Medya
02 Mayıs 2012 11:23 Son Güncelleme: 23 Kas 2018 13:36

ERDOĞAN, AYDINLARA KARŞI CİHAD İLAN ETMEYE UĞRAŞIYOR!

Ahmet Altan, dinin tutucu özelliklerini bünyesinde topladığını öne sürdüğü Erdoğan'ın aydınlara karşı cihada girmeye çalıştığını tespit etti.

Aydın düşmanlığı

Toplumla aydın arasında daima gergin bir ilişki vardır.

İki birbirine zıt isteği aynı anda içinde barındırır toplum.

Olduğu gibi kalmak ister ve değişmek ister.

Aydın da, değişmek isteyen toplumun kendi içinden, kendini değiştirmesi için çıkardığı kesimdir.

Büyüyen bir ağacın, güneşe doğru uzanan en ucundaki dallarıdır aydın.

Aydın, toplumu değişmeye zorlar, toplum bir yanıyla bundan hoşlanır, bir yanıyla da bundan nefret eder.

Aydın, “bir görev” olarak üstlenmez değiştirmeyi.

Onun varoluş biçimi zorlayıcıdır.

Gerek Kemalistler, gerekse dindar muhafazakârlar “aydın” kavramını “bilgiyle” ilişkilendirirler.

Onlara göre “bilgili” insan aydındır.

“Bilgi” aydının tek özelliği değildir, hatta en önemsiz özelliğidir.

Bir insanın aydın olabilmesi için “bilgiden” yeni “bilgi” üretebilmesi, bu bilginin yayılmasına yardımcı olabilmesi gereklidir.

Bunu da hiç öyle “bilinçle” yapmaz, doğası öyledir.

En basit örneği ile anlatırsak, bir romancı topluma hizmet etmek için roman yazmaz, roman yazmadığı zaman ölecekmiş gibi hissettiği, derin bir acı çektiği ve bu acıyı da ancak roman yazarak dindirebildiği için yazar.

Ama iyi bir roman yazabildiyse, yazdıkları toplumun ya insanla ilgili bilgisini, ya toplumla ilgili bilgisini, ya da doğayla ilgili bilgisini yeniler, o bilgiye yenilikler katar ve bunu da “yazının” kendine ait estetiğiyle yapar.

Bunu yaparken sahip olduğu bilgiler ya da düşünceler hiç de önemli değildir.

Balzac kralcıydı, Knut Hamsun ve Ezra Pound faşistti, Neruda komünistti, Yahya Kemal muhafazakârdı, Necip Fazıl sağcıydı, Nâzım Hikmet solcuydu, Graham Greene dindardı, André Gide dinsizdi.

Birbirlerine hiç benzemezlerdi ama hepsi toplumlarına yeni bilgiler, yeni sesler, yeni gerçekler, yeni düşünce biçimleri, yeni söyleyiş tarzları bağışlayarak, kendi varlıklarıyla toplumda varolanın değişimine katkıda bulundular.

Bunu, sahip oldukları bilgiyle değil ürettikleri bilgiyle yaptılar.

Bizim toplumumuzda “aydın” olmanın bilgi sahibi olmaya indirgenmesi ise dindarların ve Kemalistlerin “bilgiyi” yücelten yaklaşımlarından kaynaklanmıştır.

Din için bilgi çok önemlidir çünkü Allah’ın yolladığı “bilginin” yayılmasına dayanır din, o bilgiyi ancak “bilgi” sahibi olarak yayabilirsiniz, o yüzden bilgi dindarlar için kutsaldır.

Kemalistler ise toplumun ancak “bilgiyle” aydınlanıp ilerleyebileceğine inandıkları için bilgiyi ve “bilgili adamı” kutsamışlardır.

İki kesim de kendi “aydınını” bilgisiyle ölçmüştür.

Bilgili bir din adamı sadece bilgili bir din adamıdır, aydın olabilmesi için o bilgiden yeni yorumlar üretebilmesi, o bilgiyi yeni bir biçimde aktarabilmesi, yeni “tarikler” bulması, o yoldan nasıl gidileceğini anlatabilmesi gerekir.

Ama “din” kutsal bir kaynaktan neşet ettiği için her yeni yolu, her yeni bilgiyi, her yeni yorumu şüpheyle karşılar, Batı’da Protestanların bizim diyarlarda ise mutasavvıfların çektikleri bu şüphenin sonucudur.

Kemalizm de sadece “varolan” bilgiyi kutsar ve ondan yeni bilgiler üretilmesinden daima kuşkulanır, Cumhuriyet tarihi boyunca yeni “bilgiler” üreten neredeyse bütün aydınlar cezalandırılmışlardır.

Din ve Kemalizm, “bilgi üretenden” duydukları huzursuzluğu, rahatsızlığı, toplumun “değişmek istemeyen” yanının doğal tepkisiyle bütünleştirerek, “bilgi sahibini” yüceltmiş, “bilgi üreteni” ise neredeyse lanetleyerek onu “düşman” ilan etmiş ve “aydın düşmanlığını” benimsemişlerdir.

İki kesim de “kendi içinde” sadece bilgi sahibini “muteber” kabul etmiş, bilgi üreteni ise dışlamıştır.

Bugün dinin ve Kemalizmin tutucu özelliklerini bünyesinde toplayan Başbakan Erdoğan ve AKP yönetimi yeniden “aydın düşmanlığını” ön plana çıkartmaya, aydınlara karşı bir cihada girmeye uğraşıyor.

Bunun birçok nedeni var.

Birincisi böyle bir savaşla “toplumun değişmek istemeyen” yüzünün hazır desteğini arkalarına alıyorlar.

Hatalarını ve eksiklerini bu kavganın arkasına saklamayı hesaplıyorlar.

Sürekli olarak toplumu değişime zorlayan “aydının” bu zorlayıcılığından ve tutuculuğa getirdiği kaçınılmaz eleştiriden kurtulmak istiyorlar.

Kendi “bilgilerinin” en yeterli ve gerekli bilgi olduğuna inanıp, yeni her türlü bilginin onların konumunu sorgulatacağından endişe ediyorlar.

Bu kaçınılmaz bir kavgadır.

Toplumlar, olanı muhafaza etmek isteyenle, olanı değiştirmek isteyenlerin bu çatışmalarıyla ilerler.

Toplumun olanı muhafaza etmek isteyen yüzünü genellikle siyaset, toplumun olanı değiştirmek isteyen yüzünü de genellikle sanat ve bilim dünyasının aydınları temsil eder.

Siyaset her zaman daha güçlü gözükür.

Ve siyaset daima yenilir.

Çünkü toplumlar bir yandan oldukları gibi kalmaya çabalarken bir yandan da oldukları gibi kalırlarsa “öleceklerini” bildiklerinden “değişebilmek” için kendini değiştirecek aydını kendi içinden çıkarmıştır, yaşayabilmesi, gelişebilmesi, değişebilmesi için kendi içinden çıkardığı aydına muhtaçtır.

Toplumun yaşaması ancak aydınların zaferiyle mümkündür.

Onun için de “yaşayan” her toplumda aydınlar, böyle bir amaçları olmasa bile savaşı kazanır.

Ahmet Altan / Taraf