Röportaj
24 Tem 2011 09:02 Son Güncelleme: 23 Kas 2018 12:36

BU REİS DİĞERLERİNE BENZEMİYOR!

Hepimiz uzun zamandır sıcak bir aile dizisine hasret kaldık. Mehmet Akif Alakurt ile Melisa Sözen işte bu boşluğu doldurmaya geliyor. İkili, yeni dizileri 'Reis'i anlattı.

Yeni dizilerin yayına girmeye hazırlandığı bu dönemde ‘Reis’, konusuyla dikkat çekiyor. Son derece hayatın içinden karakter ve olayların yer aldığı dizi, 1 Ağustos’ta ATV’de ilk kez ekrana gelecek. Doğal hikâyesiyle dikkat çeken dizi, birbirine çok bağlı Karadenizli bir ailenin serüveni olarak başlıyor. İdealleri için Amerika’da pilotluk okuyan Murat, geri döndüğünde, kendi ideallerinden vazgeçip, ailesini ayakta tutabilmek adına aile reisliği görevini üstleniyor. Bir gün bir şekilde Ayşe giriyor hayatına. Ve bu iki insan, birbirlerinin yaralarını sarıyor.

Nasıl karakterlere can veriyorsunuz?


Mehmet Akif Alakurt: Murat, bana çok sade bir adam gibi geliyor. Kararlı, ailesine bağlı, hassas. Bizim dizimizde, süper kahramanlar yok. Herkes yaşayan, hayatın içinde var olan insanlar. Herkesin başına gelebilecek birçok olayı yaşayacağız biz. Ayşe ise aile konusunda dünyaya biraz şanssız gelmiş biri ve işte biz bu iki insanın hayatta bir araya gelişini konu alıyoruz.


Melisa Sözen: Ayşe neşeli, hayat dolu, yeri geldiği zaman dik kafalı ama genel olarak yumuşak ve açık fikirli biri. Zaafları ve tutkularıyla, herkes gibi özlemini duyduğu, hasret kaldığı birtakım şeyler var. Ayşe için zor olan bir dönemde bir şekilde yolları kesişiyor Murat’la. Aralarında başlayan arkadaşlık, dostluğa dönüyor. Birbirlerine iyi geliyorlar. Ayşe’nin özlem duyduğu herşey Murat’ta var çünkü. Onun sahip olduğu o sıcak aile bağları, Murat’ın insanlığı ve aynı zamanda çok güçlü duruşu Ayşe’yi hem etkiliyor hem ona iyi geliyor.


M.A.Alakurt: Bizde ilk görüşte aşk durumu olmayacak. Murat ve Ayşe arasında bir arkadaşlık başlayacak ve bu arkadaşlık, ‘birbirine bağlılığa’ dönüşecek.

Birbirlerinin yaralarını saracaklar yani.


M.A.Alakurt: Aynen öyle. Yakışıklı adam- güzel kız formatında bir dizi değil bu. İki insanın birbirine ihtiyaç duyması, birbirine iyi gelmesini anlatıyoruz.

Bu karakterin size ne katacağını düşünüyorsunuz?


M.Sözen: Benim oynamak istediğim bir karakterdi Ayşe. Daha neşeli ve hayat dolu. Benim üst üste dram ağırlıklı rollerim olmuştu. Gerçi karakterlerin birbiriyle alakası yoktu, sosyal-kültürel olarak da ciddi farklılıklar vardı ama hep acılı, hüzünlü karakterlerdi. Artık bunun dışına çıkmak istedim. Ayşe, başka bir yönümü çıkarıyor ortaya. En çok bu sebeple kendine çekti bu rol beni. Bunun haricinde, ekip çok iyi. Senaristimiz, yapımcımız, yönetmenimiz, birlikte oynadığım arkadaşlarım…


M.A.Alakurt: Murat, şimdiye kadar oynadığım karakterler arasında en yaşayan karakter benim için. İdealist bir adamı oynarken sert bakışını sabitliyorsun ve hep öyle bakıyorsun. Böyle karakterleri oynamak kolay oluyor. Ben oyunculuğumu, neler yapabildiğimi görebilmek adına bu işin içindeyim. Çünkü Murat esnek bir adam, ağlayabiliyor, ailesi var, arkadaşları var. Hayatın içinden bir karakter.

Bir rolü kabul ederken belli bir kriteriniz var mıdır? Yönetmeni, senaristi veya oyuncu kadrosu gibi?


M.A.Alakurt: Benim için bir işin temeli senaristi dinlerken başlıyor. Bir işe başlamadan önce dizinin senaristiyle mutlaka görüşürüm. Onu dinlerken bana ne hissettirdiği ve o senaryoya ne kadar hâkim olduğu çok önemli. Sonrasında da kademe kademe yapımcı, yönetmen ve oyuncuyu ele alarak karar verirsin. Ama senaristte bir hâkimiyet varsa o işin temeline yansıyor zaten.

Seyirci sizi neden izlemeli? Sizin diğerlerinden farkınız ne?


M.Sözen: Televizyonda uzun zamandır beğendiğim çok iyi işler var. Buna alternatif olarak eskiden o çok severek takip ettiğimiz, sıcak aile durumunu yansıtıyor bu dizi. Komedisi de var, dramı da, aşkı da, gerilimi de. İşte bu yüzden ben oturur izlerim bu diziyi. Oynarken iyi hissediyorum, izlerken de iyi hissedeceğimi düşünüyorum. Benim gibi bunu bekleyen insanlar da bizi izleyecektir diye düşünüyorum.


M.A.Alakurt: Hikâye gerçek, biz gerçeğiz. Ben yoğun drama yapmayı istemiyorum açıkçası. Hayatta sürekli ağlanmaz ki! Hayatın içine baktığımız zaman, bir yerde ne kadar büyük bir sorunun olsa bile, sana iyi gelen biri vardır. Karşısına geçersin bütün sorununu unutup onunla belki üç saat oturur gülersin. Hayat budur!

Maraz Ali ve Boran Ağa rollerinde iyi kalpli ama eli silah tutan, sert mizaçlı karakterleri canlandırmıştınız. ‘Reis’teki Murat ise daha naif bir karakter gibi duruyor.


M.A.Alakurt: Kesinlikle öyle. Ben silah tutmak istemiyorum. Bana oynamam için birçok karakter geldi o tarzda. Beni elinde silahla görmek isteyen seyirci de var. ‘Reis’ dizisinin adı duyulunca herkes mafya dizisi sandı hatta. Biraz bu durumdan uzaklaşmak için Murat’ı oynuyorum. Mesele eğer reyting olsaydı ben yine o tarz karakterler canlandırdım. Benim derdim gerçekten farklı bir karaktere hayat verip veremeyeceğimi görmek.

Bu sefer kendi sesinizi kullanacaksınız ama değil mi?


M.A.Alakurt: Evet, o da benim için güzel bir gelişme. Kendi sesini kullanmayan oyuncuya oyuncu diyemezsin. Ben bunu hiçbir zaman inkâr etmiyorum. Oyunculuk bir bütündür. Bedeninle, duygunla, zekânla, sesinle, her şeyinle. Şimdiye kadar hep duygularımla oynadım, şimdi artık sesimi de katıyorum işin içine.

2001’de başladınız televizyon dizilerine. Sinema filmi yok mu gündeminizde?


M.A.Alakurt: İsteseydim yapabilirdim, teklif geldi ama ben sezgilerimle hareket ediyorum. Olması gerekiyorsa bir gün mutlaka olacaktır diye düşünüyorum. Yapmak istediğim şeyi biliyorum çünkü. İnsanların arşivine koyacağı iddialı bir film yapmalıyım. Tiyatro teklifi de geldi. Onu da yapmayı istiyorum. Kafamda oturması lazım projenin. Yoksa karşımdaki insana bir faydam olmaz.

Oyunculuk dışında neler yaparsınız? Bizim hiç bilmediğimiz bir ilgi alanınız var mı?


M.A.Alakurt: İleride kuyumculuk yapmak istiyorum. Çok seviyorum takı işini. Altınla uğraşmak istiyorum. Onun dışında sporu ve yemek yemeyi çok seviyorum (gülüyor).

Her ikiniz de beğenilen dizilerde rol almış oyuncular olarak Türkiye’deki bu dizi bağımlılığını nasıl değerlendiriyorsunuz?


M.Sözen: Fanatizm durumuna dönmemeli hiçbir şey. Benim etrafımdaki insanlar ikiye ayrılıyor. Bir kısım ‘Biz hiç televizyon izlemiyoruz ama şunu izliyoruz’ diyor. Bir de zaten hayat zor, şartlar zor, işe git eve dön, insanlar kafayı boşaltmak istiyor. Televizyon da kolay bağımlılık yaratıyor, size bir hayal kuruyor. Neye özleminiz varsa, size sunuyor. İşte bu yüzden yapılan işlere dikkat edilmeli, seyircinin zekâsına hürmet edilmeli diyorum hep. İçinde biraz zekâ barındıran işler olmasını diliyorum. Ama o aşırı bağımlılık beni elbette ki tedirgin eden bir durum.

Facebook’ta her ikiniz için açılmış çok fazla sahte profil var. Kimileri sanki sizmişsiniz gibi yazılar da yazıyor hatta.


M.Sözen: Bu beni çok düşündüren bir konu. Nefret de sevgi de çok aşırı yaşanıyor. Bazen hayatta sanki hiçbir gayret yokmuş, sadece mutsuzluk varmış ve bu mutsuzluğu başka bireyler üzerinden yaşıyormuşuz gibi hissediyorum. Kendi mutsuzluklarımızın intikamını da onlardan alıyormuşuz gibi. ‘Ben olmasam, sen de olmazsın’a dönüyor hatta iş. Bu noktada şunu soruyorum ben. Bu kadar mı değersiz hissediyorsun kendini ki bir başkasını var etme ihtiyacı hissediyorsun?

Bunu neye bağlıyorsunuz?


M.A.Alakurt: Bizim toplumumuzun eğitime ihtiyacı var. Eğitimi eksik verilen bir topluma televizyonla, magazinle karmaşık şeyleri aşıladığın zaman tuhaf duygular çıkıyor ortaya.


M.Sözen: Televizyonla eğitilen bir nesil var çünkü.


M.A.Alakurt: Aynen öyle. Televizyonda gördüğü ilişkilere bakıyor ama ailesi ona tam tersini söylemiş. Okuluna gidiyor, okulda da onun gibi zihni televizyonla, magazinle karmaşık hale gelmiş bir arkadaş topluluğu var. Bunlardan dolayı beynine değişik sinyaller gidiyor. Ortaya ‘Seni ben yarattım’ gibi karmaşık şeyler çıkıyor. Seni insan gibi değil de farklı bir boyutta görüyor.

Yurtdışında da bu böyle değil mi?
Ben mesela, Brooklyn’de Al Pacino’nun ‘Venedik Taciri’ oyununu izledim. Çıkışta fotoğraf çektirebilir miyiz diye sorduk. Kulis çıkışında beklerseniz çektirebilirsiniz dediler. Bizde, herhangi birisi televizyonda, magazinde biraz göründüğü zaman ulaşılmaz biri olup çıkıyor. Göz önünde Al Pacino olunca, önce beş tane koruma gelir, arkasından limuzini diye düşünüyorsunuz.
Araba geldi, kapı açıldı, şoförü, arkasından Al Pacino ve ellerinde notlarıyla asistanı çıktı dışarı. Yüzlerce insan var orada ve herhalde saldırırlar diye düşünüyorsun. Bir tane Japon çocuk vardı, Al Pacino gitti ona sarıldı, makineyi eline alıp fotoğrafı kendi çekti. Sonra benim yanıma geldi ama bu arada o kalabalığa rağmen kimse adamı hırpalamıyor. Orada benim dikkatimi çeken, herkesin Al Pacino’nun özel bir alanı olduğunun farkında olmasıydı. O kadar kalabalığın içinde adam korumaya ihtiyaç duymuyor. İşte bu noktada toplumsal bilinç beliriyor.
Biz ne olursa olsun bir Ortadoğu ülkesiyiz. Bizim en büyük şansımız İstanbul. Bu şehirde yaşamıyor olsaydık, bu şehir zamanında fethedilmemiş olsaydı bugün bunları dahi konuşuyor olamazdık. Kendimizi Avrupalı hissettiren yer İstanbul çünkü. Buna baktığımız zaman, halka ben çok kızamıyorum. O empatiyi bildiğiniz zaman daha anlayışlı olabiliyorsunuz. İstanbul’da denizi görmeyen 2 milyon insan olduğu söyleniyor, bu anlamda baktığınızda hak veriyorsunuz.

İpek İzci/Radikal