Geçen hafta New York’ta, Columbia Üniversitesi’nde konuştu Orhan
Pamuk. Konuşmanın konusu açtığı müze; Masumiyet Müzesi.
Üniversitenin başkanı Lee Bollinger yazarı tanıtırken (sanki çok
ihtiyaç varmış gibi tanıtmaya) “ülkesinde düşüncelerini söylediği
için çok çeken biri” dedi- Nobel kazanmış, aynı üniversitede
öğretim görevlisi olan çok ünlü bir yazarı tanıtmak için. Orhan
Pamuk bundan tam yedi yıl önce açılan ve sonuçlanan belki de tek
politik davası hakkında ve politik konularda sorulan sorulara cevap
vermiyor, hatta bu konulara girmek isteyen gazetecileri de
haşladığı biliniyor. O zaman bu “fikirleri yüzünden çok çeken” 3.
Dünya aydını sıfatını neden hala bir üniversitede kullanıyor sorusu
herhalde sadece benim aklımı kurcalamamakta.
Peki ama neden?
Elbette Orhan Pamuk bu tuhaf tanımlamanın gizli cazibesine kapılma
konusunda yalnız değil. Hatırlayalım; 2006 yılının ocak ayında,
henüz daha Nobel ödülleri verilmemişken İtalya’daki Il
Manifesto’nun “zulüm gören yazarlar” özel sayısını. Kapakta Orhan
Pamuk var; o sıralar yargılanıyor. Ama Türkiye listesi konunun bir
tuhaf; dört yazar var Türkiye’den. Pamuk’un yanısıra Yaşar Kemal
makul kabul edilebilir. Diğer ikisi ise Murathan Mungan ve Elif
Şafak! PEN’in o sıralarda “hapisteki yazarlar komitesi” başkanı
olan Müge Gürsoy Sökmen, Metis yayınevinin sahibi ve bu iki yazar
da Metis’in yazarları. Bu listeye girmeleri için sebep yok; ama
listeye girerlerse uluslararası şöhret olma olasılığı var.
Bu fırsatı para ve üne çevirmek Şafak’a kısmet oluyor; o güne kadar
dünyada tanınmazken, yargılanan kadın yazar olarak birden her
ülkeden teklifler alıyor, turnelere çıkıyor. O sırada beraat
ediyor; mahkemeye dahi gitmişliği yok üstelik. Sonra? Sonra Mevlana
romanı yazıyor, politik konulara girmiyor, kredi kartı reklamlarına
çıkıyor, pop şarkı kliplerinde oynuyor (Nil’in klibini unutmadınız,
değil mi?). Ama bu bir zamanlar kazanılan yargılanan kadın yazar
sıfatı o denli işe yarayan bir şey ki demek hala resmi
biyografisinde “Baba ve Piç romanı yüzünden yargılandı” cümlesi yer
alıyor her dilde. Bu cümleyi atmaya içi elvermiyor; aradan altı
sene geçmiş olsa dahi!
Muhteris gönüller…
Tek kelime Kürtçe bilmeyen, Türkiye’deki biyografisine Kürtlüğü ile
ilgili tek satır koymayan Türk yazarların Fransa’da yayınlanırken
birdenbire Kürt kökenlerini hatırlamasını falan da görüyoruz ülkece
geçen yıllarda. Bu “kapalıçarşıda fes satmaya çalışan hanutçu”
taktikleri bitti sanıyoruz artık ki hayır; zira onur falan zira
yazarlıkla çok da ilintili değil bu topraklarda.
Geçen hafta yine, BBC radyosunda bir röportaj yayınlanıyor. Adını
büyük olasılıkla daha önce duymadığınız (suya sabuna dokunmayan ve
hatta türünün bile pek başarılı olmayan örnekleri arasında
gösterilen) bir polisiye yazarı kadıncağızın da meğer bu naçar
topraklarda nasıl da zorluk çektiğini öğreniyoruz! Efendim meğer bu
muhteris yazarcağız da bu ülkenin geleneklerini eleştirdiği için
yayıncısı ona zorluklar çıkarıyormuş, bu nedenle ikinci kitabını
basmak istememiş! Esmahan Aykol namlı hanımın ikinci kitabı da ilki
gibi Everest Yayınları’ndan çıktı oysa; ama röportaja girerken bile
“Türkiye’de devlet sansürü yüzünden gelişmeyen” polisiye türünden
bahseden BBC röportajcısı nerden bilsin, yutacak elbette bu
“zavallı kadın yazar” zokasını. Daha önce yuttukları gibi
oryantalist batı gazetecilerinin.
Anladık en sonunda bizde; kitapları değil de değerlerini satmaya
niyetliler oldukça burada kimsenin umurunda olmayan yazarlar ve
kitaplar Batı’da el üstünde tutulmaya devam edecek. O zaman hayırlı
işler; hapiste çürüyen yazarları, hala mahkeme koridorlarında
sürünen aydınları anlatmak yerine kendine bu “zulmü” reva görene.
Ama bir hatırlatma; bu vatanın hafızası sandıklarından güçlü.
Satanı da hatırlayacak satmayanı da.