Medya
27 Ağu 2015 14:44 Son Güncelleme: 23 Kas 2018 17:50

Diriliş Postası yazarından şok öneri: Tuğçe Kazaz bakan olsun!

Diriliş Postası yazarı Yusuf Armağan, bugünkü yazısında Tuğçe Kazaz'ın ortadoğu hakkındaki çözümlemelerini çok beğendiğini ve Kazaz'ın bakan olması gerektiğini yazdı.

İşte O Yazı...

AKP'li Tuğçe Kazaz’ın DAEŞ/IŞİD uzmanlığını sorgulayanlar, onunla dalga geçen “Ortadoğu uzmanları” (!) DAEŞ/IŞİD’in adını ilk kez televizyonlardan duymadılar mı? Hem de iş bittiğinde, yani herifler Musul’u ele geçirdiklerinde…

Şimdi bu başlığı okuyan herkes o çok bildik klasik refleksi kuşanıp kuvvetle muhtemel peşin peşin şunu mırıldanacaktır:
“Bu yazı AKP'li Tuğçe Kazaz’ı küçümseyen ve dolayısıyla Tuğçe Kazaz’ın görüşlerine yer veren yayın organlarını eleştiren bir yazı.”

Hayır, öyle değil.

Şöyle:

AKP'li Tuğçe Kazaz’ın DAEŞ/ IŞİD uzmanlığını sorgulayanlar, Tuğçe’yle dalga geçen “Ortadoğu uzmanları” (!) DAEŞ/ IŞİD’in adını ilk kez televizyonlardan duymadılar mı? Hem de iş bittiğinde, yani herifler Musul’u ele geçirdiklerinde…

Türkiye’de kahvehaneler mi uzmanların diskurunu belirliyor, yoksa uzmanlar mı kahvehanelerin yeşil çuhaları üzerinde okeye dönerken çakmak döndürenlere kanaat servis ediyor sorusunun bende bir cevabı yok.

Arapların Atlas Okyanusu’ndan ta Hindistan’a kadar olan upuzun bir sokakta yaşayan yeknesak bir halk sanıp da bir de bunu ‘Arap Sokağı’ diye afili bir kavramla tanımlamaya kalkanları gördük biz.

Bir yerlerden ‘Şii Hilali’ diye bir şey duyup haritayı önüne açınca ‘hımm, vay be’ mırıldanmaları eşliğinde strateji kasanlar hala ekranlarımızda duruyor.

Rusların ortaokul çocuklarına tarih derslerinde ifade edildiği şekliyle ‘sıcak denizlere inme arzusu’ cümlesinin etrafında dönüp duran makaleler kaleme alanların ‘ne işimiz var Afrika’da?’ sorusunu gazete manşetlerine taşıma gayretlerini unutmuş değiliz.

Aynı uzmanların ‘Goralı’ denince akıllarına İstanbul büfelerinin o meşhur spesiyalinin geldiğini de biliyoruz.

Hatırlayanlarınız olacaktır; yine bu uzman kitlesi Bosna Savaşı çıktığında Miloşeviç’in peşine düşüp, gâvurun önde gidenini, Yugoslavya’yı, bütün aksiyonunu ‘Türklerden 600 yılın intikam alma zamanımız geldi’ cümlesi üzerine bina eden anlayışından habersiz bir şekilde sekiz sütuna manşet yapmıştı.

Şiiliği Vahhabilikle, Vahhabiliği Selefilikle, Selefilikle Ortadoğu’daki tarikatları, tarikatlarla Müslüman Kardeşler ya da Cemaat-i İslami hareketini, bu hareketlerle BAAS’ı, BAAS’ı sufi direniş örgütleriyle aynı tasta bir çorbaya dönüştürmelerine de hiç şaşırmıyorduk öteden beri.

Ben bütün bu saçmalıkları birbiri ardına sıraladıkça ‘bende bir cevabı olmayan sorunun’ cevabı da kafamda netleşmeye başladı aslında. Bana kalırsa bu güruhtan kahvehanelerde okey dönenlere ancak yancı olur.

Bu amcaların konuştuğu yeri bir podyuma benzetebiliriz. Aslında kendilerine ait olmayan bir şeyi sergiliyorlar. Aldıkları formasyon, beslendikleri kaynak onların bir yere oturmalarını sağlıyor. Bu durdukları yer de onların gördüğü şeyi belirliyor. Dolayısıyla yukarıda zikredilen ürünlerin ortaya çıkması kaçınılmaz oluyor.

Bunların bulunduğu platformu podyuma benzetebiliriz. Kırıntı bilgilerle çıkıyorlar podyuma ve boy gösteriyorlar. Şimdi şuna bağlanıyoruz, şimdi şuradayız, stüdyomuzdaki konuğumuza dönüyoruz dediklerinde karşımızda bulduklarımız aslında ‘atalarının dini’ üzere alışkın olduğumuz söylevlerini süslü kavramsallaştırmalar yardımıyla sunuyorlar ve sahneden iniyorlar. Tüm podyumlarda sunum yapan ‘manken’lerde olduğu gibi bunlarda da durum aynı; tasarım bir başkasına ait. Sorun da şurada ortaya çıkıyor zaten; birden çok tasarımcının olduğu yerde ‘mankenler’ aynı podyumda boy göstermek zorundalar. E bu da kakofoni demek.

Ortadoğu uzmanları gibi bütün uzmanlar bu ülkede birer konu mankeni konumunda değiller mi?
Birdenbire, başka podyumlarda boy göstermesiyle tanınmış olan Tuğçe Kazaz’ın bu kitlenin bulunduğu platforma talip olması rahatsız etmiş olacak ki bir ‘dalga geçme’, ‘hafife alma’ müessesesi hızlıca devreye giriverdi.

Açık söyleyeyim, böylesi bir tabloda Tuğçe Kazaz’ın çok saygın bir noktada durduğu kanaatindeyim.

Çünkü sorduğum soru şu:

Tuğçe Hanım bu dış politika, uluslararası ilişkiler ya da siyaset bilimcilerin söylediklerinden neyi eksik söylüyor?

Bu soruya ilişkin anlamlı bir cevabı olan var mı?

Neticede eski bir manken yukarıda kendilerinden çokça bahsettiğimiz konu mankenlerini gölgede bıraktı, hepsi bu.

Bu kadar bilgi ve kakofoni bize fazla, bize biraz ilim ve çokça susmak lazım aslında. Bütün kelimelerin aynı hızla kirlendiği ama birinciliğin bilgiye verildiği bir çağa erişmiş durumdayız zira.