı bir öykünme pek çoğunuzda şu ya da bu oranda mevcut... Sistemin baronlarının beğenip onaylayacağı "Beyaz Türk’çe" bir eleştiri dili üzerinden piyasa yapmak, böylelikle de merkez medyanın transfer vitrinine çıkmak istiyorsunuz. Fakat üzerinizde oldukça iğreti duran, sonradan edinilme bir jakobenlikle, aslında en ayrıcalıklı yönünüz konumundaki Müslüman politik kimliğinizi ziyan ettiğinizin farkında bile değilsiniz. Hadi, Mine Kırıkkanat ya da Bekir Coşkun gibi insanlar Mahsun’u bilmem kaç yıl önce sahnede "kırmızı ceket" giydiğinden hareketle tefe koysunlar; onlar için zaten bu ülkenin nüfusunun yüzde 95’i "göbeğini kaşıyan adamlar ve kadınlar"dan oluşuyor.

Pekiyi, son beş yıldır kendini aşabilmek için ölesiye çırpınan bir sanatçıya alabildiğine tepeden bakan böylesine ahlâksız bir eleştiri tekniğini sizler kendinize nasıl olup da yakıştırıyorsunuz?

Mahsun Kırmızıgül, aşağıladığınız o eski günlerinde bile gittiği her yerde yeri göğü inleten, konservatuar mezunu bir şarkıcıydı; kendi kulvarında yine büyük bir yıldızdı, yine çok başarılıydı. Kaldı ki sahne sanatçılarının sahnede rengârenk kostümler giymelerinin dünyanın hiç bir yerinde şaşılacak bir yönü de yoktur. Buna karşılık, sormazlar mı böylesine hoyrat bir tepkiden sonra adama, Mahsun o kırmızı ceketi giyip klip çekerken, sizler tam olarak neredeydiniz? Ne yapıyordunuz? Hayatta ne türlü bir başarı elde etmiştiniz? Başarıyı bırak, o sıralarda sütten kesilmiş miydiniz?

Velhasıl, şahsıma ve topluma karşı sergiledikleri olanca sevgisizliğe karşın hâlâ inatla "yoldaşım" demekte direndiğim kimi adamlar ve kadınlar, bilinçaltlarında biriken (gerekçesini henüz tam olarak çözemediğim) o garip hasetleriyle bu olay karşısındaki insanî duruşuma "Yuh" çekerken, yıllarca saçının tek teline zarar gelmesinden çekindiğim diğerleri de "Oh be, bizden birileri bizim Ali Murat Güven’e ne güzel giydirdi" diyerek zevkten beş köşe oluyorlar.

Halbuki, Mahsun’in sistem içinde tutunma hikâyesi, ne bir eksik ne bir fazla, aslında bire bir bu gafillerin hikâyesidir. O yüzden de bizim câmiâdaki (karşı mahalledekilere bile rahmet okutan) Mahsun Kırmızıgül nefreti artık tam anlamıyla "at sırtına kelebek konmuş" gibi duruyor. Hayatları boyunca jakobenizmden muzdarip olup sistem tarafından en zalimâne yöntemlerle başları ezilenler, son üç yıldır hiç ehil olmadığı bir alanda kayda değer bir başarı elde ettiği hâlde bu başarısı yok sayılmaya çalışılan türdeşlerini inatla ezmeye çalışıyorlar. Arenaya sürülmüş bir gladyatör-kölenin diğer bir gladyatör-köleye dönük kör öfkesi gibi bir şey bu; olup bitene en çok sevinenler ise tribünde oturup manzarayı zevkle izleyen sadist imparator ve soylu yakınları...

Böylesi durumlarda en çok ihtiyaç hissedilen şey, sayıca az da olsalar mangal gibi yüreğe sahip bir miktar "Spartacus ruhlu" adam ve kadın; ancak bu kadar derin bir kimlik bunalımı ve yozlaşma içinde bul bulabilirsen benzer bir kaderi paylaştığı yoldaşına kılıç sallamayı reddedecek o çağdaş Spartacus’leri...

Öte yanda, bizim bu zalime ve zalimliğe özenen kölelerin argüman olarak dört elle sarıldıkları hususlara bakıyorsunuz; yeryüzünde çekilen istisnasız her filmde rahatlıkla düzinelerce benzerini bulabileceğiniz irili ufaklı bir kaç senaryo ve oyunculuk hatası... Tabiî, bir tek bu arkadaşlar akıllı, biz aynı filmi izlerken ana karakter Hacı Gümüş’ün (bindiği cezaevi aracının New York sokaklarında bombayla durdurulup takla attırılması gibi) son derece tehlikeli bir yöntemle kurtarılmasındaki "reel hayat mantıksızlığı"nı görebilecek çapa sahip değiliz. Aynı şekilde FBI ajanlarının Hacı’yı New York limanındaki sığınakta bir türlü yakalayamamasındaki sakilliği görmekten de aciz durumdayız. Filmin bu gibi aksayan yönlerini hiç mi hiç fark edemedik, aynı filmi çuvalla para verip satın alan 30 küsur yabancı dağıtıcı da fark edemedi, bir tek bu zehir hafiyeler her karedeki hataları tek tek yakaladılar!

Bir gün rahat bir zamanımızda sinema tarihinin en yüksek beğeniyi toplamış yapımları arasında yer alan "Avatar"ı, "Esaretin Bedeli"ni, "Solaris"i, "Terminator"ü, "Cesur Yürek"i hep birlikte izleyip, bütün bu "büyük" filmlerdeki mantık hatalarının toplu bir çetelesini tutalım mı, ne dersiniz?

"Sinema" denilen sanat ve bu sanatın "senaryo" adını verdiğimiz metinleri, ortaya çıktıkları ilk dönemlerden bu yana, eser sahibinin en fazla önemsediği cephe konumundaki "büyük hikâye"yi öncelemiş; alt kümeleri oluşturan daha küçük hikâyeleri, bu hikâyeler arasındaki geçişlerden kaynaklanan irili ufaklı bazı mantık hatalarını ise daima ihmal edegelmiştir. Sinemanın bir yüzyılı aşkın süredir geçerli olan temel denklemi budur. Biz sinemaseverler de bunu böyle kabul eder, duygularımızı şahlandıran büyük bir hikâyeyi heyecanla takip ederken, aralarda yaşanan aksamaları ise genelde hoşgörürüz. Öyle olmasaydı, halen IMDb sitesinde en yüksek hayran puanına sahip film konumundaki "Esaretin Bedeli", içerdiği onlarca mantık hatasına karşın sinema tarihinin en sevilen filmine dönüşmezdi. Eserin yazarı Stephen King ve yönetmeni Frank Darabont, 1994 yapımı filmlerinde, karısını öldürmekten hüküm giymiş Amerikalı bir muhasebecinin yirmi yıl boyunca aynı cezaevinde, aynı hücrede, aynı Rita Hayworth posterinin altını her gece sabırla oyarak, bu süreçte hücresi hiç denetlenmeksizin, hiç boyanmaksızın, duvarındaki (her gece söküp sabah yeniden taktığı) poster hiç eskiyip aşınmaksızın, yüzlerce metrelik bir tünel kazdığını hiç kimsecikler fark etmeden, o delikten çıkan kamyonlar dolusu toprağı da volta atmaları sırasında ceplerinden bahçeye saçarak kurtulduğuna inanmamızı istiyor; biz de ayrıntıları fazlaca didiklemeden "büyük hikâye"nin büyüsüne kapılıp bu durumu sulh içinde kabulleniyoruz. Sinemacıyla izleyici arasındaki geleneksel bir sözleşmedir bu; ancak Mahsun Kırmızıgül gibiler söz konusu olduğunda bizim ülkemizde o sözleşme derhal feshedilir!

O yüzdendir ki, Mahsun’u destekleyip desteklememe olayında 2007’den bu yana süregelen öncelikli meselem "alelâde bir film eleştirisi yazmak" değil, bana inanan ve güvenen okurlarıma "ülkenin aydınlarının hastalıklı psikolojisini ortaya koyan büyük resmi görmek/göstermek"tir. Ancak, ne yazık ki şimdilerde o büyük resim üzerinden İslâmî kesimde kolektif bir karşı duruş stratejisi geliştirecek "has yoldaşlar" bulabilmek çok zor... Çünkü, has yoldaşlarımızın büyük bir bölümünün öncelikli derdi, ilk olarak "sistemin diliyle konuşan uslu çocuk" olup SİYAD’a kapağı atmak, ardından da merkez medyanın basın-yayın organlarında 75 santim boyunda bir IKEA masasına sahip olmak...

Eleştirilerin seviyesi, "Mahsun bizim hafta sonu ekimiz için yaptığımız röportaj teklifini reddetti, bizi filminin galasına davet etmedi, o hâlde bu herife gücümüz yettiğince bindirelim, ondan intikamımızı böyle alalım" noktasına kadar inince, sinemayı "sanat" boyutunun yanı sıra "çağdaş ideolojik/ahlâkî mücadelelerin en etkili enstrümanı" olarak gören benim gibilerin de nutku tutuluyor doğal olarak... Eğer ki eleştiride benzer bir yöntemi benimsemiş olsaydım, 2008 yılı kışında "Güneşi Gördüm"ün Kars’taki setine akla hayâle gelebilecek herkesi davet edip beni davet etmeyi unuttuğunda (hayatım boyunca toplam 3 dakikalığına ve o da son filminin galasında yan yana geldiğim) Mahsun Kırmızıgül’ü sayfamda yerle yeksân etmem gerekirdi. Oysa, o dönemde yazdığım gayet mutedil "Güneşi Gördüm" eleştirisi hâlâ internet arşivimizde duruyor.

7 Kasım Pazar günkü internet edisyonumuz için "New York’ta Beş Minare" üzerine son derece geniş kapsamlı bir film eleştirisi hazırlamama karşılık, "Mâlûm film ve yönetmenine ilişkin önyargıların aldığı genel görünüm, bu saatten sonra sıradan bir film eleştirisiyle cevaplandırılma sürecini çoktan aşmıştır" kanısına vararak, o yazıyı son anda internet edisyonumuzdan çekmiştim. Hâlâ da anılan filme ilişkin olarak herhangi bir yerde teknik ağırlıklı bir eleştiri yazım yayımlanmış değildir. Çünkü "Mahsun olayı"nın gitgide almakta olduğu "sinema dışı kıvam" karşısında anlamsızca debelenip duracak böyle bir metne hiç gerek kalmadı. Soru sorarken ve sorusunun cevabını dinlerken yüzünde önyargısız bir merak, samimi bir anlama çabası gözlemlediğim bütün sinemasever dostlarıma, "insanlık tarihinin görüp görebileceği en kötü film" seviyesine çekilmeye çalışılan "New York’ta Beş Minare"ye ilişkin alabildiğine nesnel gözlemlerimi (ki bunlar hem olumlu, hem de olumsuz yönde gözlemler) uygun ortamlarda uzun uzadıya anlatmaktayım zaten... Dahası, benzer türden, yani Kırmızıgül sinemasının zaaflarına ilişkin kimi eleştirel yaklaşımlarımı da geçtiğimiz günlerde TV Net’te katıldığım "Tutanak" programında ve ardından da Habertürk Ana Haber Bülteni’nde geniş bir biçimde ortaya koydum. Ancak dediğim gibi, yazı yazacak bir sayfa ya da konuşacak bir mikrofon bulduğunda "Ne güzel, bardağın yarısı dolu" yerine "Ne berbat, bardağın yarısı boş" deyip çiçeği burnunda bir sinemacıya kesintisiz b..k atan bir sinema yazarı olmak beni pek de heyecanlandırmıyor; uygulanması gayet kolay olan bu yöntemle kendimi "başı göğe ermiş biri" gibi hissetmiyorum.

Velhasıl, sağır sultan bile iyice duysun ki Mahsun Kırmızıgül’ün tıpkı önceki iki yapıtı gibi "New York’ta Beş Minare"sini de -izlerken her türlü günahı ve sevabını tek tek not etmiş bir sinema profesyoneli olarak- bu sanata yönelik olanca sevgim ve bilgimle desteklemekteyim. Şimdiye kadar, aralarında genç-yaşlı "Beyaz Sinema"cıların, Çağan Irmak’ın, Biray Dalkıran’ın, Hasan Karacadağ’ın da yer aldığı geniş bir sinemacılar topluluğunu sektördeki varlık mücadelelerinde en yalnız bırakıldıkları zamanlarda bile nasıl samimiyetle desteklediysem, aynı şekilde "Bingöllü Zaza"nın sinemasına da benzer yönde geniş bir hoşgörüm var. Çünkü, ısrarla tekrarlıyorum ki benim bu (gitgide çirkinleşen) süreçte gözlemlediğim gerçek artık kesinlikle bir "iyi sinema-kötü sinema tartışması" değildir. Buradaki tartışmanın asıl kaynağı, Mahsun’un etnik kimliğinin Anadolu yarımadasının özellikle batı taraflarında simgelediği her ne varsa, bunların toplamıdır.


Ne kadar haklı olduğumu kendi gözlerinizle görmek istiyorsanız, Türk sinema tarihine şöyle bir geri dönün ve Metin Erksan, Lütfi Akad, Ömer Kavur, Zeki Ökten, Şerif Gören, Yılmaz Güney, Süreyya Duru, Osman F. Seden, Halit Refiğ gibi, adlarının önüne hiç çekincesizce "usta" sıfatı eklenen istisnasız bütün önemli yönetmenlerimizin kariyerlerindeki ikinci, üçüncü filmlerini tozlu raflardan indirip yeni baştan izleyin. Şimdiden garantisini veriyorum, hiç bir sanatçının ilk üç-dört işinde birer "başyapıt"la karşılaşmayacaksınız. Türk sinema tarihi üzerine biraz daha derinlemesine bir araştırma yaptığınızda göreceksiniz ki bütün bu sinemacılar "usta yönetmen" unvanını tırnaklarıyla kazıya kazıya ve en az birer düzine dolayında film çektikten sonra elde ettiler.

Mahsun Kırmızıgül ile adlarını saydığım ve sayamadığım onca yönetmen arasındaki yegâne fark ise diğerlerine "sinemada pişmek" için fazlasıyla zaman tanınması, Mahsun’a ise bu alanda (kendi parasıyla bile) bir tek dakikanın lâyık görülmemesidir. Çünkü o (tıpkı Mesut Uçakan, Yücel Çakmaklı ya da İsmail Güneş gibi) sistemin yücelttiği değerlerle örtüşmekten oldukça uzak bir siyasal/etnik/ahlâkî kişiliktir.

Başta kardeş yayın kuruluşumuz TV NET olmak üzere, ülkemizde ulusal yayın yapan bütün televizyonlara buradan açık bir çağrım var...

En kısa zamanda, ’Mahsun Kırmızıgül sineması’ ve ’New York’ta Beş Minare’ filmi hakkında, canlı olarak yayımlanacak bir tartışma programı düzenleyin. Karşıma da bu film ve yönetmeni hakkında köşelerinden Allah ne verdiyse atıp tutanların hepsini yan yana dizin. Ekrana ise (bir tele-anket şirketiyle anlaşarak) ’Ali Murat Güven haklı’’ ve ’Diğerleri haklı’ şeklinde iki ayrı ölçüm barı yansıtın. Programın sonunda ’Diğerleri haklı’ diyenlerin oranı benden bir puan daha fazla çıkarsa, namusum ve şerefim üzerine söz veriyorum, ertesi gün Yeni Şafak’taki sinema editörlüğü görevimden kendi irademle istifa edeceğim.

"New York’ta Beş Minare" çevresinde dönen, kâh aktör Ali Sürmeli’nin filmde giydiği cübbenin ya da yönettiği zikirin İslâmî usûllere (!) uygun bulunmaması, kâh Mahsun Kırmızıgül’ün 15 yıl önceki sahne ceketinin kırmızı olması gibi "müthiş" giydirmelerden destek alan tamamen zıvanadan çıkmış bir eleştiri anlayışının mutlaka bir "haşere servisi" tarafından ilaçlanması gerekiyor.

Ben notlarımla birlikte buradayım, bildiklerimi canlı yayında söylemeye hazırım ve çağırdığınızda da hemen geleceğim.

Sözüm sözdür.


* * *


"Yalnızca Mahsun’un saç stili nedeniyle bile izlemeye gerek görmediğim film..."

* *

"Bırakın sinemada izlemeyi, yarın öbür gün korsan kopyası çıksa, biri de bunu benim makineme yüklese, başlar başlamaz yine kapat tuşuna basacağım film... Çünkü, sonuç olarak bir Mahsun Kırmızıgül filmi..."


EKŞİ SÖZLÜK adlı internet forumundan "New York’ta Beş Minare"ye ilişkin iki "yorum"


* * *


BİR DE ÖNEMLİ NOT: Bana orada burada "Yuh" çeken ve çektirenlerin bu yöndeki giydirmelerine kaynaklık eden hususun, yani "Mahsun Kırmızıgül’ün ümmetçi biri olduğunu, o yüzden medyada itilip kakıldığını" söylemiş olduğum iddiasının da gerçekle uzaktan yakından hiç bir alâkası yoktur. Ne 7 Kasım Pazar günkü köşemde, ne başka bir yazımda, ne de katıldığım radyo-televizyon programlarında bırakın böyle bir cümle kurmayı, bu anlama gelebilecek bir imâda bile bulunmadım. Benim öteden beri vurguladığım tek şey, Kırmızıgül’ün -sektördeki pek çok meslektaşının aksine- "imânlı bir sanatçı" olduğudur. Evet, kendisi "bu ülkede sinemayla uğraşmanın amentüsü" sayılan o klasik reddiyeci ideolojik kampın bir mensubu değildir. Çünkü Allah’a, kutsal kitaplarına ve peygamberlerine inanıyor. Bu da onu doğal olarak "imânlı" biri yapar.

O yüzden, ben ne dediğimin çok iyi farkındayım; çünkü hayatının üçte ikisi sinema ve medya sektöründe geçmiş biri olarak kendi meslekî arenamı da tanıyorum, son üç yıldır defalarca ve saatler boyunca telefonda görüşüp dertleştiğim bir gönül dostu olarak Mahsun’u da...

Bunun dışında, Kırmızıgül için hiç bir zaman ve hiç bir yerde "ileri düzeyde bilinç sahibi bir İslâmcı, bu sıfatın kelime anlamının/siyasal karşılığının dibine kadar farkında olan sıkı bir ümmetçi" falan demedim. Adam kendi hayat serüveni içinde yolunu arıyor, bazen hedefi onikiden vuruyor, bazen de vuramıyor. Bazen bu yolda ilerlerken ayağı tökezliyor; bazen de dörtnala koşuyor. Tıpkı hepimizin yaşadığı gibi... Sonuç olarak, bu arayışıyla çok da hayırlı bir şey yapıyor. O yüzden, ben de hayatının ışığını çok geç kalmadan bulması için bir dost olarak ona dua ediyorum.

Öte yandan, iki haftadır internette dolanıp duran "ümmetçi Mahsun" muhabbetinin kaynağı ise bütünüyle Haber 7 editörleridir. 7 Kasım Pazar günkü yazımı Yeni Şafak sitesinden kendi haber portallarına kopyalarken, yazının okur nezdindeki etkisi biraz daha güçlensin ve merak uyandırıp çok tıklansın diye, kendilerine göre iyi niyetli bir yaklaşımla "Mahsun ümmetçi olduğu için mi bu dışlama?" tarzında spekülatif bir başlık atmışlar. Haber 7 internet haberciliğinde çok etkili bir adres olduğu için, benim yazı da aynı gün içinde oradan düzinelerce başka haber portalına aynen bu başlıkla klonlanıp yayılmış.

Beni, bu abartılmış başlıktan hareketle "Mahsun’un kişiliğini doğru okumaktan aciz" biri gibi gören ve okurlarına da öyle gösteren erken allame olmuş arkadaşlar, önce ekmek yedikleri mesleklerini doğru düzgün yapmayı öğrenecek, ancak ondan sonra değerli vakitlerini "bana geçirmeler yapmaya" harcayacaklar.

Eğer ki aynı kulvarda yer aldığın yoldaş bir yazarın düşüncelerini medenîce eleştirmeyi amaçlıyorsan, bunun için önce o kişinin yazısının asıl kaynağına döner ve tam metnini büyük bir dikkatle okursun. Bırak "meslek etiği"ni falan, buna öncelikle dinimizin vaaz ettiği temel ahlâk kuralları gereğince mecbursun. Hiç kimsenin, bütün hayatını gönülden inandığı bir dâvâya adamış benim gibi "yüreği yaralı" bir adama, yazdığı özgün metnin ancak üçte biri boyutunda, hem başlığı hem de orası burası değiştirilmiş yarım yamalak bir alıntı üzerinden vurmak gibi bir lüksü olamaz. Fakat, neylersiniz ki bizim câmiâdaki yeni yetmeler böyle; cin olmadan adam çarpmaya kalkmada üstlerine yok!

Hadi bakayım, iki hafta önce yapmanız gereken işi şimdi yapın ve Yeni Şafak internet sitesinin sinema bölümüne girip o yazımın aslını (pek muhtemeldir ki ilk kez okumuş olacaksınız!) baştan sona kadar okuyun. Fakat, gözünüzün ucuyla okumayın; doğru düzgün, empati kurarak ve tam olarak neyi kastettiğimi anlamaya çalışarak okuyun. Orada "Mahsun ümmetçidir" dediğim bir yer bulursanız, bana da haber verin ki okurlarımdan özür dileyip düzelteyim

Ali Murat Güven/Yeni Şafak