Konuşanlar - Konuşulanlar
19 Mayıs 2011 02:20 Son Güncelleme: 23 Kas 2018 12:21

BAZI MESLEKTAŞLARIMIN BAŞARI HIRSINA YENİK DÜŞTÜKLERİNİ GÖRÜYORUM!

Hafta içi her gün NTV'deki ‘Artı' programıyla Türkiye'nin nabzını tutan Banu Güven, Medyaradar'ın usta röportajcısı Yüksel Şengül'ün sorularını cevapladı.

Hafta içi her gün NTV’deki ‘Artı’ programıyla Türkiye’nin nabzını tutan Banu Güven, Medyaradar’ın usta röportajcısı Yüksel Şengül’ün sorularını cevapladı. Etkileyici bakışları, ekran hakimiyeti ve konuklarını terleten sorularıyla hemcinsi olan meslektaşlarının örnek aldığı Güven’le, özel hayatından meslek sırlarına kadar her şeyi konuştuk 


Röportaj: Yüksel ŞENGÜL

Tavşan kanı çaylarımız eşliğinde Banu Güven’le NTV’deki toplantı odasında yaptığımız sohbetin keyfi de çok başka oldu. Kamera önündeki o her zamanki ciddi duruşu ve bakışları yerine, kimi zaman gülümsedi, dahası kahkahalar bile attı. Sohbetime en çok merak ettiğim konudan başladım.

İstanbul Erkek Lisesi’nde okuduğunuz doğru mu? Yoksa biyografinize yanlışlıkla mı girmiş?

(Gülüyor) Yanlışlık yok, doğru. İstanbul Erkek Lisesi’nde okudum. Cağaloğlu’nda bulunan binanın bir tarafında İran Konsolosluğu, karşı tarafında da eski Cumhuriyet Gazetesi’nin binası vardı. Eminönü’nden yukarıya çıkarken sizi karşılayan bina İstanbul’un en güzel binalarından bir tanesidir. Ne mutlu ki ben orada okuma şansı buldum. Devlet okulu olmasına rağmen iyi desteklenen bir okuldu. Her kesimden kız ve erkek öğrenciler bir arada okuduk. Şimdi resmi adı ‘İstanbul Lisesi’ oldu. Küçükken biz de “Neden adı erkek lisesi?” diye soruyorduk ama oradan mezun olan arkadaşlarımla karşılaştığımda okulun adını yine de ‘İstanbul Erkek Lisesi’ olarak anıyoruz. Köklü bir geçmişe sahip bu okulun herkesin tanıdığı birçok ünlü mezunu var. Mesela Necmettin Erbakan, Şecaattin Tanyerli, Bahadır Baruter, Tanıl Bora ve Mehveş Evin gibi isimlerle aynı okuldan mezun olmanın keyfini yaşıyorum.

Haberci olmaya ne zaman karar verdiniz ve nereden geldi bu aşk, bu şevk, bu istek?

Yüzde yüz bulunduğum yerin havasını solumamdan kaynaklanıyor. Babıali’de olmanın etkisi büyük oldu. 70’li yıllarda evimizde Milliyet Gazetesi’nin okunduğunu hatırlıyorum. O sıralarda 10 - 11 yaşında bir çocuktum, TRT’ye yansıyan çatışma haberlerini izliyor, darbe öncesi ortamı yaşıyordum. Annem o sıralarda öğretim üyesi asistanlığı yaptığı için her gün üniversiteye gidiyordu. Her zaman onu merak ediyordum. Okumayı öğrendiğimden beri haber takip etmek gibi bir alışkanlığım vardı. Cumhuriyet Gazetesi’ni takip etmeye başladıktan sonra televizyonda gördüklerimin gerçek hayatla örtüşmediğini fark ettim. Yani bir takım acı gerçeklere daha o yaşta uyanmaya başladım. Birincisi bu, bir de Ortadoğu meselesi lise yıllarımdan beri ilgimi çekiyordu. O sıralar okulda çıkarılan gazeteye haberler yaptım. Teneffüslerde Cumhuriyet Gazetesi’nin binasına uzun uzun özlemle baktığımı hatırlıyorum. O dönemin Cumhuriyet’ini çok renkli buluyordum. Yine de gazetenin o dönem için çok mücadeleler verdiğini biliyorum. Bir takım baskılarla karşılaştığını hatırlıyoruz. Benim durumum bütün bunlara uyanmakla ilgili bir şey. Beğendiğim, okuduğum, takip ettiğim yazarlar acaba önümden geçecekler mi diye dikkat ederdim. Mezun olur olmaz o binada işe başladım.



İzlediğiniz, beğendiğiniz, örnek aldığınız bir haberci var mıydı?

‘32. Gün’ gazeteciliğe girmiş belli bir kuşakta iz bırakmıştır. Ülkenin dışında gerçekleşen olayları ele alan, analizini yapabilecek bir takım programlar yapılabileceğini ben orada gördüm. Türkiye o zamana kadar kendi içine dönük ve her olayda bir Türk unsuru arayan gazetecilik kültürüne sahipti. Gerçi halen pek çok konu bu şekilde ilerliyor (gülüyor). O programda Ortadoğu’da olanlar konuşuluyor, haber analizleri yapılıyordu. Sözünü ettiğim zamanlar Mehmet Ali Birand ve Ali Kırca’nın olduğu ilk dönemler.

Lise yıllarında okul gazetesinde çalışmıştınız, sonra bir Almanca yayınlanan dergi oldu galiba.

Evet, ‘Bizim Almanca’ diye bir dergiydi. O dergide Ercan Karakaş’ın çok büyük emeği vardır. Sosyal demokrat çizgide bir dergiydi. Almanya’dan kesin dönüşlerin yaşandığı bir dönemdi ve Türkiye’de genç bir nüfus oluşmaya başlamıştı. Bu anlamda geri dönenler için iki dilde yayınlanan bir dergi çıkması belli bir kesime faydalı oldu. O dergiyi okuldayken de okurdum. Dergide siyaset, ekonomi ve kültür üzerine çok güzel röportajlar olurdu. Mezun olur olmaz dergiye gidip “Size çeviriler ya da redaksiyon konularında yardımcı olabilir miyim?” diye sorunca “İyi gel bakalım” dediler. Dergide yeni çalışmaya başladığım dönem girdiğim bir toplantıda “Bergama’da kazı yapan arkeloğu tanıyorum, onunla konuşabiliriz” diye bir öneride bulundum. Bu önerinin karşılığında “Haberi kapak yapalım” dediler. Röportajın yayınladığı güne kadar büyük bir heyecan yaşadığımı hatırlıyorum (gülüyor). Bu anlamda ilk deneyimim çok güzel oldu. Sayfalar dolusu bir röportajdı. İşin tadını gerçekten aldığım bir deneyimdi o.

1987’de İstanbul Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden mezun olduktan sonra neler yaptınız?

Mezun olduktan sonra ‘TAZ’ diye bilinen Türkçe- Almanca dergide çalışmaya başladım. Türkiye, Yunanistan, İran ve Kıbrıs’a bakan İsviçreli bir gazetecinin asistanlığını yapıyordum. Bernard ve eşi Amalya Wangelt’in nasıl çalıştıklarına tanık oldum. Onlarla birlikteyken gazeteleri tarıyor, konu önerileri yapıyor, fotoğraf çekiyordum. Önerilerim üzerine röportajlara gidiyorduk. Çektiğim fotoğraflar gazeteye giriyordu. O dönem, tecrübe kazanmam anlamında son derece işlevsel bir süreç oldu. Bürom Cağaloğlu’nda İstanbul Valiliği’nin karşısında bulunuyordu. Yani o dönem için her şeyin olup bittiği merkezi bir yerde çalışıyordum. O zamanlar Gazeteciler Cemiyeti’nde buluşurduk. Planlanmamış olsa bile insanlar birbiriyle masadan masaya konuşur ve gazeteciler ortak dertleriyle gündemlerini birlikte tartışırlardı. Sonunda şarkı söylenmeye başlanırdı. Şimdilerde onları özlememek mümkün değil. İkitelli’ye geçildikten sonra insanlar aynı binada olsalar bile görüşme fırsatı bulamıyorlar. 

İkitelli’ye geçmeden önce Milliyet’te çalıştığınızı biliyorum.

İkitelli’ye taşınma sürecinden önce Milliyet Gazetesi’ne gidip gelmeye başlamıştım. O sıra Berlin duvarı yıkılmış ve ‘Avrupa Treni’ adlı bir proje başlatılmıştı. Her ülkeden iki öğrencinin seçildiği bu projenin Türkiye sponsoru Milliyet ve bir başka kurum olmuştu. Görüşmeye gittim ve bunun için bir ben, bir de İstanbul Erkek Lisesi’nden arkadaşım Tijen Arın seçildi. Milliyet Gazetesi bu gezi esnasında izlenim yazısı yazmamızı istedi. Ben de yazdım ve gönderdim. Yazılarım beğenilince ben de öyle bir iz bıraktı ki, gazetenin konuları hakkında yorum yapma cesaretini buldum (gülüyor). Düşünsenize öğrenci olarak gazetenin yazı işleri bölümündeki şeflere “Muhabiriniz biraz fazla sansasyonel başlık çıkarmaya çalışmıyor mu?” dediğimi hatırlıyorum.



Gerçekten kendinize olan özgüveniniz bir hayli artmış gibi görünüyor.

Boğaziçi Üniversitesi’ne girdikten sonra Umur Talu, Milliyet Gazetesi’ne genel yayın yönetmen oldu. O sıralarda Milliyet, dünyanın farklı yerlerinde yayınlanan dokuz gazetenin içinde bulunduğu bir gazeteler ağıyla çalışıyordu. Japonya’dan Yomiuri Shimbun, Avusturya’dan Der Standart, Fransa’dan Liberation, İspanya’dan El Pais, Mısır’dan El Ahram ve Meksika’dan La Hornada gibi büyük gazetelerle birlikte çalıştık. Müthiş bir okur kitlesine sahip bir ağ düşünün ve bu gazetelerin temsilcileri birkaç ayda bir çıkan, bir takım ekler planlıyorlardı. Belki pek akıllarda kalmamıştır. Çünkü ekler pek hak ettikleri muameleyi görmüyor ama o zaman için Orhan Pamuk ve Adalet Ağaoğlu o ekte yazı yazmıştı. Yazdıklarının çevirileri büyük bir özenle yapılıp yurt dışındaki dergilere geçiliyordu. Düşünün ki bir tek Yomiuri Shimbun, 10 milyonun üzerinde satıyor. Bu süreçte bana da “Görev alır mısın?” dediler. Zaten o süreçte gazetecilik ve editoryal açıdan tecrübe edinmiştim. O ek için yarı zamanlı çalışırken, röportaj yapıyordum. Editoryal çalışmanın inceliklerini öğrendim, sayfa planlarını öğrendim, bir gazete nasıl çalışır onu öğrendim. 

O dönemle ilgili ilginç bir anınız var mı?

İlk editörlüğünü yaptığım sıralar, ek çıkmış ve o sabah servisi kaçırmıştım. O dönem  Levent’te oturuyordum. Yağmurlu bir gündü ve işe yetişmek için taksi çağırdım. Taksiye bindiğim sırada yerde gazeteler olduğunu gördüm. Bir de baktım ki ayaklarımın altında, bin bir emekle yaptığım ekin kapağı duruyor (gülüyor). İşte bu kadar kısa ömürlü bir iştir bu.

Milliyet’le birlikte kadrolu oldunuz değil mi?

Önce, tam zamanlıya geçtim. O sırada Umur Talu ayrıldı ve yönetime Ufuk Güldemir geldi. Daha heyecanlı bir dönem başladı. Ben tam zamanlı çalışıyordum ama sadece dış haberler masasının başında değildim. Haber topluyor, yazılan haberlerin editoryal işlerini yapıyor  kısacası pek eve gitmiyordum. Başka işler yapmak istiyordum. O sıralarda Zapatistalar’ın lideri Subcomandante Marcos’un yurt dışı bağlantıları üzerinden röportaj verebileceğini duydum. İnanır mısınız, bu teklifim kabul görmedi. Hala çok şaşırıyorum. Ve o zaman için bu haberin çok seksi olmadığı söylendi bana. O zamandan beri habercilikle ilgili o kelimenin kullanılmasını hiç sevmem.

Seksi’ demelerinin anlamı nedir?

Aslında üzerinde çok da fazla konuşmaya gerek yok. İngilizce’de ‘juicy’ ifadesi vardır. Sulu haber anlamına gelir. Belki oraya bir gönderme olabilir. Derdim sahada olmaktı ve kısa sürede sahada iyi tecrübe edindim. Ortadoğu’ya gidip geldim.



Milliyet dedik de, şu an gündemde biliyorsunuz… Milliyet ve Vatan, Ali – Ömer Karacan ile Erdoğan Demirören’e satıldı. Ne dersiniz?

Karacan bu işe yabancı değil, dolayısıyla bunun ayrı bir anlamı var. Bu ortaklık nasıl olacak? Ancak hayata geçtiğinde göreceğiz. Doğan Grubu’nun da medya işlerinde  bütün koşulları dikkate alarak yeni bir düzenleme yaptığını görüyoruz. Hayırlısı olsun diyelim.

1997’de NTV’ye geçtiniz ve muhabirlikle başladınız işe… Ortadoğu’ya birçok kez göreve gittiniz. Kimbilir ne anılarınız vardır.

Zannediyorum 97 yılıydı, Kuzey Irak’ta Barzani güçleri Talabani güçlerini Süleymaniye’den fena halde kovalamıştı. Bir yandan da çatışmalar sürüyordu. Gazeteciler olarak misafirhanede oturmuş yemek yiyorduk. O sırada Barzani’nin peşmergeleri içeriye girmeye başladı. Hepsinin yüzü toz içindeydi ve sapsarı görünüyordu. Savaştan, kardeşleriyle yaşadıkları çatışmadan geliyorlardı. Yorgun argın içeriye girerken yüzlerindeki ifadeyi ve o anı unutamıyorum. Belki bir başkası da Suriye’deki Kunetra kentinde yaşadıklarım olabilir. Orası boştu, yalnız bir kadın dışında kimse yaşamıyordu. Savaşın izleri silinmesin diye sınırda kalan bu yeri Suriye boşaltmıştı. Orada dolaşırken o sessizliği fark etmek çok çarpıcı olmuştu. Rüzgar sesi, etrafta dönen çalılar, top haline gelmiş kurşun izleriyle dolu duvarlar, bombalanmış evler ve derinliği olan bir sessizlik, çok uzaktan gelen köpek sesleri. Köpekler nasıl yaşıyor, dediğimde o kadından bahsetmişlerdi. Bu durum Ortadoğu’nun karanlık yüzünü, o problemli alanı çok iyi anlatan bir şeydir. Gazze’de Kamp adı verilen ve Filistinli mültecilerin yaşadıkları yerde kaldım. Hijyenik koşullar uygun değildi, alt yapı yetersizdi ve insanlar orada yıllardır yaşıyordu. Hikayelerden çok, bu tarz yaşanmış anlar aklıma geliyor.

Anlattıklarınızdan sonra büyük bir hayati risk yaşadınız mı diye merak ediyorum doğrusu…

El Halil’deki çatışmalarda plastik mermiler kullanılıyordu. Ama her zaman için, işini yaparken bir gazetecinin kendisini ve rehberini güvene alması gerektiğini düşünürüm. Gazetecilik insanı öyle bir noktaya getiriyor ki, daha fazlasını görüp aktarabilmek adına ve hatta şunu da söyleyeceğim, bazı meslektaşlarımın başarı hırsına yenik düştüklerini görüyorum. Risk almak ve riske atmak olayların akışını kötü yönde değiştirebilir. Çatışmanın yaşandığı bir ortamda hakikaten iki defa düşünerek hareket etmek gerekiyor. Bazen de refleksleriniz ne kadar hızlıysa o kadar hızlı hareket etmeniz gerekebilir. Yanlış anlaşılmasın, çok çatışmalı ortamlarda bulunmadım ama o zaman da en güvenli olanı yapmaya çalıştım. Tabi ki bu olaydan kaçmak değil, takip edebilmek için en güvenli olanı yapmaya çalışmak şeklinde oldu. Yoksa gözüm karadır, zaman zaman haber için gözü karalıklar, kahramanlıklar yaparım. Tabi bazen de bunun tam tersi, riskli olmadığını düşündüğünüz bir anda bu tarz tehlikeler sizi bulabiliyor. Mesela Kerem adlı bir arkadaşımızı Kosova’da kaybettik. Gazeteci, varlığını bulunduğu ortama öyle bir dengeyle koymak zorunda ki, böyle hassas ortamlarda hayatın akışı değişmesin, haber için böyle şeyler olmasın. Bunlar sürekli oluyor diye söylemiyorum ama bunlar, üzerine kafa yorduğum şeyler. Gazeteciler kötü amaçlarla da kullanıldılar. Ramallah, İsrail askerleri tarafından işgal olduğunda canlı kalkan olarak kullanılan arkadaşlarımız oldu.

Gazze’yle ilgili konuşunca Mavi Marmara’nın yıl dönümünde yine Gazze’ye hareket etmesi düşünülen gemiler akla geliyor. İsrail bu konuda pek çok ülkenin dışişleri bakanlarına “Sakın gelmeyin” uyarısında bulunuyor. 31 Mayıs’a kadar da bu tansiyon artacak. Peki siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

İsrail’in bir daha aynı şeyi yapabileceğini zannetmiyorum. İsrail’i haklı çıkarmak niyetiyle söylemiyorum ama oradaki savaş psikolojisini çözdüğünüzde askerlerin nasıl bir ruh halinde olduğunu az çok anlayabiliyorsunuz. Sonuçta İsrail askerinin, diğer ülke askerlerinden daha fazla silah altında olduğu ve eğitimden geçtiği söylenir. Bunun sonucu olarak sert bir yapıları var. Ama kendi başlarına bir şey gelme ihtimali olduğunda da kontrolü kaybedecek şekilde ve korku içinde sertliğe başvurabiliyorlar. Çünkü orada da sert bir savaş var ve İsrail ordusundan da çok can kaybı oldu. Dediğim gibi herhangi bir tarafı haklı çıkarmak peşinde değilim, bu yaratılmış bir durumdur. Koşulların yarattığı bir durum. Yine de İsrail’in böyle bir şey olmamasını sağlama yükümlülüğü var. Mavi Marmara baskınının bu kadar kanlı olacağını, canlara kıyılacağını hayal edemezdim. Türkiye’yle ilişkiler konusunda böyle bir noktaya gelineceğini düşünemezdim. Başbakan’ın söylediklerini haklı çıkarırcasına bir sürü insan öldü. Bir daha böyle bir şey olacağını düşünmüyorum. Tüm kötü olaylara rağmen iyimser bir tarafım var. İsrail kamuoyunun da bu yaşananlara tepki göstermesinin vakti geldi. Zira İsrail, zaman geçtikçe uluslararası itibarını kaybetmeye başladı.

Banu Güven televizyondaki kadın haberciler arasında adeta bir marka oldu. Yeni çıkan isimler size özenirken, uzun zamandır ekranda olan isimler de sizinle kıyaslanıyor. Bu durumu neye bağlıyorsunuz?

(Düşünüyor) Şöyle söyleyebilirim, televizyon haberciliğine başladığımdan beri değişen bir şey yok. Habere odaklanıyorum, televizyon yayıncılığının gerektirdiği konulara azami özen gösteriyorum. Aynı zamanda bir konuyu hakiki bir şekilde konuşurken, o konuya ilgimi ve merakımı samimi bir şekilde ortaya koyuyorum. Odaklandığım şey haber oluyor ve sonucunun iyi olması beni mutlu ediyor. Çıkış noktalarım, haber, insan, vicdan…

Galiba habercilikle aranızda büyük bir aşk var. Öyle olmasa mimar Aykut Dokur’la evlendiğiniz gün ‘Artı’ programını sunup, kutlamayı da program sonrası televizyonda yapmazdınız, değil mi?

(Gülüyor) Hiçbir şeyi abartılı yaşamayı sevmiyorum. Şekilci yaklaşmıyorum, hayatın bir akışı var ve o akışın içinde bir sürü şey oturuyor. Evlilik tarihi alışımız da böyle, samimi bir şekilde ve tasarlamadan oldu. Bunun kendi aramızda samimi ve hayatın akışını bozmayacak şekilde olması için çaba sarf ettik. Programıma ya da habere olan aşkımdan ziyade, amaç hayatın akışının bozulmamasıydı. Kaldı ki işim benim için tatlı bir sorumluluk. Aykut’la uzun zamandır birlikteyiz ve tatillere çıktık, her tatil, her seyahat balayı gibiydi. Dolayısıyla evlenince tatile gidelim gibi bir ihtiyacımız olmadı. Birlikte çalıştığım arkadaşlarım da evlendiğimi sonradan öğrendi. Küçük kutlamalar yapmayı tercih ettik, spontan şeyler çok zevkli oluyor. Yanılmıyorsam düğün pastamızı da buradan, yani NTV’deki kafeteryadan almıştık (gülüyor). Çok tatlı ve güzel bir pastaydı.



“Eşimle ve işimle evliyim” demişsiniz... Peki, eşiniz ne diyor bu duruma?

Hayatımızda çok büyük bir denge var. Eskiden muhabirlik yaptığım dönemde haber nerede olursa olsun çantamı toplayıp giderdim ve eve ne zaman döneceğim belli olmazdı. Tüm bunlar hayatınıza biri girdiğinde ve evlilik düşündüğünüzde ilişkiyi zorlaştırabiliyor. Gazetecilik mesleği zor ve bu meslekten birileriyle birlikte olanların hayatları da zorlaşıyor. Şimdilerde program yaptığım için hayatım biraz daha dengeye oturdu diyebilirim. Ama yine de sahadan uzaklaşmış değilim, seçim dönemindeyiz ve programımı oturtabilirsem sahaya inip röportajlar yapmak istiyorum. Başarılı olmak için insanın kendisine karşı dürüst olması ve ona göre bir denge oluşturması gerekiyor. Hayatınızda iş dışında başkalarıyla paylaştığınız keyifli zamanlar çok azsa oradan bir mutluluk çıkmaz diye düşünüyorum. Ne iş yaparsanız yapın, bu içten gelmeli. Hayatımı sadece bunun üzerine kurgulamıyorum. 

Gelecek planlarınız arasında annelik de var mı?

Eeee, olursa var. İnsan, hayatının her döneminde farklı dengeler içinde yaşıyor. Daha önceki evliliğimde söz konusu olmadı, şimdi olursa ne güzel olur. Ama bu takıntı halini almış bir şey değil. Güzel bir duygu ve çocukları çok seviyorum. Olursa ne ala diyorum.

Çocuklarımız için güvenli bir Türkiye, refah seviyesi yüksek bir Türkiye, en önemlisi huzurlu bir Türkiye istiyoruz... Banu Güven bir haberci olarak Türkiye’nin 12 Haziran öncesini ve sonrasını nasıl değerlendiriyor?

Sadece haberci değil, sade bir vatandaş olarak yeni bir anayasanın yapıldığını görmek istiyorum. Her ne kadar yüzde on barajları gibi anti demokratik uygulamalar yüzünden arzu edilen seçim olacak mı tartışılsa da yeni anayasa vatandaşın güvendiği demokratik bir anayasa olmalı. Bunun içinde bütün partilerin iyi niyetli bir şekilde, gerekirse tartışarak ve kavga ederek yeni bir anayasa ortaya koymaları gerekiyor. Önemli adımlar atılmalı, Türkiye yakın geçmişiyle hesaplaşmalı, komplekslerinden arınmalı ki barış içinde bir ortam tesis edilebilsin. Milliyetçi duyguların öne çıkması, bütünlüğün bozulmasına ilişkin endişeler paronayaya dönüşebilir. Toplumumuzdaki en büyük eksiklerden bir tanesi nedensellik ilişkisi kuramamış olmamız. Nasıl görmek ve açıklamak istiyorsak, rahatımızı en az bozacak açıklama neyse onu tercih ediyoruz. Artık toplum olarak rahatsız olmalıyız ve ameliyata girme zamanımız geldi. İnsanlar birbirilerinden korkmasın, oturup konuşsun, ben ve öteki olmasın. Ortak çözüm olsun, benim çözümüm olmasın. “Farklıyız ama nasıl beraber oluruz?” Bunu düşünelim. Bir takım çözümlere ancak iki taraf olduğunu kabul edersek ulaşabiliriz. Toplum ve siyasetçiler olarak büyümemiz, ergenleşmemiz gerekiyor.

Siz bir kadınsınız ve zaman zaman duygularınızın etkisi altında kalıyor musunuz?

Ben erkek olsaydım da duygularım aynı olurdu. Habercilikte tarafsız olmak için nesnel bir yaklaşım geliştirmeniz gerekir. Yani bir gerçekliği yeniden kurgularken bazı değerlere sahip olmalısınız. Benim de taraf olduğum evrensel ve insani değerler var. Bunlar bizi gazeteciliğin ittiği değerler. Yani temelde duyguları hissettirmenin kadın olmakla ilgisi yok.

Kamera önünde ağladığınız da oldu galiba... Mesela, 30 yıl önce gözaltına alınan oğlunun öldüğünü öğrenen Berfo Nine’ye telefon bağlantısı kurup konuşurken gözyaşlarınıza engel olamamıştınız... Bu konudan ziyade sizin duygulanmanız gündeme gelmişti!

Cemil Kırbayır’ın ailesinin durumu çok garip. Çünkü çocuklarını belki bir daha hiç göremeyeceklerini biliyorlar. Onun büyük ihtimalle ölmüş olduğunu kabullenmiş vaziyetteler, belki biliyorlar ama bir yandan da birilerinin onlara bu buz gibi gerçeği söylüyor olması ek bir üzüntü, ek bir duygu yaratıyor. Bence aile de kendi hissettiklerini anlamaya ve çözmeye çalışıyor. Berfo Kırbayır da öyle ya da böyle çocuğuna ulaşmak istiyor. Her annenin bu duygusu insanın içini ezer. Zaten ben o gün Berfo Kırbayır’ın yayına çıkması konusunda tereddütler içindeydim. Berfo Hanım daha önce de çalıştığım binaya geldi ama ben yayına kızı Fatma Hanım’ı çıkardım. Çünkü Berfo Hanım’ın 30 yıldır yaşadığı bu özlemi ve içindeki duyguları canlı yayında büyütme kuvvetine sahip olup olmadığını bilmiyordum. Gazeteci olarak işin bu boyutunu da düşünmek zorundayım. Sizin sorunuzdaki bağlantının yapıldığı gün Berfo Hanım’ın da yayında olacağı söylendi, ben yalnızca Mikail Bey’le yayın yapmak istiyordum. Ancak sanırım bu bir ihtiyaçtı ve önüne geçemezdim. İyi olup olmadığını sürekli sordum. Programa katılan diğer konuğum İnsan Hakları İnceleme Komisyonu Başkanı Zafer Üsküllü hoca, durumla ilgili bilgileri verirken, ben Berfo Hanım bunları duymuyor olsun ve duyuyorsa da aklından neler geçiyor diye düşünüyordum. O sırada açıkçası gözyaşı döktüm mü dökmedim mi bunu çok iyi bilmiyorum, hatırlamıyorum. Durumun hissiyatı çerçevesinde gözlerim dolmuştur. Fakat o sırada hızlı bir şekilde Berfo Kırbayır konuştuktan sonra, onu ekrandan alma ve rahat ettirme düşüncesindeydim. İşin ilginç tarafı konu bu tarafıyla haber oluyor. Bana garip geliyor, haber olması gereken onların hikayesiyken benim gözümün dolup dolmaması konuşuluyor. Zannediyorum durumum orada biraz abartıldı ve ne hissettiğimi tarif etmeme gerek de yok. Bundan gocunduğumdan değil, gözlerimden yaş da akabilir. Belki tekrar oturup izlemem gerekiyor.

En neşelendiğiniz Cem Yılmaz’ı konuk ettiğiniz program mı oldu? Sanırım o sırada ‘Av Mevsimi’ filmi vizyona yeni girmişti…

(Gülüyor) Muhtemelen odur. Gerçi başka bir sürü şeyler de olmuştur, sonuçta yıllardır farklı kişilerle karşı karşıya oturduk. Ama Cem Yılmaz’ın yeri başka. Ciddi şeyler de konuştuk. En son ‘Av Mevsimi’ni konuşmuştuk. Sağ olsun ‘Mor Çatı’yla ilgilide çok destek oldu. Yine de birçok eğlenceli yayınım olmuştur. Zaten yapı olarak gülmekten imtina eden biri değilim. Hatta beni sokakta çevirip “Biraz gülsene” diyenler oldu ama Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bütçe tartışmaları sürerken oradan yaptığınız bir canlı yayında gülmeniz ne derece sağlıklı olur (gülüyor). Her şeye gülerek de yaklaşılmaz ki. Kendini şekle kaptırdığında işten uzaklaşıyorsun. Ben kolay gülebilen ve gülmeyi de seven bir insanım.

Haber kanallarının sayısı giderek artıyor. Kanallar arası rekabet, haberin tarafsızlığını ve kalitesini etkiler mi?

Habercilikte son dakikayı kimin girdiği önem taşıyor. Ama esas önemli olan doğru bilginin son dakika haberi olarak girmesi, ki zaten o konuda da kötü tecrübeler yaşandı. Belki bizim tarafımızdan değil ama başka kanallar tarafından yaşandığını söyleyebilirim. Haber kanallarına bakacak olursak sayılarının artması zenginliktir. Ayrıca bu durum, gazeteciler için daha çok çalışacak alan açılması anlamına da geliyor. Rekabet herkesi dinç tutar. Bir taraftan da daha kontrollü olmaya, yani etik değerler açısından bazılarının kendilerine çeki düzen vermesine yardımcı olabilir.



Galatasaray Üniversitesi’nde ders verdiniz. Gençlerin habercilik mesleğine ilgisi, sevgisi ne durumda?

İki yıl iki dönem boyunca ders vermiştim ancak artık vermiyorum. Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde okuyan gençlere diksiyon dersleri verdim. Öğrencilerde dikkatimi çeken ve beni etkileyen şu oldu. Her dönem öncesinde öğrencilerle tanışıyor ve “Neden hukuk okumak istiyorsunuz?” diyordum. Karşılığında aldığım cevap şu oluyordu; “Bölümün puanı, prestiji yüksek ve ileride iyi para kazanılacak bir meslek” Yani gençler bunlarla ilgileniyordu. Tabi ki iyi hayat koşullarını hayal ettiği için hiçbir genci yargılamamak lazım ama gazetecilik okuyanlarda da aynı şeyi görüyorum. Her şey hızlıca olsun istiyorlar ve hemen  ekranda haber sunmak, program yapmak istiyorlar. Gazetelerde fotoğraflı röportajlarının çıkması tabi ki albenisi olan şeyler ama birikimle birlikte yetenek ve çalışkanlık da önemlidir. Dirsek çürütmenin faydası çoktur.

Genç gazetecilere ne gibi önerileriniz olabilir?

Her şey bir an önce olsun diye düşünmekten ziyade “Ben nasıl sindire sindire sağlam bir şekilde mesleğimi icra eder hale gelebilirim?” diye düşünmeleri lazım. Bakın, internet gazeteciliği yükselen bir meslek alanı ve birçok yeni okul mezunu var. Girişimcilik burada da gerekiyor. Bu meslekte emek sarf etmeyip bıkanlar için de, doğal seleksiyonla elendiklerini söyleyebiliriz.

Bakışlarınız çok dikkat çekiyor ve bazı meslektaşlarınız kameraya sizin gibi bakmaya çalışıyor. O bakışların sırrı nedir, kameraya öyle bakarken ne hissediyorsunuz?

Yaptığım işi hayatımın ayrı bir kompartımanı olarak görmüyorum. Tabi ki ekranda uymanız gereken semboller ve konuşurken dikkat etmeniz gereken hususlar var. Onlar mutlaka olmalı ama emin olun ki gün benim için nasıl akıyorsa, haber dilimi de onun parçası oluyor. Kendimi farklı bir şey yapıyor gibi hissetmiyorum. Dediğiniz bakışlar biraz kendiliğinden gerçekleşiyor, yayın öncesi, sonrası ve esnasında da bunları düşünüyorum.

Bakışlarınızdan etkilenen çok insan var ve siz gözlerinizi nazara karşı sigorta ettirdiniz mi?

(Gülüyor) Hiç güzel gözlü, güzel bakan erkekler yok mu? Bakış çok önemlidir, insanların birbirleriyle temas kurmalarında ilk an gözlerin buluştuğu andır. Dolayısıyla bunun üzerinde özellikle düşünmüyorum. Tevazu olarak algılanmasın ama şu an size nasıl bakıyorsam kameraya da öyle bakıyorum. Ama yine de insanın böyle güzel şeyleri duyması hoşuna gidiyor. Bir taraftan da bu konularda konuşmak mahcubiyet yaratıyor.

Banu Hanım, oyunculukta bazı usta oyuncuların gözleriyle oynadığı söylenir. Oyunculuk teklifi aldınız mı?

Bir takım teklifler oldu ama haber sunan biri olarak sinemayı çok sevmeme rağmen değerlendirmedim. Bunu bu şekilde söyleyerek her iki konuyu da birbirinden ayırmak gerektiği cevabını verdim ve anlaşıldı sanırım. Seçebileceğim mesleklerden biri  oyunculuk olabilirdi aslında, çünkü oyunculuk empatiyle de çok alakalı bir durum. Lisedeyken bir yandan hentbol oynuyor, bir yandan da ‘Harput’ta bir Amerikalı’ adlı oyuna çalışıyordum. Ancak hocalarım “Banu, sen artık hentbol antrenmanına gidiyorsun” deyince, çok istememe rağmen oyundan ayrılmak zorunda kaldım. Ne tesadüftür ki o oyunda oynayan arkadaşım Hasan Ali Mete, Almanya’da süper bir oyuncu oldu. Dizilerde oynuyor. Çok da başarılı.

Belki o zaman tiyatroda rol alsanız, kaderiniz de değişebilirdi…

Orasını bilemiyorum, emin değilim (gülüyor).

‘Muhteşem Yüzyıl’ dizisini izliyor musunuz?

Bütün bölümlerini izleyemedim. Zaman zaman bakıyorum.

Hürrem Sultan’ı, Kanuni’yi, Mahidevran’ı nasıl buluyorsunuz?

Bütünsel bir şey söylemek için yeterince izleyemedim. İlk başlarda daha fazla izliyordum ama şimdi konu nereye geldi bilmiyorum. Bence devlet odaklı değil ama insan odaklı bir şekilde konu alan dönem dizilerinin iyi olduğunu düşünüyorum. Çünkü, merak uyandıran o dönemleri anlatan ve bizi neşelendiren diziler olduğunu düşünüyorum.

Banu Güven’in geçmişi Köprülü Mehmet Paşa’ya kadar uzanıyor… Vezirler, yöneticiler, saray hayatı, harem… Osmanlı dönemini, atalarınızın hayatını bir haberci olarak  incelediniz mi?

Babaannem tarafından evet inceleyebildim. Ancak dediğiniz şey yüzyıllar öncesine dayanıyor. Yine de tabi ki Köprülü Vakfı’nın evlatları olarak kadın erkek eşit bir şekilde Amcazade Köprülü Hüseyin’in kurduğu vakfın imkanlarından yararlandık. Boğaz’ın en güzel manzarasına sahip binalardan biri olan Divanhane’de kaldık belli bir dönem. O bina adeta bir müze değerindedir. Ne yazık ki geçtiğimiz dönemlerde oradan şadırvan ve süslemeler söküldü. Çocukken o güzellikleri yakından görme şansına sahip oldum. Tarihin uzantısını o günlerde yaşadım. Bu arada vakıfların bir tek kendi ailesine fayda sağlayan kuruluşlar olmadığını söylemek istiyorum. Resimli tarihe ilgim vardı, uzman değilim ama meraklıyımdır. Dediğiniz gibi tarihle aramızda bir bağ var ama sonuçta devlet memuru olan bir anne ve babanın çocuğuyum. Emek nedir? Bunun bilincinde olarak büyüdüm. Anne tarafım da Beşiktaşlı’dır. Maalesef hiç görmediğim Abdülkadir Karamürsel dedem olur. Onun adına Akaretler’de Baba Efendi Sokağı bulunur. Annemler de eskiden orada otururlardı. Dedemin mezar taşında “Beşiktaş’ın Babası” yazar. Beşiktaş’ın başkanlarındandır.

Bu ne kadar güzel bir şey. Bir yandan Köprülüler, bir yandan Beşiktaş…

Beşiktaş biraz daha hayatın içinden. Köprülüler ise yüzyıllar süren bir zaman mesafesinde. Geçmişleriyle, soylarıyla var olmaya çalışan, bunu öne çıkarmaya çalışan insanlar, hep biraz eksik kalıyorlar. Ben sokakta Köprülüler soyundanım diye dolaşmıyorum ve zaten böyle de olmaması gerekiyor (gülüyor).

Boğaz’daki Amcazade Hüseyin Paşa Yalısı’nın son durumu nedir?

Amcazade Hüseyin Paşa Vakfı o yalıyı Ali Ağaoğlu’na kiraladı. Şu anda o alanda çalışmalar sürüyor, kazılar yapılıyor, hamam bölümünün ortaya çıktığını duydum. Çalışmanın başında bu projede Hüsrev Tayla bulunuyordu ve onun yönlendirmesiyle yeniden yapım çalışmalarına girildi. Hüsrev Tayla şu anda projenin içinde değil, keşke kalsaydı. Çünkü yeniden yapım ve tarihi eserler konusunda yüzde yüz dinlenmesi gereken bir isimdir. Şu anda çalışmalar nasıl gidiyor bilmiyorum. Ali Bey’le (Ağaoğlu) görüşme fırsatım olmadı ama orada eski binalar harem- selamlık ve kayıkhane gibi yapılar ortaya çıkıyor. Otel olacak. Benim fikrim, özellikle Divanhane bölümünün günlük kullanıma açık olmaması. İyi bir restorasyon yapılmalı, bu kadar değerli bir alan için özenle çalışılmalı.

Ali Ağaoğlu’nun restorasyonundan ve orayı otel yapmasından memnun musunuz?

Tam olarak bilemiyorum. Otele dönüşmesi açıkçası canımı sıkıyor. Ama o restorasyon sosyal amaçlarla hareket eden vakıflardan fon alınarak yapılabilirdi diye düşünüyorum. Mütevelli bunu tercih etmiş. Sonuçta yapılan işler olumlu ama ortaya ne çıkacak bunu görmek ve bilmek istiyorum. Kuzenim ve halamla birlikte Hüsrev Tayla’yla görüştüğümüzde anlattıkları ümit vericiydi. Ancak şimdi o yok ve bu durum beni tedirgin ediyor. Umarım Ali Bey’le konuşma fırsatım olur. Açıkçası Türkiye’de restorasyon ve tekrar yapım konusunda o kadar kötü örnekler gördüm ki tabi ki endişelerim var.



Gelelim genel seçimlere… 12 Haziran’la ilgili bir tahmin yapabilir misiniz?

Bana göre 13 Haziran’da aşağı yukarı yine bu Meclis’i göreceğiz. Kritik eşikler var mı, yok mu? Tabi ki bunu da zaman yaklaştıkça göreceğiz.

Barajı aşamayan olur mu?

MHP üzerinden soruyorsanız, bence şu andaki araştırmalar aşacağını gösteriyor. Bununla birlikte CHP’nin ya da AKP’nin oylarını ne kadar artıracakları da önemli. Umarım baraja daha çok takılan olmaz. Meclis’te çeşitlilik olması gerekli diye düşünüyorum. Umarım herkes demokrasiyi gerçekten biraz daha özümsemiş vaziyette Meclis’e girer.

Banu Güven’siz hayatı anlamsız bulanlar facebook’ta toplanıyor… Bundan haberiniz var mı ve onlara Medyaradar aracılığıyla bir mesaj vermek ister misiniz?

(Gülüyor) Gerçekten adıma böyle bir sayfa açıldığını bilmiyordum. Ne söyleyebilirim… Bu tarz şeylerden mahcup oluyorum. Hep beraber daha uzun, güzel ve sağlıklı yıllar geçirmek dileğiyle demek istiyorum. Bir dileğim de hapisteki Nedim Şener, Ahmet Şık ve diğer gazetecilerin bir an önce özgürlüğüne kavuşmalarıdır.

Medyaradar okurları adına Banu Güven’e teşekkür ediyorum, başarılarının devamını diliyorum.