Röportaj
28 Mayıs 2014 14:30 Son Güncelleme: 23 Kas 2018 16:13

GYV Başkanı Mustafa Yeşil: 17 Aralık işimize gelmedi

Gülen Cemaati’ne yakın Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Başkanı Mustafa Yeşil, hükümet ile cemaat arasındaki kavgayı değerlendirdi.

Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı (GYV) Başkanı Mustafa Yeşil, Al Jazeera’den İrfan Bozan'ın sorularını yanıtladı. İşte o röportaj:

1994 yılında kurulan Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı (GYV), Fethullah Gülen Cemaati’nin Türkiye’deki kurumsal yapılarından biri. Vakfın onursal başkanı Fethullah Gülen, GYV'nin kuruluş amacını web sayfasında, "Birlikte yaşama tecrübesinin yüzyıllar boyu ülkemizde yaşanmakta olduğu fikrinden hareketle, kültür ve inanç zenginliğimizin günümüze uyarlanarak dünyaya sunulmasına katkıda bulunmak" olarak belirtiyor.

Yaygın kanaate göre Şubat 2012'de başlayan AK Parti ile Gülen Cemaati arasındaki çatışma günlerinde aynı yılın nisan ayında GYV de geleneğini bozarak açıklama yapmaya başladı. Vakıf o tarihten bu yana zaman zaman açıklama yaparak görüş bildiriyor. Gülen Cemaati’nin kurumsal temsilcisi olarak kabul edilen Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı başkanı Mustafa Yeşil ile AK Parti ile Gülen Cemaati arasındaki kavgayı konuştuk.

Gülen Cemaati – AK Parti Hükümeti arasındaki kırılma noktası neresi oldu?
Biz aslında esas sıkıntıları 2010 yılında hissetmeye başladık. Yani netice itibariyle siyasi parti sivil yapıları kendine göre özellikle muhafazakâr tabandaki sivil yapıları stabil etme anlayışı içerisinde onların oylarını garanti haline getirdiğini düşündü. Son olarak da hizmet ile de alâkalı, bu manada böyle bir beklentisinin olduğunu, tabii hizmetin bu manada bir siyasi partiye angaje olmayacağı, olmasının mümkün olmadığı, değişik vesilelerle medya diliyle ikili temaslarla zaman zaman Hocaefendi’nin o yaptığı açıklamalarla gündeme geldi. Mevcut bu sivil yapının diğer muhafazakâr tabanın veya diğer muhafazakâr camiadaki belli kesimlerin itaatine benzer bir itaat veya biat tabiri çerçevesi içerisine sığmadığını ve buna girmediğini görmesinin arkasından biz 2010 yılından sonra çok ciddi bir yıpranma sürecine girdiğimizi görüyoruz.

Başbakan cemaatin kendisine biat etmesini mi istedi?
Tabii ki, tabii ki.

Siz buna hayır mı dediniz?
Biz değişik vesilelerle, usûllerle bunun mümkün olamayacağını söyledik.

Başbakan bunu bizzat mı sizden istedi? Başkaları mı istedi? Nasıl oldu bu istek?
Bu bir kelime, bir cümle değil. Bir uygulama, bir süreç, bir tarz, bir yaklaşım. Yani siz bunu değişik hamlelerle, hareketlerle yaşarsınız ve o hamle ve hareketlere karşı da siz bir mesafe koyarsınız.

5 Nisan 2012’de “MİT krizi” diye anılan olaydan yaklaşık iki ay sonra başkanlığını yaptığınız Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı pek alışık olunmadığı ölçüde uzun bir açıklama yaptı. Bu açıklamada, “Geniş kitleleri etkileyebilen Hizmet gibi hareketlerin partilere siyasetleri bazında destek vermesi ve gerekirse bunu geri çekmesi toplumsal sigorta mekanizmaları gibi düşünülmelidir” diyordunuz. Bu açıklama, sözünü ettiğiniz 'biat'a karşı mı yapıldı?
O açıklamanın en temel noktası budur. Yani bu açıklamalarla biz hiçbir zaman partinin programına angaje olmamızın mümkün olmadığını, doğru projeleri desteklediğimizi ve demokratik zeminde kaldığı sürece yürüyüşün destekleneceğini aksi halde yanlış projeler, hatalı değerlendirmeler karşısında da eleştiriler yapabileceğimizin altını çizmedir.

Yıpratma süreci diyorsunuz. Sizi yıpratmak için neler yapıldı?
Yıpratma süreci içinde hatırlayacaksınız neler var; 'KCK operasyonlarını cemaat yaptı' iddiaları var. Halbuki KCK operasyonlarını biliyorsunuz Başbakan kalktı, çıktı “Bu operasyonların talimatını ben verdim” dedi. Onun arkasından Fenerbahçe yönetimini cemaat ele geçiriyor haberleri çıktı. MİT krizi meselesi hizmetin üzerine yıkıldı. Yani 2010 yılından sonra adeta her taşın altından cemaat çıkıyor algısını güçlendiren bir yıpratma sürecinin başladığını görüyoruz.

Aslında “MİT krizi” denilen olay, bir noktada Kürt sorununun çözümündeki bakışı da ifade etmiyor muydu? Çözüm sürecinde diyalog sürecini başlatan, Oslo’da PKK heyeti ile görüşen Hakan Fidan’dı. Haliyle Fidan’ın aleyhine bu hareket, Kürt sorununun çözümüne karşı unsurların hareketi olarak da değerlendirildi. Cemaat medyasının bu yayınları da haliyle çözüme karşı imajı oluşturmadı mı?
Hadise bu kadar kilit değil bence kimileri onu öyle yorumladı. Hani Oslo sürecine karşı muhalefetin tepkisi diye. Hayır. Daha sonra bizzat Taha Akyol’un ağzından dinledim. Gittim savcı ile görüştüm diyor. Görüştüğümde, baktığımda diyor olayı bu kadar abartılı, bu kadar yüksek ülkü ve hedeflere bağlayarak hadiseyi kapatmaya çalışmanın bir esprisi, manası yok. Hadise Oslo süreci ile veya Kürt meselesinin çözümü yansıması gibi okumaya gerek yok. Ne oldu? Adam şunu iddia ediyor: 150 -160’a yakın olay var. Bu olayın içerisinde adam sadece şunu öğrenmek istiyor:

Bu olayların içerisinde MİT veya KCK elemanları iç içe girmiş; kaçırılmalar var, yaralamalar var, öldürmeler var diyor. Bunların hangisi MİT’in bilgisi altında, hangisi KCK’ya bağlı yapılanmalar veya çalışmalar bunun tefrik edilmesi gerekir diyor. Ben Taha Bey’den dinlediğim şeyi söylüyorum. Ben savcı ile bire bir görüşmedim. Dolayısıyla orada gördüğümüz mesele tamemen KCK ve MİT arasındaki bu girift ilişkilerin aydınlatılmasına dönük bir yaklaşım ve değerlendirme. Basit bir çıkarsamayla 'Cemaat, camia Kürt sorununun çözülmesine karşı' diye böyle basit ve düzayak çıkarsamalarda bulunmalar söz konusu oldu. Hatırlayın Fethullah Gülen Hocaefendi’nin o dönem Herkül.org’da açıklamaları oldu. Dedi ki “Bu barış süreci desteklenmelidir. Bu süreç tamamlanmalıdır.” Sadece dikkat çektiği nokta: “Devlet kendi izzetini koruyarak bütünlüğüne esas olarak her kesimle oturabilir konuşabilir, görüşebilir” noktasıydı.

Kürt siyasi hareketinin önemli isimlerinden cezaevinde KCK davasından tutuklu bulunan Hatip Dicle, Al Jazeera Türk’e verdiği mülakatta “Bize yapılan operasyonun aklı cemaate aittir” diyor. Buna ne diyeceksiniz?
Ben kasıtlı olarak bazı merkez ve mercilerden bunun beslendiğini düşünüyorum. Yani Hizmet'in böyle bir operasyon yapabilmesi meselesine inandırılmak istenen ve böyle kabullenilmesini sağlayan daha otoriter ve daha güçlü bir yapı var. Dolayısıyla bunun kurgusu olarak görmek lazım. Şunu söyleyeyim bir devlet, bugün 17 Aralık’tan sonra da yaşadık, bir siyasi iktidar kendi iktidar gücü ve kendi muradı dışında bürokratik yapıda herhangi bir farklı muameleye izni olmadan mevcut bürokratik yapı adım atabilir mi? Bu mümkün mü?

Bakın 17 Aralık’tan sonra en haklı olunan hukuki sürecin işlemesinde bile siyasi iktidar vaziyet ve tavır aldığında manzaranın ne olduğunu gördük. Aynı şekilde daha önceki KCK operasyonlarında benzer çalışmalarda da iktidarın onay ve tasvibine uygun gelmedi diyelim. Bugün karşı çıkabilecek gücü vardı da, o gün buna karşı çıkacak gücü mü yoktu? Aynı iktidardı. Mevcut siyasal iktidarın arkasında durmadığı bir meseleyi bürokratik zeminin icra şansı yoktur. Fakat bazı şeyleri açık sahiplenme mevcut iktidara sıkıntı getirecekse bunu birilerinin sırtına yıkarak, başarıyı iktidara, sıkıntıyı bazı zümrelere havale etmek daha pratik.

Cemaatin günah keçisi yapıldığını mı söylüyorsunuz?
Tabii ya. Bunu daha sonra defalarca gördük. Nasılsa sesi çıkmıyor, siyasal aktör olmadığı için de parlamentoda bunu gündeme getiremiyor. Konuşsa da sesini duyuramıyor. Öyleyse onu günah keçisi olarak ilan edin. Sonra da güzellikler olursa da onları biz yapalım.

Peki artık günümüze yani hükümet ile cemaat arasındaki gerilimin alenileştiği olaya gelelim. 14 Kasım 2013 tarihli Zaman gazetesinin manşeti “Eğitime büyük darbe,” 15 Kasım 2013 tarihli manşeti “Darbe döneminde bile uygulanmadı.” Konu hükümetin dershanelerin kapatılmasına ilişkin hazırlanan yasa taslağıydı. Bu tarihten sonra biz Zaman gazetesinde ve cemaate yakın medya organlarında hiç olmadığı kadar hükümet muhalifi yayınlar izledik, okuduk. Hükümete yakın medya da size karşı yayınlar yaptı. Tam bu tartışmalar devam ederken 17 Aralık’da hükümet üyelerine yönelik 'yolsuzluk ve rüşvet operasyonu' başladı. Bu operasyon bir tesadüf müydü? Türkiye’de bu gelişmeyi hükümet - cemaat geriliminde cemaatin yeni bir hamlesi olarak değerlendiren ağırlıklı bir görüş var. Siz ne diyorsunuz?
Bu sizin meseleyi hangi düşünce kodlarıyla aldığınızla ilgili.

Sizin açıklamanız ne o zaman?
Bir kere mevcut dershanelerin kapatılması süreci ki sizin bana gösterdiğiniz (5 Nisan 2012 tarihli Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı açıklaması) açıklamalarımızın olduğu dönemde benim Hüseyin Çelik ve Yalçın Akdoğan ile görüşmemiz olmuştu. Bunlara bu meseleyi sorduk. Dershanelerin kapatılması ile alakalı birtakım süreç vardı, bu mevzu ne oldu, diye. Hüseyin Çelik Bey dedi ki: “Böyle bir şey olamaz, bu mümkün değil daha önce Sayın Başbakan dershanelerin kapatılmasını gündem yapmıştı ama artık bu mesele söz konusu değil.

Bu ülkede köklü bir eğitim revizyonu olmadan dershanelerin kapatılması söz konusu değil, bunu kafaya takmamak lazım” gibi bir mütalaası olmuştu. Bu süreçten belli bir dönem sonra dershanelerin kapatılması ile alakalı bir taslağın hazırlandığını görüyoruz. Köşe yazılarında Hizmet'i, cemaati analiz eden yazılarda şu çok seslendirildi: Siyasi parti olarak hizmetin bu mevcut kendine göre bağımsız duruşundan rahatsız olan siyasi yapı tamamen bunun tasfiyesi ve hareketin tamamen bertaraf edilmesi noktasında bir kararı vermişti.

Bu tasfiye dershaneler üzerinden yürüyecek bir şey miydi?
Bu dershaneler üzerinden en büyük tahribatı yapmak sonra onun arkasını takip eden bir süreçte diğer birtakım prosüdürü devam ettirme. Kendilerine göre öyle inanmışlar. Hizmet'in finansal ve insan kaynağı olarak çok önemli olan kurumları dershanelerdir. Öncelikle küçültmeye, tabiri caizse had bildirmeye, boyun eğdirmeye dönük önemli bir hamle olabilecek adım atalım, dershaneleri kapatalım ve cemaati istediğimiz çizgiye bu şekilde çekebiliriz düşüncesi vardı. 

Dershaneler sizin için çok mu önemli?
Hizmet'in her bir birimi ve kurumu büyük emeklerle, gözyaşlarıyla kurulduğu için bir kulübe bile olsa çok önemli. Niye? Çünkü orada yüzlerce insanın emeği var. Bunu da unutmamak lazım. Dershanecilik bu ülkede eğitimle birlikte ortaya çıkmış bir ihtiyaç. Siz eğitimle ilgili hiçbir şeyi çözmüyorsunuz, dershaneleri direkt kapatalım diyorsunuz. Ondan sonra da diyorsunuz ki: "Biz bunu eğitim revizyonu kapsamında ele alıyoruz, halkımız buraya çok fazla para vermesin’’ gibi halka karşı söylenen sözle asıl niyet ve maksat farklı tabii.

Taslağın haber olmasının ardından “Yolsuzluk ve rüşvet operasyonu”na kadar geçen sürede hükümet ile temasınız oldu mu?
Bu süreci gördüğümüz kadarıyla Başbakan ve etrafındaki 'azınlık grup' -bu tanımlama AK Parti’den ayrılan İdris Naim Şahin’e ait, onun tanımı- oligarşik bir grup sürdürüyor. Bakanlarla görüştüğümüzde biz bakanların birçoğunun dershane taslağından haberdar olmadığını gördük. Görüştüğümüz bakanlar da 'Başbakan bilerek bunu yapmaz' anlayışı ve kanaati içindeydi.

Çünkü dershanelerin bir yönü ve bir ayağı, Türkiye'nin en büyük ulusal markası olan Türk okullarının da öğretmen temin ve tedarikinde de önemli bir kaynak olması. Çünkü oradan mezun olan eğitim fakültesine giden öğrenciler, oradan yurtdışına okullara öğretmen olarak gidiyorlardı. Dershaneler önemli bir kaynak. Bunun baltalanabileceğini ve Türk okullarının bu noktada sıkıntı yaşamalarının mümkün olduğunu söylediğimizde birçok bakan 'Bu mümkün değil, göz göre göre büyük bir hatayı asla Başbakan yapmaz' dediler.
Başbakan’a veya etrafındaki o tanımladığınız kadroya ulaşabildiniz mi?
Başbakan’ın etrafındaki çekirdek kadroya, bakanların da ulaşamadığı bir durum var. Biz nereden ulaşacağız.

Cumhurbaşkanı’na ulaştınız mı?
Cumhurbaşkanı ile bunların hepsini paylaştık. Hatta şunu söyleyeyim bu dershane süreci içerisinde Hocaefendi çok önemli bir teklif götürdü. Hocaefendi dedi ki; bu dershaneleri kapatmayın çünkü bunlar milletin kurumları eğer buradaki yöneticilerin Hizmet'e ait insanlar olmasından rahatsızsanız biz onları çekelim. Bu kurumları siz alın, istediğiniz insanları atayın.

Ve 17 Aralık oldu. Tekrar soracağım ama bu hamle cemaatin, hükümetee karşı bir hamlesi değil miydi?
Dershanecilikle ilgili bir hamle yapıldı. Belirli bir makul sürece gelmişti olay. Ben şimdi bakıyorum da 17 Aralık acaba bundan sonra yapılan ve takip edilen takvime, bugün gelinen noktaya baktığınız zaman yani insanın aklına bazen şu bile geliyor, acaba bu iradi bir hamle miydi ki, bunun arkasından bu kadar büyük ve köklü değişimler ve operasyonlar yaşandı?

17 Aralık operasyonunu hükümetin yaptırdığını mı kastediyorsunuz?
Hayır. Şunu diyorum arkadan yapılanlara baktığımda insanın aklına böyle bile gelebiliyor.

Bir olayın failini anlamak için “Bundan kimin fayda sağladığına bakalım” önermesini mi savunuyorsunuz?
Tabii ki onu diyorum.

Burada bu mantık biraz zorlama değil mi?
Dershanelerle alakalı süreçte biliyorsunuz yedi saat süren bir bakanlar kurulu toplantısında ‘’Bir yıl sonrasındaki süreçte değerlendirelim’’ kararı çıkmıştı. Normal süresi içinde tekrar müzakereler olur, makul dönem olabilir anlayışı düşünüldü. Şimdi bu süreçle bunun birbiriyle bağlantılı tutulmasının bir kere Hizmet'in bu manadaki beklentisi açısından ters. Neden diyeceksiniz?

Hâlâ daha yargıdaki, emniyetteki birilerinin dediği gibi ispatlanamamış otonom yapı üzerinden iş tanımlanmaya çalışılırsa bu dediğiniz mantık çok doğal. Zaten emniyette ekip var, yargıda ekip var. Eee dolayısıyla burada dershanelerle alakalı bu adamların canı sıkıldı, bu ekip niye boş dursun, bunlar da atak yaptı. Bu çok düz bir mantık. 2010 yılından bu yana hazırlanan zihni hazırlığın çok tabii vardığı bir neticedir bu: A eşittir B, B eşittir C ise üçüncü önerme çok tabii çıkar, o da A eşittir C.

Tam dershane meselesinde hükümet ile bir pazarlık yapıldı. Bir çözüm noktasına ulaşıldığı anda mı 17 Aralık geldi diyorsunuz?
Dershanelerle ilgili o süreç oldu. 17 Aralık ondan sonra oldu. Bir yıl uzatma oldu hatta.

Hükümet ile olan bu temas sizi ikna eden bir süreçte ilerliyor muydu?
Şu var. Eski hale göre bir ümit verici durum çıktı ortaya, bir yıllık süre içinde tekrar görüşülür, müzakere edilirdi.

Yani sizin “hamle” yapmanızı gerektirecek bir durum yoktu, öyle mi?
Bu bir yıllık süre uzatılabildiyse, tekrar görüşülür, konuşulurdu. Çünkü Bülent Arınç ile ikili görüştüğümüz zaman da “Ya arkadaşlar yani bu süreç daha genişletilebilir, bakın bu adım oldu, bu süre içerisinde bu adımı iyi değerlendirelim” demişti. Yani bu bir noktada kesin çıkan ani kapatma kararı karşısında en azından diyaloglarla da farklı bir sürece evrilebilirdi.

Yani 17 Aralık operasyonu sizin işinize gelen bir gelişme değildi. Onu mu demek istiyorsunuz?
Onu diyorum. Bizim niye işimize gelsin ki.

İşinize gelmiyorsa cemaate yakın yayın organları, hükümete yakın yayın organları gibi yayın yapabilirdi. Operasyonu büyütmeyebilirdi. 18 Aralık, 19 Aralık 2013 tarihli Zaman gazetesinin yayınları ve manşetleri ortada. O tarihten sonra günlerce tam sayfa yolsuzluk ve rüşvet operasyonu haberleri yapıldı. Çelik kasalar, para sayma makinaları birinci sayfadan yayınlandı. Bu çelişki değil mi?
Bir dakika, ben de o zaman size şunu söyleyeceğim. Netice itibariyle gerçekten ilgili operasyonlarla alakalı "Gazetede bu haberi görmeyelim, bunu hiç kâle almayalım" meselesi farklı "ya bu görülmede doz kaçırılmış" meselesi farklı. Bir kere bunun görülmemesi diye bir şey gazetecilik açısından savunulamaz. Bazı gazetelerin görmemesini anlayabiliyorum.

Ben de gazeteci olarak bu haberin büyük görülmesi gerektiğini, büyük haber olduğuna inanıyorum. Bu tartışılamaz bile. Burada geçmişte AK Parti ile ilgili yolsuzluk haberlerine hiç yer vermeyen ya da bu kadar büyük görmeyen Zaman Gazetesi’nin performansını soruyorum. Mesela bir Deniz Feneri davası ya da başka yolsuzluk iddialarını Zaman Gazetesi manşetlerine hiç taşımadı. Yani işinize gelmediyse bu yayınlar çelişki değil mi?
Fakat bir şey söyleyeyim, geçmiş dönemdeki yolsuzluk operasyonlarıyla alakalı gerek içerik, gerek bununla alakalı mevzunun şaibeye bakan yönü itibariyle fark var. Kaldı ki orada, Deniz Feneri’nde Almanya operasyonu olması nedeniyle hep soru işaretleri vardı. Siz gazetecilik refleksi ile bu meseleye bakıp da “Bu tabii ki büyük görülebilir, ben tabii ki büyük bir haber yakaladım. Tabii ki bunu veririm” diyen bir insana sen suçlusun diyemezsin.

Cemaatin bürokrasi içinde örgütlendiği iddialarına gelirsek. İddia odur ki cemaatin sizler gibi sivillerden oluşan bir kanadı var. Bir de yargı ve güvenlik bürokrasisi bir kanadı var. Bu doğru mu?
Her şeyden önce bu bir yakıştırma. Hizmet'in sivil kanadı var, Hizmet'in bilmem ne kanadı var. Bir kere bunların hepsi algıda başarılı olan kesimlerin ürettiği, kurguladığı meseleler. Bizi yıpratma süreci esnasında üretilen algılardan bir tanesi. Bürokraside özellikle yargıda ve emniyette Hizmet'in ağırlıklı yapılanması üzerine bir anlayış ve algı oluşturulmaya çalışıldı. Tabii bunun üzerine birtakım icraat ve birtakım değerlendirmelerin bu anlayışın üzerine bina edildiğini görüyoruz.

Bu algı ne zaman yaratılmaya çalışıldı?
Geçmiş yıllarda 1995’li, 1996’lı yıllarda. Her siyasal iktidar emniyette ve yargıda operasyon yapmak istediği zaman bir kavram bulur. O kavram üzerinden yıpratırlardı. Mürteci kavramıyla bazı operasyonlar yapılır ve mürteci damgasını yapıştırdıkları insanları istedikleri yerden alır, sürgün edip mevcut anlayış ve düşünceye göre yeniden dizayn yapılırdı.

Bunun tersi de olmadı mı? 1999 yılında Ankara Emniyet Müdürlüğü’nden Cevdet Saral ve Osman Ak gibi polis şefleri cemaat hakkında rapor hazırladıkları için görevlerinden uzaklaştırılmadı mı?
Bu makas çift taraflı çalışır. Yıpratmada bazen güçlü görünerek ve güçlü göstererek de yıpratmak mümkün. Bu makasın çift taraflı çalıştığını unutmamak lazım. Bir dönem irtica üzerinden yapılan yıpratma faaliyetleri, bir dönem sonra cemaat veya camia ile ilintili olma üzerinden yapılmaya başlandı. Bu 28 Şubat sürecinde oldu. AK Parti iktidarı bunun ikinci perdesidir. Hatırlayacaksınız 1998 yılında Hocaefendi için dava açıldı. Biliyorsunuz içerisinde emniyetle, yargıyla, okullarla, dersanelerle ilgili raporlar vardı. Bu dava yedi, sekiz yıl sürdü.

O dönem cemaat hakkında bu soruşturmayı başlatan hatta Gülen’in tutuklanmasını isteyen Savcı Nuh Mete Yüksel’in özel hayatına ilişkin, onu zor duruma düşürecek bir CD çıkmıştı. Bu CD’nin de cemaate yakın kişiler tarafından üretildiği iddia edilmişti. Bu iddiaya ilişkin ne dersiniz?
Şunu soracağım; Kaset yayınlandı. Öyleyse Hizmet'in, cemaatin katkısı olamaz mı noktasından bakıyorsunuz. Nuh Mete Yüksel’in kasedinin yayınlamasının ardından süreç durmadı ki, yerine atanan savcı, Nuh Mete Yüksel’i aratır halde soruşturmaya devam etti. Yani dolayısıyla buradan şöyle bir çıkarsama yapmak mümkün değil. Nuh Mete Yüksel gitti, süreç bitti, beraatle neticelendi. O CD şöyle olamaz mı? O dönemde Nuh Mete Yüksel’e dava açtırmakla alakalı davayı cemaatin üzerine yıkma ve takip etme ile alakalı bir tehdit CD’si olarak birilerinin elinde vardı. Bu deşifre oldu. Neden böyle okunmuyor?

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, cemaatinizin Türkiye’deki önemli faaliyetlerinden biri olan Türkçe Olimpiyatları için “Türkçe Olimpiyatları bitti’’ dedi. Haziran ayı geliyor, olimpiyatları düzenleyecek misiniz?
Kaderin cilvesi Türkçe Olimpiyatlarının süreci başlamıştı. Finali her yıl Türkiye’de 15 Haziran gibi yapılıyordu. Sayın Başbakan "Bitmiştir” dedi. Tabii şu anda da biz çok ciddi anlamda illegal yani yetkinin ayrımcı bir üslupla kullanılması ile karşı karşıyayız. Bundan önce mesela naat programlarımız oldu. Naat programlarında belediyeye ait ya da iktidarın siyasal bürokrasisine ait yerleri vermeme üzerine özel gayret sarf ettiler. Verdilerse de iptal ettiler. Türkçe Olimpiyatları ile alakalı da bugün stadları, ilgili yerleri vermeme üzerine kararlı olduklarını görüyoruz. Olimpiyatların yurtdışı elemeleri yapıldı. Eğer Başbakan Türkiye’de buna bir zemin ve imkan sağlamazsa veya buna imkan verecek birtakım çalışmalara fırsat tanımazsa, bu zulüm böyle devam ederse, dünya geniş, dünyanın belki bir başka yerinde yapılır.

Cemaat tabanı yerel seçimlerde kime oy verdi?
Çok farklı partilere oy verildi. CHP’ye, MHP’ye, Saadet Partisi’ne, Büyük Birlik Partisi’ne oy verenler oldu. Geçen günlerde birisi iyi bir analiz yapmış artan oylar, yani bu yerel seçimlerde partilerin artan oyları açısından bakıldığında muhalefet partilerinde yaklaşık iki buçuk, üç milyona yakın oy artmaları olmuş. AK Parti’ye de oy verenler olmuştur. Onu da söyleyeyim.

Tabanınızdan AK Parti’ye ciddi oranda oy gitmiş midir?
Çok ciddi oranda gittiğini tahmin etmiyorum.

Blok olarak CHP’ye yönelme olmadı mı?
Olmadı. Kesinlikle olmadı.

Mustafa Yeşil’in kime oy verdiğini sormalı mıyım?
Sormayın.

Tüm bu yaşananların ardından AK Parti hükümeti ile bir uzlaşma ve barış mümkün mü?
Uzlaşma ve barışın olması için her iki tarafın da buna niyetli olması gerekir.

Siz niyetli misiniz?
Bu ülkenin huzuru, sulhu ama neyle, hukuk ve demokratik çerçevede kalma şartıyla, ne gerekiyorsa ben Hizmet'in buna hazır olduğunu düşünüyorum. Hocaefendi’nin Cumhurbaşkanı’na yazdığı mektubun içeriğini okursanız orada bütün kodları göreceksiniz. Bu ülkede demokratik ve hukuk çerçevesinde kalma kaydıyla biz bu ülkenin huzur ve sulhu adına atılacak bütün adımların hepsinde Hizmet'in kendi üstüne düşeni yapacağından kimsenin endişesi olmasın.

Umutlu musunuz?
Bunu karşı tarafa, AK Parti’ye soracaksınız.

Şöyle sorayım, AK Parti’nin şu anki yaklaşımları umut veriyor mu?
Hayır.

Bu durum nereye gider? Bu sürecin bir kaybedeni olacak mı?
Ben netice itibariyle hakkı temsil etmeyenlerin yalan ve iftira üzerine anlayış ve zihniyetini kuranların kaybedeceğini düşünüyorum.

Son olarak cemaate yakın yayın organlarında son zamanlarda insan hakları, demokrasi, özgürlük, basın özgürlüğü, yargı kararı olmadan suçlanma olguları üzerine sık sık haber ve yorumlar okuyoruz. Yaygın kanaate göre, geçmişte cemaate yakın yayın organlarının bu konularda yayınlarıyla mağdur ettiği ciddi bir kesim var. İspatlanmamış iddialar üzerine yayınlar yapmak konuları da dahil. Gelinen noktada bir özeleştiri gereksinimi yok mu?
Ben genel olarak bir şey söyleyeyim. Yayıncılık adına yayın organlarını temsil eden arkadaşların kendi içlerinde 'neleri doğru yaptık, neleri yanlış yaptık' meselesindeki müzakereleri olur, vardır. Bunları kendileriyle görüşürseniz hangi noktalarda kendilerini eleştirdiler, hangi noktalarda doğru buldular, bunu söyleyebilirler.

Peki siz aynı safta biri olarak ne söylersiniz?
Zaman zaman bir araya geldiğimizde zaman zaman mütalaalar, müzakereler olduğunu görüyorum. Bazı yerlerde dozu kaçırdıklarını ifade ediyorlar. Keşke şu olmasaydı, dediklerine şahit oluyorum. Ama bunlar nelerdir, hangi noktada, hangi meselede bu tarzda değerlendirmeler yapılıyor bilmiyorum. Yani bazen şu haber keşke çıkmasaydı, şu haber böyle verilmeseydi dediğimiz oluyor, bunların hepsi mümkün. Yani şöyle bir şey mümkün değil, biz hatasızız, kusursusuz, eksiksiziz. Bir kere bu bizim temel inanç akidelerimizle doğru orantılı değil. Herkes hata yapar. Fakat şu var Efendimizin Hadis-i Şerifi’dir: “Herkes hata yapar hata yapanların en hayırlısı hatasından hemen dönen ve vazgeçendir.”