YAZMAK DELİLİĞİ KELİMELERE SAKLAMAKTIR! AHMET ALTAN EDEBİYATA SIĞINDI!

Dün gazetesinde Gülen cemaatinden özür dileyen Ahmet Altan bugün de köşesinde edebiyata sığındı...

Akşam çöküyor.

Gün, emdiği kanla şişmiş bir böcek gibi devasa olaylarla yüklü bir irilikte.

İstanbul’un narin silueti, pembemsi bir kızıllıkla kararmaya hazırlanan gökyüzünün son aydınlığıyla, Boğaz’ın eskimiş gümüş gibi solgun bir parıltıyla akan suları arasında incecik bir çizgi halinde uzanıyor.

Nerdeyse saniye saniye görüntünün ve ışıkların değiştiği bu an, garip bir şekilde günün önemsizliğini hatırlatıyor bana.

Hızlıca bir yazı yazmam gerekiyor ve hızlıca bir yazı yazmak istemiyorum.

Günün ağırlığının altından sıyrılıp, akşam alacasının bu kısacık parıltısından günsüz bir zamana kaymak, zamanın günleri önemsiz kılan o yekpare sonsuzluğuna sığınmak istiyorum.

Günle ve olaylarla kabarmış değil, anılarla ve hikâyelerle sükûnete ermiş bir yazının içine bırakmak istiyorum kendimi.

Henry James bir gün Maupassant’ı ziyarete gitmiş.

İki büyük yazar.

James huysuz biri.

Maupassant delirerek ölmüş ama o sırada henüz kaderini bilmeyen bir adam.

James’i, yanında yüzü maskeli çıplak bir kadınla karşılamış.

Üçü birlikte öyle yemek yemişler, Maupassant, o kadının “bir fahişe değil, sosyeteden bir kadın” olduğunu söylemiş; bu, James’in daha da hoşuna gitmiş.

Ve, hayran kalmış Maupassant’a.

İşin hoş yanı James’in kadınlarla bir ilgisi olmaması, hayatını cinselliğin her türlüsünden uzak geçirmiş bir adam.

Ama kadından değil, sahnenin kurgulanış biçiminden, olağanüstülüğünden, unutulmazlığından etkileniyor.

Bunun, delirmek için kuluçkaya yatmış bir ruhun armağanı olduğunu bilmiyor elbette.

Deliliğin, kendini çıplak biçimde göstermediği bir anda akıllılık kisvesi altında ortaya çıkmasının yarattığı o sarsıcı biçimden hoşlanıyor.

Zaten, baktığınızda edebiyat, deliliğin, toplum tarafından kabul edilmesini sağlayan bir akılla giydirilmesidir.

Yazarların, yazdıklarını insanlara konuşarak anlattıklarını düşünsenize.

Olmayan şeyleri varmış gibi anlatan adamları deli diye alıp götürürlerdi.

Yazmak, o deliliği kelimelerle saklamaktır.

Yazarların hayatlarına baktığınızda orada genellikle delileri görürsünüz.

Onları öylesine büyük ve unutulmaz kılan, bu deliliği saklayacak bir aklı o muhteşem deliliklerinin yanında aynı büyüklükte barındırabilmeleridir.

Beni en çok etkileyen ise onların, hayatlarında genellikle gösteremedikleri aklı yazarken gösterebilmiş olmalarıdır.

James’le Maupassant’ın bu karşılaşmasını Javier Marias’ın kitabında okudum.

Marias’ın kendisi de ünlü bir yazar.

Ama anlattığı yazarlara karşı çok fazla şefkat duymayan, onların eksikliklerini, deliliklerini merhamet göstermeden anlatan bir üsluba sahip.

Sanki kendisinden önceki yazarlara karşı bir öfke taşıyormuş gibi bir duygu uyandırıyor.

Zweig’da bu düşmanca tınıyı duymazsınız.

Anlattığı yazarın bütün zaaflarını, eksikliklerini, gülünçlüklerini anlatır, bunları en ince ayrıntılarına kadar görür ama belki de bundan dolayı onlara duyduğu hayranlık ve şefkat daha da artar.

Balzac’ı anlattığında, onun gösterişçiliğiyle, para bulur bulmaz ceketine altın düğmeler diktirmesiyle, sahtekârlığa yatkınlığıyla dalga geçer ama onun gösterişli hayatının tam tersine inanılmaz derecede sade ve sakin odasına yazmak için girdiğinde nasıl bir başkasına dönüştüğünü de gösterir okuyucusuna.

Balzac’ı seversiniz ona Zweig’ın gözleriyle baktığınızda.

Marias’ta aynı sevecenlik yok.

Biraz babasından nefret eden bir çocuk gibi yazmış “babası” sayılabilecek yazarları.

Edebiyat bir sığınaktır bence.

Tek tek her biri korkunç olaylarla dolu günlerden kaçıp edebiyatın içine saklandığınızda, orada tazelenir, arınır, zamanın ağırlığından kurtulursunuz, insanlığın en büyük delileri sizi cümleleriyle hayatın elinden kurtarır, sonsuzluğun iyileştirici ferahlığında sizi de o sonsuzluğun bir parçası yaparlar.

Bana bunları yazmak iyi geliyor mesela.

Çok azının hayatında aklın izine rastladığımız bu delilerin, yazarken gösterdikleri o muhteşem aklı, deliliklerini tanrısal bir gökkuşağından geçirip yeni hayatlar yaratmalarını, bunları inandırıcı kılacak bir güçle anlatmalarını ilgiyle izlerim.

Yazdıkları kadar hayatlarını da merak ederim.

Çöken bir akşamın içinizde yarattığı kırılgan titremeler, ertesi sabahla ilgili endişeler, bu delilerin sesleri arasında önemini kaybeder.

Kendinize gelirsiniz.

Ve dersiniz ki...

Bir gün Henry James Maupassant’a gitmiş...

Ahmet Altan/Taraf