Röportaj
18 Tem 2012 12:12 Son Güncelleme: 23 Kas 2018 13:55

DEMOKRASİ BİZDE PREZERVATİFLE SOKULAN BİR REJİMDİR, ZEVK VERİR AMA ÜREMEZ!

Ünlü modacı Barbaros Şansal, Medyaradar'ın sinema-tv yazarı Murat Tolga Şen'e çok konuşulacak açıklamalarda bulundu.

Demokrasi bizde prezervatifle sokulan bir rejimdir, zevk verir ama üremez!

Kendi deyimiyle “terzi yamağı” Barbaros Şansal’ı, sosyal medyadaki cesur çıkışları sebebiyle uzun zamandır takip ediyordum. Bu vesileyle kendisiyle bir röportaj yapmak istediğimde arkadaşım olan kardeşi Tolga Şansal’ı aradım. Birkaç hafta sonrasına gün verir herhalde diye düşünürken Tolga’nın “telefonu bu hemen ara” cevabıyla aramam, sözleşmem ve röportajı gerçekleştirmem bir oldu. Karşımda tıpkı anlatılan gibi cesur ve mütavazi aynı zamanda da çok kibar bir insan vardı. Tesadüf o ya o gün meğer doğumgünüymüş. Elimiz boş gittik ama her yerden gelen çiçekleri gördük yollanan çikolataları birlikte yedik.

Sinema konuşmak amaçtı ama Türkiye’de ne konuşursanız konuşun eninde sonunda konu memlekettir. Bu kez de öyle oldu. Memleketin dertlerine bu kadar kafayı takmış bir insanla dertleşiyormuş gibi hissettim kendimi. O yüzden konuşmanın neredeyse tam metnini çıkardım ve okurlarıma sunuyorum. İyi okumalar…

Barbaros Şansal kimdir? Bizim için tanınmış bir modacısınız ama siz kendinize terzi yamağı diyorsunuz.

Ben Ateist düşünen, radikal, bazılarına göre marjinal, aktivist ama liberal, laik, sosyal hukuk devletine inanan, tabi ki Atatürk ilke ve inkılaplarına son derece bağlı fakat herhangi çü, iz ya da izm’e inanmayan biriyim.



Atatürk’çü olmak hele de sosyal medyada bu aralar pek moda değil…

"CHP’yi İstemiyoruz" diye bir site Anıtkabirde çekilmiş fotoğrafımın altına “Şerefsiz” yazarak beni hedef gösterdi, tehdit etti ama "sanal kanal, sonu anal" yani çok umurumda değil sosyal medyada böyle algılanmak… Beğenmediğin şeyi engelleyip atabiliyorsun. Benim Facebook’taki “tanınmış kişi” olarak açtığım hesapta 50.000 takipçi var ancak binlerce kişinin seni takip ediyor olması demek o anda herkesin senin her paylaştığını görmesi demek değil. Zaman gazetesinin tirajı gibi… Çok satıyor ama kim okuyor? Ben öğrenci evlerinde yaygı olarak kullanıyorum kahvaltı için mesela…

İki ihtilal,  üç harekât gördüm, dokuz yıl sürgün yaşadım. Sansaryan Han’da yattım, Selimiye’de yattım, Gayrettepe’de, Beyoğlu’nda, Kadıköy’de yattım. Zührevi ’de bile yattım. Türkiye Cumhuriyeti değişimin başladığı bir süreçte… Bir yıl içinde bir milyon ölü, 20 milyon aç ve işsizle karşı karşıya kalacak bir coğrafyada yaşıyoruz. Bunu görmeyen ahmaktır artık…

Sizler medyanın, sosyal hayatın içindesiniz, bunun kokusunu alıyorsunuz mutlaka… üç buçuk milyon insan “Kentsel dönüşüm projesi” adı altında yerlerinden ediliyor! Eğitim sistemi dönüştürülüyor, tahta kafalılar akıllı tahtaya ihtiyaç duyar!

Evangelist, Anglo Sakson emperyalizm ve Siyonizm’in Büyük Ortadoğu projesi aslında Büyük İsrail, Vaadedilmiş topraklar projesidir. Bizim hükümetimiz referans olarak Kuran-ı Kerim’i değil eski Ahiti alıyor. Dikkat edin hep kitab-ı mukades olarak bahsediyorlar. Kitab-ı mukaddes Tevrat’tır! İlker başkanla TGB’yle sık sık bir araya geliyoruz. Üniversitelerden artık vazgeçtim. TGB’ye ve meslek liselerine yoğunlaşacağım. Bari üniversitelere yönlendirmelerin önünü keselim. Çünkü öğrenci keriz bir müşteri… Şu anda öğrenciyi sömüren ve özellikle cahil bırakan bir sistem var. En azından istihdam kısmında gençleri iş sahibi yapabilirsek daha nitelikli bir nesil kazanabiliriz. Apolitik, asosyal, aseksüel değilim. Olması gerekene göre mücadele ediyorum.

Resimde görünen Barbaros Şansal para kazanıp kafayı eğlenmeye takan biri sanki ama sizin epey bir derdiniz ve çabanız var.

Çok paralar kazanmıyorum ki… Karı satmıyorum, elbise satıyorum. Düşündüğünüz dilde sevişip düşmanınızın diliyle savaşmanız lazım. Demokrasi bize prezervatifle sokulan bir rejim biçimidir diyorum ben hep, zevk verir ama üremez. Benim sanatçı kişiliğimin, yaratıcı zekâmın beslendiği yer bu toplum, bu topraklar… STK’ların içindeki parçalanma bile toplumun parçalanmasının güzel bir örneği aslında…

Bu aralar muhalif sesler içeri alınmak suretiyle bastırılıyor. Sizi de almazlar mı bu kadar beyandan sonra?

Alamazlar beni… Herkes F tipinde, beni almaları için yumuşak G tipi açmaları lazım.

Bakın Anayasanın 3. Maddesindeki tıkanıklık dışında Maşallah hükümetimiz demokrasi, insan hakları konusunda ileri, ileri! vitesle gayet güzel yol almış gidiyor. Madem hak ve özgürlükler konuşuluyor, ben de kendi hak ve özgürlüklerime sahip çıkmalıyım. Bakın Bülent Arınç’ın açıklamasına, Diyanet işleri başkanı protokolde beşinci sıraya alınıyor. O zaman ben de Satanistim! O da inanç değil mi? Madem inanç özgürlüğü var…

Hiç mi korkmuyorsunuz?

Ben bu ülkede çalışan, vergi ödeyen, istihdam yaratan biri olarak kendimde söz hakkını buluyorum. Jakoben ve Makyavel tavırları sevmeyen bir adamım. Nicelik öne çıkıyor, nitelik kayboluyor. Niteliğin kaybolduğu yerde toplumun homojen yapısı da kayboluyor. O yüzden mücadele ediyorum. Lüksü de seviyorum ama öyle büyük paralar kazanmıyorum. Öyle görünüyor ama… Burası Yıldırım Mayruk, burada 10.000 TL’lik elbise de var ama her gün o elbiseden on tane satmıyoruz. Bazen aylarca kalıyor o elbise askıda… Ben kredi kartına taksit ödeyen bir adamım, büyük servetlerim yok, kazandığıyla yaşayan bir adamım, 20 kadar çalışanımız var. Onların maaşlarını ödeyip parasız kaldığım günlerde oluyor. elbise satarak para kazanan bir esnafım.

Bugün 55 yaşıma girdim. Bu günlerde daha duygusal oluyorum. Dün akşam Yıldırım beyden 20 TL aldım, “taksi parası versene” diye… Tünelde indim, oradan İstiklal’e kadar yürüdüm. Her köşede bir anım vardı. İlk flörtlerim, Yıkılan Lazzaro Franko, Troleybüslerin çıkan boynuzları, Karaköy Bankalar caddesi, dolmuş durakları, gittiğim partiler, eski binalar, kaybolan kumaşçılar, düğmeciler, İstanbul’un ilk gay barı Vat 69’un olduğu İmam Adnan sokağı… Taksim’e kadar 55 yıl benle yürüdü. Hayat… Akşam gazetesine yaptığım işlerde de hayatı yazıyorum. Bana oradan da saldırıyorlar ama ben Nilay Örnek’le yaptığım işlerden para almıyorum. Daha ne yapmaya çalıştığımın farkında bile değiller. 52 haftalık bir proje… 52 hafta sonunda 52 fotoğraflık bir resim sergisine dönüşecek, Açılım değil katılım benim derdim!

Bu kadar endişesiz olmak nasıl mümkün? Oliver Stone’un Savages filmindeki karakter “Doğduğun anda öleceğin bellidir. Bunun farkında olursan korku sana işlemez” der mesela…

George McDonald’ı okumak lazım… Korku çok büyük bir düşman, insanlığın ortak korkusu yok bize sonradan korkmayı öğretiyorlar ve bizi bu şekilde yönetiyorlar. 7 yaşındayken yaşadığım ensest vakası yüzünden hiçbir şeyden korkmamayı erkenden öğrendim ben!

Uçurumdan zaten atladım diyorsunuz?

Öyle tabi, daha yükseği yok ki… Ha yüz metre, ha bin metre… Önceleri çok suçladım karşı tarafı ama evcilik oynarken hemşire olmak isteyen bendim, doktorluğu seçmemiştim! Aynaların ön yüzü ne kadar parlak ve aydınlıksa arka yüzleri de o kadar karanlık. Bu ülkede genel tuvaletlere girdiğiniz zaman aynalar hep musluktan 60 cm yüksekte ve vesikalık kadar… Türkiye’yi anlarken farklı bir bakış açısına sahibim.

Biraz da sinema konuşalım. Sinemaya gidiyor musunuz ya da filmleri nasıl seyrediyorsunuz?

Eskiden çok sinemaya giderdim ama artık gidilecek kaliteli film sayısı çok az!

Yerli üretimler için mi bu laf?

Yerli yok zaten! Taraflı üretimler var ya da işte Benny Hill çakması bir Recep İvedik komedisi var. Ya varoş oluyorsunuz ya zibidi oluyorsunuz. Drama yok… Sinema artık yok! Salonda yok… Yeni cep sinemaları, sinema değil! Ben Paris’e gittiğimde sinemaya gidiyorum, zevkle… Kuyruğa girip, biletimi alıp… Fransızcam zayıf olmasına rağmen bir Fransız filminin tüm ışığını, duygusunu, tüm tatlarını bana geçirecek bir atmosfere sahip o sinemalar…

Hiç mi umut yok?

Yılmaz Güney’in filmlerini çok severim. Fakat bugünkü Türk sinemasında Sinan Çetin vakası var. Reklam filmi gibi film çekiyorlar… Çanakkale’yi anlatıyorlar güya ama dert başka… Atatürk filmi çekiliyor hala karga kovalattırılıyor. Övgünün içine yergi saklı… Bu bir strateji… Kültür bakanlığının destek verdiği projelerde kasıtlı… 700 öğrenci hapiste, dünyada bir numarayız ama hiç öğrenci filmimiz yok!

Altın Palmiye ’de kısa filmiyle ödül alan genç arkadaşımızın yanındaki şöhret hanım “Ben oyuncuyum” diye kendini anons ederken çocuğun asıl mesajını tercüme etmedi! Rezan Yeşilbaş “Ben bu filmi hapishanedeki kadınlar için çektim” dedi, onu tercüme etmedi! Filmden çok kırmızı elbisesi konuşuldu. Zaten bu kırmızı halı merakını da anlamıyorum. Mavi halıfleks yeter bize… (gülüşmeler)

Buradaki festivallerde kazakla, hırkayla sıradan gözükenler oraya gidince pek bir şık oluyorlar?

En protest kılıkla burada, en pahalı elbiselerle, smokinlerle orada… Bunun ortasını bulamıyorlar ama halka çiçek atıp sonra da 5 yıldızlı otellerde, sanki çok büyük iş yapmış gibi yiyip içip eğlenmesini iyi biliyorlar!

Kürt meselesi dediğin devlet politikası… Kısa filmler dahil hepsinin içeriği artık bu şekilde… Bizde edebiyatta da böyledir mesela, Elif Şafak ya da Orhan Pamuk gibi iyi yazar olmak istiyorsan olmak istiyorsan Türkiye’yi kötüleyeceksin. Ben bunu anlamıyorum!

Neden kendimizden bu kadar nefret ediyoruz?

Adı Türkçe olan bir markanız kalmadıysa, ulusal sanayinizde Sümerbank’ı kaybettiyseniz, Süt endüstri kurumunuz, et ve balık kurumunuz kalmadıysa, emekli sandığınız bittiyse, şehir hatları vapurları yoksa bunların hepsi parsellendiyse, diliniz bittiyse ki bir ulusu bir araya getiren şey dildir, bu olacaktır.

Sizin bir filmde rol almışlığınız var mı?

Ben iki uzun metrajlı filmde rol aldım. Bir tanesi, 68 yılında çekilmiş siyah beyaz bir Ömercik filmiydi. Yatılı okuduğum okulda çekilmişti. Diğeri de Canan Gerede’nin “Robert’s Movie” filminde “Master of Ceremony” diye küçük bir rolüm vardı. Travestilerin olduğu bir gece kulübünde bir şeyler sunuyordum, sonra bir sahnem daha vardı, motordan düşüp ölüyordum!

Birkaç tane de kısa filmde oynadım. Muğla’da bir Kürt arkadaşımız bir Transseksüel filmi çekti. Gazi üniversitesinden arkadaşlar “Bu Bir Oyun Değil” adında bir kısa çekti. Hayvanı, insan, insanı, hayvan yapan bir film… Gittim, oynadım, destekledim. Bir arkadaşımız da benden filminde küçük bir rolde oynamamı istedi, “yemeğe gelir misin?” dedi. Gittim, bir de baktım ki absürt bir komedi filmi… “Laz Kit ve Daltonlar”… Orada filozof rolü verilmiş bana, 14 sahne verilmiş, başrol diye oralara afişler yapılmış. Hiçbir şeyden haberim yok ama… Samsun, Vezirköprü’ de çekilecek film, “biletlerin alındı” falan deniyor. “Tamam, para falan istemiyorum ama bir durun, konuşalım” dedim. Daha senaryoyu bile okumadım. Sonra telefon kullanmadığım için bana ulaşamadılar konu kapandı.

Sinema nedir? Gişe, sanat?

Sinema gişe değildir.  Çok az insan bilir, Türkiye’nin ilk moda okulunu açtığımda Ahmet Sezerel’den Sinematek salonunu kiralayıp orada açtım. Metal kutularda binlerce makara filmin çöp kamyonlarına atıldığını gördüm. Ne filmler! Birkaç makara film aldım oradan hatta kendim için!

Eski sinemaları kırpıp kırpıp yıldız yapıyorlar artık…

Pankartları alıyoruz elimize, yürüyoruz “Emek sineması yıkılmasın!” İyi de orada yürüyenlerin %80’i Kanyon’da yatarak film izliyor. Bir kere gittiniz mi Emek sinemasına?

Sinemanın Büyüsü söndü mü?

Mualla Sürer, Nubar Terziyan, Bedia Muvahhit’le bile çalıştım. O nüktedanlık, o hiciv, o yıldız ışığı yok artık. Varsa yoksa Yarmagülün Suçu Ne!

Eski seyirciyi saçma dizilere mahkum ettiler. Katar’dan dönerken Aşk-ı Memnu’nun etkisinde kalmış olan gümrükteki kadın bana “siz akrabalarınızla yatıyor musunuz?” diye sordu!

Evvelki gün Ürdün’de biri Polat Alemdar’a özenip bir taksiciyi kaçırdı ve gırtlağını kesti. Büyük olaylar çıktı ve askeri yardımla bastırılabildi. Bunların hepsi Evangelist ve Emperyalist senaryonun işi… Emperyalizm sizi kırmızı halıda karşılar ama arkada kara zindanlarda ağırlar.

Atatürk’de sinemayı severmiş…

Sinema Atatürk’ün çok önem verdiği bir şeydi. İlknur Güntürkün Kalıpçı’nın “Her Yönüyle İnsan: Atatürk” adındaki kitabında güzel örnekler var. 20. Yüzyılı sinema şekillendirecek demiş bir liderdir. Habertürk’te “Topluiğne” adında bir program yaparken Atatürk belgeseli aradım, bulamadım. İsviçre’de Arte TV kanalında buldum. Habertürk’de Atatürk belgeseli yoktu!

Sinema afyonlamaya da yarar ki Türk sinemasında da şu an yapılan budur. Bir kısmı zengin olur, yapımcılar gişeden para alır. Son defilede yaklaşık 800 öğrenciyi davet ettim. Moda tasarım öğrencileri gelsinler öğrensinler defile nasıl yapılır diye, çünkü bunlar pahalı şeyler, takip etme imkânları yok. Valilikten uyarı geldi ama “parasız yaparsan gösteri ve yürüyüş kanununa muhalefet edersin” diye… "Ücretli olursa" dedim, "ona karışmayız ama belediye vergisini ödersin." dediler!

Sinema salonundan anılarınız var mı?

Annem küçükken beni sinemaya götürürdü. Alaska Frigo Buz hatırına giderdim. 60’ların sonu, Ayşecikler falan… Film arasında doğum kontrol hapı reklamı çıkınca ben anneme dönüp “sen neden bundan kullanmıyorsun” dedim o da bana esaslı bir tane çaktı.

Başka bir anımda,  Konak sinemasında annem beni bir filme götürdü “Rüyamdaki Sevgili” diye… Ben tam dokuz yıl yatağa atlayarak girdim. Yatağın altından yanmış bir ceset çıkacak diye…

Fassbinder’i, Fellini’Yi, Woody Allen’ı seviyorum. Sinemayı seviyorum. İyi bir film izlediğimde o filmin bir parçası olabiliyorum. Kostümlere özellikle dikkat ediyorum. Hint sineması da çok renkli, bayılıyorum onlara…
 
Seyirci sayısı bu yıl düşüyor. Diziler yükselirken sinema için yeni bir gerileme çağı geliyor gibi?

Seyirci var mı? Seyirci seyrediyor ama bu ülkede trene de bakan var. İzleyici lazım bize… İz kalsın onlara filmlerden…

Tiyatro ve Operanın ölüşü sinemanın, sinemanın ölüşü ise Televizyonun gelişi ile… Ama sinema, tiyatro geleneğini yaşatan bir endüstri aslında… Ama bizde sektörleşemedi. Antalya’ya kocaman platolar kurdular, Sean Penn arkadaşım, Antalya’ya gelmiş "bizim burada ne işimiz var?" diyor. Sonra çürüdü gitti onlar… Telif meselesi de çözülemedi. Sunal ailesi mücadele edip hakkını aldı ama ya diğerleri…

Dizi çekenlere de bozuluyorum. Kamusal alanları hiçbir izin almadan hoyratça kullanıyorlar. Geçenlerde biriyle tartıştım, bana diyor ki "merak etme bu dışarıda gösterilecek" Sonra da oradan gidip genelevini çekecek. Rezil bir Türkiye gösterecek… Son James Bond filminde üç arkadaşım feslerini fırlatıp attılar ve çekimi bıraktılar. Bu filmlerle mi Türkiye tanınacak.

1600 Slikosis hastası kot taşlama yüzünden ölüme terkedildi. Başbakan nikâh şahidiydi o işi yaptıranların. Sonra devlet güvencesine alındı o insanlar, olay örtbas edilsin, firma tazimnat ödemesin diye...

Toki’de oynanıyor şimdi aynı oyun. Toki o kümes evleri yaptığında bir sinema salonu, sergi salonu yapıyor mu, amfi tiyatro yapıyor mu?

Toki tabelaları bizi her yerde karşılıyor.

Bu işin sonu Cumhuriyet tarihinin en büyük skandalı olarak çıkacaktır, size söyleyeyim! Habitat konferansında alınan kararlardır bunlar. Bülent Arınç Toki ile uyarısını birkaç ay önce yapmıştı ve haklı çıktı adam! Gediz Simav’da, depremden birbuçuk yıl sonra parayla verdikleri konutlar var, bedava vermediler onları… Bir de orada Roman vatandaşların bir mahallesi var. Orayı da yıktılar ve onları Toki binalarına yerleştirdiler ama oraya at arabalarının girmesi yasak! İyi ama adamın hayatı bu, kültürü bu! Kentsel dönüşüm diye 3.5 milyon aileyi evlerinden ediyorsun. Kış geldiğinde adam fakir, çocuğunu hangi servisle okula gönderecek, kendi nasıl işe gidecek.

Sürgün mü bu?

Kadın eserleri kütüphanesi için 23 Nisan’da çocuklarla yaptığım bir defile var. 5-10 yaş arası çocuklardan ailelerinden ve okullarından gizli yazdıkları mektuplar aldım. Dokuz yaşında bir tanesinin yazdıkları beni çok etkiledi “Çok yakın olan evimize, koşa, oynaya gidiyordum. Gizlice bakkala gidip çukulata, çiklet alabiliyordum. Mahallede oynuyordum. Şimdi ailem beni servise verdi, giriş katındaki evimizinde demir parmaklıkları var. Kendi evimizde hapsolduk” diye yazmış. Güvenli ama orada yaşam yok!

Festivaller işe yarıyor mu?

Biz de iki tip film var. Festival filmi, Gişe filmi… Biri para için biri de gezmek için. SineMardin film festivaline gittim. Orada atölye çalışması var ama atölyeler iptal çünkü herkes Beyaz Su’ da piknik yapıyor, Mor Gabriel’ de geziyor. O zaman niye gittik biz oraya? Turistik gezi olsun diye mi?

Amasya belediye başkanı beni defalarca aradı. “Burada dizi çekin, meşhur olsun Amasya” diyor. Ben dizi yapımcısı mıyım? Şehirler dizilerle anılır olmuş. Yapımcılar da bunu kullanıyor işi ucuza getirmek için. Emekçinin hakkı Yeşilçam2da olduğu gibi hep yeniyor.

Sistem ne diyor. Benim görüşümde ol, bana kul ol, makarnayı kap… Film çekene de böyle davranıyorlar. Devlete bağımlı bağımsız sinema olur mu?

2010 Kültür başkenti projesinde 12 milyon dolara bir film çekildi. 3. Selim’in oğlunun sünnet düğünü filmi… Nerede o film?

Toplum olarak kafayı toplamamız lazım! Pazarları sahile inip denize sırtını vererek oturan bir toplum olduk. Çoluğumuzu, çocuğumuz alıp, pis, havasız AVM’lere tıkılıyoruz.

Türk Sineması gelişiyor diyorlar.

La Fontaine’den masallar… Sinemada eskiden beri devam eden şöyle bir sorun var. Yeşilçam’da Yapımcılar yalı, villa, İşhanı sahibi oldular. Emekçiler İstiklalde teşbih satarak yaşam mücadelesi veriyor. Sinema atölyesi kitabı çıkıyor, içinde Bülent Ersoy var! Olsun tabi o da film çevirdi ama… Ne filmler çevriliyor bu coğrafyada… Biz de onları mı çeksek acaba?

Yılmaz Erdoğan’ın bir filmi vardı. 5 yıl falan önce… Avrupa’yı kasıp kavuruyor diyorlardı. Ben de o zamanlar tesadüfen Paris’teyim. Orada Kürt mahallesinde kötü bir salonda 3-5 kişiye gösteriliyor. Biraz ileride Richmond sinemaları var. Önünde kuyruk. Gurbetçiden rant yapıyorlar. Çocuk kakası renkli Apaçi genç dolu sokaklar… Onlara da bol küfürlü, homofobik, sınıfları aşağılayan yapımları izletiyorlar. Türk sineması biteli çok oldu. 90’lardan sonra Türk sineması bitti.

Özellikle sevdiğiniz bir oyuncu var mı?

Yenilerde hiç umut yok. O yüzden eskilerden isim verelim. Mesela herkes Şener Şen’cidir ama ben İlyas Salman’ı çok severim. Çok entelektüel bir adamdır. Eskişehir treninde, Küçük İskender, o, ben tesadüfen restoranda oturduk, bize 45 dakika İlyada’dan tirat okudu. Dondum kaldım!

Kötü örnekler önde artık… Herkes oyuncu olabilir, herkes modacı olabilir artık. Mastürbasyon sahnesiyle büyük oyuncu ilan edilen insanlar var Türk sinemasında… Diziler zaten çok kötü. E5’e düşmüş Polyester elbiseli Muhteşem Süleyman! Sonra filmlerde İstanbul’u göremiyoruz artık. Toki’lerde çekilmiş diziler, filmler ama Toki’lerde sinema salonu yok!

Hayvan Hakları konusunda da aykırısınız.

Ajda Pekkan hayvan haklarını savunur ama kürk giyer! Ondan sonra Egemen Bağış’la Dolmabahçe’de poz verirler. Çıkan kanuna bakın sonuçta ne oldu? Haytap ve ünlüler bu hale getirdi bunu… 5199 uygulanabilseydi, doğru kanundu. Onu bertaraf etmek için bu hale getirdiler bunu…

Gerçek duyarlılık ve Sosyal medyada beslenen sahte politik duyarlılık birbirine karıştı sanki?

Ben netim, en son Astoria’ya savaş açtım. Üç bacaklı hayvanların fotoğraflarını yayınlayıp, “Türkiye’de bir ilki gerçekleştiriyoruz, tüm sokak hayvanlarına kucak açtık” diye reklam yaptılar. Ben de herkese hayvanlarınızı alın gidin oraya dedim ama içeri hayvan sokmuyorlar! Hayvan hakları savunucusu dernekler bana kızıyorlar, “sen hangi yetkiyle hayvan haklarını savunuyorsun” diyerek… Söyleyeyim; 250.000 imzayı Tuna Arman’la toplayıp kanunlar daire başkanlığına gönderen benim, fotokopilerini çektirdim, kendi arabamla götürdüm, ben takip ediyorum. Hukuk içi boş bir çuval, ne dolduruyorsanız onu geri alıyorsunuz. Hukuki süreci takip etmek çok önemli…

Çevre ve orman bakanlığının çıkardığı Yeni yasa ki bu işin başında aslında mama üretimine gözünü dikmiş Ülker ve İstaç var, artık apartmanlarda hayvan beslemek mümkün olmayacak, altı ay içinde sahiplenilmeyen sokak hayvanları uyutularak itlaf edilecek. Peki, bu hayvanların cesetleri ne olacak? Mama üretilecek, enerji üretilecek! Tabiattan bir halkayı çıkaramazsınız. Her canlı eşit yaşama hakkına sahiptir. Benim duyarlılığım kedi, köpek sevmekten ötesi… Zorunluluk değil bu sorumluluk… Modacı lafından nefret ederim. Lağımcı, politikacı, işportacı… Cı! Cı’ları sevmem, mesleklerin adı olur. Farklı düşüncelerim, cinsel hayatım olabilir. Bunları telaffuz ettiğimde ikili bir kimliğim varmış gibi algılanıyor. Çırağan sarayında üzerinde Gvenchy elbiseler olan bir adam ve ertesi gün elinde pankart, sloganlar atan bir adam!

Son olarak, umudunuz var mı? Bizim için tünelin sonunda bir ışık görüyor musunuz?

Var… Ben çok umutluyum. Bütün bu kötümser konuşmalara rağmen, en büyük kargaşalardan en yalın çözümler doğar. En taze, en güçlü, en yeşil sürgünler boy atıp, olgunlaşıp tevazu içinde başaklarını öne eğdiklerinde en kıymetli tohumlarını her zaman nadasa bırakılmış tarlalardaki tezeklerin içinde çatlatırlar.

18 yaşın altındaki nesilden çok ümitliyim ama 18-30 yaş arasını kaybettiğimizi düşünüyorum. Yine her yerdeyim, arkadaşlarımın yanındayım, festivallerdeyim. Desteğe devam. Bir beklentim de yok. Yeter ki üretilsin. Üretim fazlası olmadan, üretim güzelleşmiyor.

Çok teşekkürler…

Ben teşekkür ederim.

Röportaj: Murat Tolga Şen /twitter.com/murattolga