Ünlü profesörden çarpıcı sözler: "Sınav stresi birçok insanın kazanç kapısı"

Nörobilim uzmanı Prof Dr Sinan Canan hafta sonu olağanüstü koşullarda YKS sınavına girecek binlerce öğrenci için önerilerde bulundu. Beyin ile ilgili çalışmalarıyla dikkat çeken Canan'ın siyaset, eşcinsellik, eğitim ve depresyon konularında söyledikleri de çok konuşulacak.

FİGEN BALCI fgnbalci@hotmail.com

Sinan Canan “ hayatın tek bir işle uğraşmak için fazla uzun, insanın ise tek bir işle ömrünü tüketmek için fazla karmaşık olduğuna” inanan bu inancı doğrultusunda eğitimler veren, kitaplar yazan bir akademisyen, özellikle beyin ile ilgili çalışmaları dikkat çekiyor.  Beynimiz hepimizin farklı anlamlar ve sorumluluklar yüklediği ortalama 1400 gram ağırlığında bir organ. Hayati fonksiyonlarımızı yöneten beyimizin sırlarını aralamak ve yaşadığımız pandemi sürecinden cinsel tercihlerimize kadar beynimizin hayatımızı nasıl etkilediğini öğrenmek için nörobilim uzmanı Prof Dr Sinan Canan ile konuştum. Hafta sonu bu olağanüstü koşullarda YKS sınavına girecek binlerce öğrenci var onlar için önerileri de bulabileceğiniz röportajımı keyifle okumanızı diliyorum.

“ PANDEMİ SÜRECİNDEN ÖNCESİNE DÖNME SEVDASINI BİRAZ BIRAKIP YENİ HALDEN FAYDALANMAYA BAKMAK GEREKİYOR”

SC: Bu pandemi meselesinin  bizi soktuğu durum benim birkaç senedir anlatmaya çalıştığım İnsanın Fabrika Ayarları meselesinin demonstrasyonu gibi oldu. Ben hep diyordum ki insan tabiatta çok zor koşullara uyum sağlamak üzere tasarlanmış ama içinde yaşadığımız medeniyet bizi rutine ve konfora öyle bir alıştırmış ki en ufak bir bozucu unsur olduğunda biz bütün adaptasyon yeteneğimizi kaybetmiş gibi ne yapacağımızı bilemez hale geliyoruz. Aslında bu virüs enfeksiyonu hayatı durduracak kadar ciddi bir enfeksiyon olmamasına rağmen yanlış yaşama biçimimiz nedeniyle; çok sıkışık, dip dibe, teknolojik imkanlara çok bağlı, böyle sağlığımız tamamen hastanelere endekslenmiş bir şekilde yaşadığımız için maalesef bizi çok derinden vurdu. Artı ekonomimiz son derece kırılganmış mesela onu gördük. İkinci dakika dışarı çıkmadık ekonomik krizler patladı vs dolayısı ile aslında bizim yaşam tarzımızdaki hataları bize gösteren en önemli şey oldu. Ben iki farklı tip etkisi olduğunu görüyorum geçirdiğimiz üç dört aylık sürecin. Birincisi yaygın olarak eski normal hale dönelim diye iki üç aydır bekliyorlar. Yani bu kâbus bitecek ve biz yine eski günlerimize döneceğiz” hali var. Bu bekleme durumu tabi ki insanların hayatlarında inisiyatif alıp bir şeyler yapmasını zorlaştırıyor biraz, imkansız hale getiriyor. Bir bekleme moduna geçiriyor ve onları biraz kurban pozisyonuna itiyor. Bir de ikinci grup var; yani bu yeni durumda değiştiremeyecekleri bir şeylerin olduğunu fark edip, kendileri değişmeye kalkanlar yani bir inisiyatif almaya çalışanlar. Bunlar çok enteresan gelişmeler yaşıyorlar şu anda ilginç yöntemler, yollar, teknolojiler keşfediyorlar. Bunlar da dolayısı ile yarın ne olacaksa onu inşa eden insanlar oluyorlar. Dolayısı ile dünyayı da bu tipler inşa ediyorlar. Ben doğrusu bu iki tip etki arasında dağıldığımızı düşünüyorum. İnsanların çoğuna da olabildiğince yani sadece teknolojik uygulama vs değil, kişisel hayatlarında da biraz inisiyatif alıp, artık eskiye dönme sevdasını biraz bırakıp yeni halden nasıl faydalanabilirim bakışını edinmelerini öneriyorum. Çünkü faydalı olan bu, diğeri bizim tabiatta çok işimize yaramayan bir şey. Şöyle düşünün tabiatta 200 bin sene önce hayatta kalmaya çalışan insan açlık, kıtlık, soğuk, bilmem ne gibi bir şey olduğunda bir yere sığınıp bu durum geçsin diye bekleme lüksü yoktu yani yaşayacak bir yol bulmalıydı. Böyle yapanlar bir şekilde hayatta kaldılar dolayısı ile bizler kimlerin torunlarıyız; girişim yapan, böyle cesaretle atılan, güçlü olanların torunlarıyız. Aslında bu içimizde var ama eğitim ve modern toplum şartlandırmaları bizden biraz bu özelliklerimizi unutmamızı istiyor. İşte hep eğitim boyunca ne deniyor; “ uyumlu bir insan ol, efendi ol, arıza çıkarma, icat çıkarma” hep böyle büyütüldüğümüz için e tabi böyle ezberleri bozan bir durum da gündeme geldiği zaman şaşırıp kalıyoruz yani.

“CESARET HEPİMİZDE VAR AMA BAZILARIMIZ ONU GÖSTERMEMEK ÜZERE EĞİTMİŞİZ ZİHİNLERİMİZİ”

2-FB: Bu davranış modellerimizdeki farklılıklarda beyinlerimizdeki farklılıklar rol oynuyor mu?

SC: Aslında beyinlerimizde bu kadar büyük farklılık yok. Beynin yazılımı diyebileceğimiz zihinsel kabullerimizde farklılıklar var. Yoksa beyinlerimizin yapısında bizi durduran ya da coşturan çok farklı şeyler yok hepimizde ortak bazı devreler var. Mesela; cesaret hepimizde var ama bazılarımız onu göstermemek üzere eğitmişiz zihinlerimizi. Bazısı ise daha cesur davranıyor çünkü zihinsel kodlarına öyle kilitler yerleşmemiş onların.

3.FB: Bu değiştirilebilir bir şey mi peki bu kodlar?

SC: Tabi ki, Mesela benim özellikle şimdi, Sesil Pir diye bir arkadaşımızla bir kitabımız çıktı; “İnsan Odaklı Liderlik” diye orada bunu anlatıyorum bir de benim İnsanın Fabrika Ayarları üçüncü cilt tamamen buna ayrılmış vaziyette. Şimdi işin formülü aslında çok kısaca; küçük cesaret denemeleri yapmak, bunun için önce neye cesaret edeceğimiz ile ilgili bir niyet etmemiz gerekiyor. Yani; “ benim niyetim ne, ben ne yapmak istiyorum” Ona dair bir gayret göstermek ve ardından o gayretin getireceği cesaret adımlarını atmak. “Niyet, gayret, cesaret”bir süre sonra cesaret adımları bizi bir süre sonra benim bir beşli sistemim var ; “ Cesaret, Basiret, Feraset, Hayret, Hikmet, Merhamet “ diye giden bir böyle ruhsal gelişim basamakları var bizi o tarafa doğru sevk ediyor. Mesela her cesaret ettiğimizde farklı bir şey deneyimlediğimiz için bakış açımız gelişiyor buna “basiret” diyoruz eski dilimizde. Bakış açısı genişleyince bir süre sonra görünmeyen bağlantıları görmeye başlıyoruz buna “feraset” diyor eskiler. Feraset arttıkça görünmeyeni gören hayret ediyor. Hayret etmek bizi harekete geçiren bir duygu daha çok cesarete sebep oluyor tabi. Hayretin bir sonraki basamağı biraz hikmet yani doğruyla yanlışı bilgece birbirinden ayırt edebilmek. Artık dışarıda birine sormaya gerek kalmadan kendi kararlarını kendisi verebilme yetkinliği…

“BİZE ŞİKÂYET ETMEK ÖĞRETİLMİŞ”

4.FB: Yani amacımız Kamil insana dönüşmek mi olmalı bir nevi ?

SC: Evet Kamile doğru gidiyor zaten. İşte “ Hekim, Hakim ve Hakem “ sözcüklerinin de hikmet kökünden gelmesi buna dayanıyor. Onlar da bir daha tekrar etmeyecek olaylara karşı karar veriyorlar ya mesela, sağlık, maçlardaki pozisyonlar, davalar, asla iki kere tekrar etmiyor bir şeyler. O yüzden onlar içtihat yapma yetkisine sahip insanlar.  Yani kendileri karar verebiliyorlar. Onlara da “hikmetli insan” diyoruz işte isimleri ordan geliyor. Ve en sonunda merhamet basamağı yani bu;  döngünün bence ulaşması gereken en üst basamak. O da merhamet acımak değil de hakkını vermek demek. Hayatın da kendinin de arzunun da diğer insanların da haklarını verebilmek bir anlamda. Taşıyamayacakları yükler yüklememek üzere bilgeleşmek. Maalesef biz bunun daha “ niyet” basamağında kalıyoruz. Çünkü bize şikâyet etmek öğretilmiş. Hep dış şartlardan şikâyet edince gayret olmuyor o zaman. Şikâyet gayreti alan bir şeydir. Suçu sizden atar başkasına verir. Şikâyet eden insan bu sefer baş aşağı bazı basamaklardan gidiyor.

“İNSANOĞLUNUN YAPTIĞI HİÇBİR SINAV ADİL DEĞİLDİR”

5.FB: Bu hafta sonu sınav var, Yüksek Öğretim Kurumları Sınavı yapılacak. Bu yıl sınava girecek olan öğrenciler hiç deneyimlenmemiş bir şeyi deneyecekler çocuklar bir pandemi sürecinde bu sınava girecekler. Bu gençlere bizim aracılığımızla neler önerirsiniz? Bu sınav adil mi ? Pek çok öğrenci ve veli sınavın ertelenmesini talep etmişti ama olmadı.

SC: İnsanoğlunun yaptığı hiçbir sınav adil değildir. Çünkü sadece belli bir yeterlilik tipini ölçmek üzere tasarlanmıştır. İnsanı değil o işin yeterliliklerini ölçmek için tasarlandığından dolayı insanı ilgilendiren bir boyutu yoktur aslında sınavın. Bizim sadece belli özelliklerimizi göstermemiz istenen bir arenadır kısa geçici bir süre. Bizde o sınavın çok önemli bir şey olduğu duygusu uyandırılmaya çalışılıyor çünkü bu bir Pazar. Bunun üzerinden insanlara bir şey satıyorlar mesela; kurslar satıyorlar sınavlara hazırlık kursları, özel okullar satıyorlar, bir hazırlık gerekliliği satıyorlar, bir telaş ve bu telaşı giderecek ilaçlar satıyorlar, bir şeyler satıyorlar yani. Dolayısı ile bu sahte stres bir çoğunun kazanç kapısı.. Ben mesela hiç hayatımda doğru dürüst sınav stresi yaşamış biri değilim o sayede bazı sınavları geçebildim. Sınav başarısızlığının büyük kısmı sınav stresine bağlıdır. Çünkü kontrollü stres bizi uyanık tutup zihnimizin daha iyi çalışmasını sağlarken aşırı stres bizi bloke eder. Birçok gencimizde bakıyorum sınav anksiyetesi (kaygısı) patolojik düzeyde yani normal işlevlerini bile yapamayacak seviyeye taşıyor onları. Maalesef “pazar”  oluşturma amacıyla yapılan bir şeyin kurbanları olduğunu söylemeliyim açıklıkla. Sınav stresini önlemenin en kolay yolu; sınava iki gün kala çalışılmaz daha önceden ben çok anlatmaya çalıştım bunu arkadaşlara. Gözlerini sınava değil sınavdan sonraki hayatlarına dikerlerse sınav stresi diye bir şey kalmayacak. Çünkü bize devamlı dürbünle sınava baktırıyorlar. Biz dürbünle basamağa bakıp merdiven çıkmaya çalışırsak baş aşağı yuvarlanıyoruz. Çünkü dürbün bizim bakışımızı bozup basamağı dev gibi gösterir. Hayatın ilerisindeki büyük bir hayale ya da hedefe yönelmiş insanlar hiçbir sınavı hiçbir ara testi önemsemezler, bir şekilde onun üstüne basıp geçerler. Müspet ya da menfi yani aldıkları not, derece, puan filan onları çok ilgilendirmez. Ama eğer o sınav gelecekleri hedef ve hayalleri ile ilgili ise bir şekilde sürpriz bir başarı da alabilirler o sınavdan. Dolayısı ile “ nereye olursa olsun bir yere gireyim diye sınava giren bir arkadaşın stresinin yönetilmesinin mümkün olduğunu düşünmüyorum. Çünkü sadece stresi vardır hedefi olmadığı için sadece gerginliği vardır. Ne için gerildiğini de bilmez. O sınav geçene kadar artık onu idare edeceksin. Ama gerçekten hayatta hedefi olan insanların esas stresleri yapıcı, yaratıcı stresi hedeflerine olan uzaklıkları ile ilgilidir. Bu hedefe yaklaştıkça doyum hissederler, oraya doğru adım attıkça bir haz alırlar ve her geçtikleri sınav bu insanlar için bir haz kaynağı olur aslında. Keşke bunları okullarda anlatabilsek gençlerimize, öğretmenlerimize bundan sonrası kolay olacak ama dediğim gibi buna izin verilmiyor çünkü çok büyük bir Pazar. Bu telaş üzerinden gençlere, anne babalara, öğretmenlere, okullara herkese bir şey satılıyor. Dolayısı ile bu satışı durdurmanın başka bir yolu yok maalesef kapitalimsin çarklarının bir kısmı da burada işliyor. Ben genç arkadaşlara üniversite girmenin çok da elzem bir şey olmadığını hep anlatıyorum. Üniversite okumak zorunda değiliz.  Bazı şeyler var onları yapmak için okumanız lazım eğer gerçekten akademisyen olmak istiyorsanız üniversite okuyun. Ama ticaret yapacaksanız üniversite okumanıza gerek yok. Yani mesela yeni medya diye bir bölüm var niye gidilir bu bölüme bilmiyorum, yeni medyada anlatılan dersle çoktan geçmişte kaldı. Pandemi döneminde otuz tane yeni teknoloji icat edildi. Eğer sinema televizyon okuyacaksanız şimdiden telefonunuzla film çekmeye başlayın, okula gitmeyi beklemeyin. Hayatın önünüze getirdiği fırsatlar çoğu zaman üniversite eğitimine bile ihtiyaç bırakmıyor. Artık günümüz ve geleceğin dünyası diplomaya ya da sertifikasyona değil yeterliliğe ve yapabilirliğe bakıyor. Siz ne kadar yetkinsiniz bir işi ne kadar becerebiliyorsunuz, şimdiye kadar ne yaptınız? Bizim CV’mizde hep niyetlerimiz var. Bizim projemiz değil fikrimiz var. Mesela bazı böyle hayallerimiz var arzularımız var, ama atılmış adımımız yok. Niye; çünkü bizi hep bir sınav ve sertifikasyon için bekletiyorlar. Sanıyoruz ki diplomayı alınca psikolog, diplomayı alınca doktor, diplomayı alınca yönetmen oluyoruz. Öyle bir dünya yok. O diploma hiçbir işe yaramaz eğer sizin içinizde bir yönetmen, bir psikolog, bir hekim yoksa. Ama varsa hekim için bir diploma lazım okuyun onu, alın o diplomayı. Ama içinizde bir hekim varsa o derdin altına girin kararınızın arkasında durabilecekseniz, hayatınızı o yönde çizebilecekseniz akademik bir disipline girin yoksa vakit varken dükkânınızı açın para kazanmaya başlayın. Vakit varken atın çantanızı sırtınıza dünyayı dolaşın, vakit varken ne bileyim gidin yemek yapmaya başlayın gurme olacaksanız ya da ne bileyim iyi bir aşçı olacaksanız. Yani bunun için gastronomi ya da bilmem ne bölümü okumanıza da gerek yok. Bunun akademik çalışması için gerek var ama iyi yemek yapmak için üniversiteye gitmenize gerek yok. Bizde yaratılan algı çarpıklığı; herkesin üniversiteye gitmek zorunda olduğu bir dünya tasavvur ediyor bu bir saçmalık böyle bir şey yok. Ben bir üniversite mensubu olarak kesinlikle üniversiteye gelmenin kendisi için yüzde 100 vakit kaybı olan bir sürü gençle tanıştım. BU en pahalı vakit kaybı, dakikası bilmem kaç paraya geliyor özel üniversitede ise özellikle. Git o parayı kendi hayatını yaşa, ye iç gez iş kur ne bileyim yap bir şeyler. Ama tabi bunu anlattığım zaman bana diyorlar ki “hoca tabi sen olmuşsun tuzun kuru” Ben bir şey olmadım ben sadece ve sadece sevdiğim işi yaptım akademisyenliği de doçentliği de profesörlüğü de kendi istediğim şeyi yaparak bugünlere kadar gelmiş olduk.

“HİKÂYEMİZİ DEĞİŞTİRİRSEK HAYATIMIZ DEĞİŞİR”

6.FB: Beynimizle ilgili merak edilen önemli bir soru da şu; beynimiz mi düşüncelerimizi etkiliyor yoksa düşüncelerimiz mi beynimizi yönlendiriyor? Beynin aslında sandığımız kadar akıllı olmadığı biz neye inanırsak onu doğru kabul ettiği ile ilgili teoriler doğru mu? Bu doğru ise düşüncelerimizi değiştirirsek hayatımız da değişir mi?

SC: Büyük oranda doğru, Hikâyemizi değiştirirsek hayatımız değişir. Sadece öyle olduğuna inanmak demek kadar kolay değil bir şeye inanmak. İnsan anlam dünyası içersinde hayatına nasıl bir anlamsal hikâye yazıyorsa o doğrultuda yaşıyor. “Ben beş para etmem” diyen bir adam hiçbir işte dikiş tutturamıyor. Ama “ ben her şeyim” diye insan bir şekilde her şeyi beceriyor. Kendine güvenen, kendini seven, olumlu düşünen ama bu olumlu düşünme Pollyannacılık ya da aptal optimislik şeklinde değil, gerçekten işe doğru tarafından çözüm tarafından bakabilen insanlar daha iyi şeyler yapıyorlar. Geçmişe takılan hep hataya takılan maalesef düşük performansta yaşıyor. Bu bugün beyin çalışmalarından da bildiğimiz bir şey var biz hep biz her duygularımızın düşüncelerimize yansıdığını, davranışlarımıza yansıdığını düşünürdük. Hayır, yeni çalışmalar gösteriyor ki düşünce kalıplarımız duyguları oluşturuyor, bunlar da maalesef davranışlarımızı oluşturuyor. Düşünce kalıplarımızı değiştirdiğimizde, aklımızın çalışma prensibini, hikâyemizi, anlamımızı değiştirdiğimizde kendimize bir amaç ve rota belirlediğimizde yani hayatın anlamını yeni baştan yazdığımızda bütün her şey değişiyor şu anda bildiğimiz kısmı bu. Ama bu çok uzun ve zor bir mesele öyle diyince olmuyor işte “evrene gönderdim geri gelsin”, sektirme usulü çalışan bir şey değil. Biraz daha komplike ve duygusal dünyayı iyi anlamaya bakıyor beyin duygusal bir sistem sonuçta. Onunla duygusal kodlarımız üzerinden anlaşmak ya da iletişim kurmak mümkün. Yoksa analitik bir sistem değil yani aklımızla kabul ettiğimiz bir sürü şey var ki yapamıyoruz neticede.

“İNSANOĞLUNU AÇLIK DEĞİL ANLAMSIZLIK ÖLDÜRÜYOR”

7.FB: Beynimizi daha iyi kullanmak için ve düşüncelerimizi de daha iyi yönetebilmek için maneviyatın, inancın, bazı düşünce sistemlerinin etkisi nedir?

SC: İnanmak herkesin mecbur olduğu bir şeydir. Kimisi tanrısız bir sisteme inanır kimisi tanrılı bir sisteme inanır kimisi başka bir şeye inanır. İnanmak bizim zihnimizin anlam verme yoludur zaten. Adını ne koyarsanız koyun herkesin bir inancı vardır ve inancı kendi davranışının ve hayatının gidişatını belirler. Mesela aynı Tanrı’ya inanan insanların birinin öldürdüğünü, birinin yaşattığını görebilirsiniz yani inanç kişiye göre değişen bir hikayedir ve ona nasıl anlam yüklediğinize göre değişir. Ya da çok inançlı dediğiniz biri dünyaya çok zarar verirken inançsız dediğiniz biri insanlık için çığırlar açabilir. Bu inancın adından ziyade içeriği ile ilgili olduğunu gösteriyor yani  tanrı inancı olmayan bir insan tamamen ahlaki davranışlar sergileyebilir, toplumun çeşitliliği ve bütünlüğünü destekleyen faydalı işler ortaya koyabilir. Öte yandan bağnaz bir inanç sahibi de son derece yıkıcı hatta kendi canına da mesela bir bomba yapıp insanları katledecek kadar uç davranışlar sergileyebilir ya da tam tersi de olabilir. Burada şunu anlamak lazım inanç dediğimiz şey hayatın geneline bir anlam verme çabasıdır. Herkesin zihninde mecbur olduğu bir şeydir insan inanmadan yaşayamaz çünkü anlam arayan tek canlı biziz. İnsanoğlunu açlık değil anlamsızlık öldürüyor. Biz bunu intihar vakalarından biliyoruz yani insanlar aç kaldıkları ya da çaresiz kaldıkları için değil yaşamak anlamsız olduğu için hayatlarına son veriyorlar. Dolayısı ile anlam en büyük ihtiyacımız fakat anlam hikâyemizi sürekli gözden geçirmek en büyük görevimiz. “ Ben bunu niye yapıyorum, ben bunu niye yapmıyorum, ben niye hep bunla vakit harcıyorum, niye şuraya hiç gitmiyorum” bu soruları hep sormamız ve en önemlişsi de benim hayatımda üzerimde durduğum iki soru var önceden bilseydim genç yaşımdan itibaren bunları daha sık sorardım kendime, gerçi gençken de soruyordum ama bu kadar sık değil. Birincisi ve en önemlisi “Nerden biliyorum”dur, inandığınız, zannettiğiniz, düşündüğünüz, fikrinizin olduğunu zannettiğiniz her şey için bu soruyu sormalısınız; “Nerden biliyorum” ve sonuçta o cümleye varacaksınız, varacağınız tek yer; “Bilmiyorum”dur.Aslında hiçbir şey bilmiyoruz, bildiğimizi zannediyoruz, bildiğimizi zannettiğimiz için insanlarla didişiyoruz, kavga ediyoruz. Bir şeylerle ilgili kesin fikrimiz ve inançlarımız var halbuki hiçbir bilgimiz yok dolayısı ile hem “bilmiyorum” hem de “nerden biliyorum” kardeş kardeş bunlar iki yanımızda durursa iki melek gibi bizi sürekli korurlar ama “ben biliyorum” ve “kesin eminim”ler savaşları çıkaran, kelleleri koparan hastalıklı iki cümledir.

“SİYASETÇİLER BİLGİ VERMEZLER, HAYALLERİ VE DUYGULARI ATEŞLEYECEK CÜMLELER KURARLAR”

8.FB: İnançlar, milli duygular gibi bazı kavramlar kitleleri peşinden sürüklemeyi sağlayabiliyor. Bunu politikacılar çok iyi yapıyor genellikle. Politikacıların beyni farklı mı çalışıyor, nasıl kitleleri peşlerinden sürüklüyorlar, beyinlerimizi nasıl fethediyor politikacılar?

SC: Sadece politikacılar değil, vizyoner insanlar liderler, etkili siyasetçiler hep aynı taktiği kullanırlar.  İnsanların duygusal beyinlerine hitap etmeyi iyi bilirler. Duygusal beyin bizi harekete geçiren beyindir mesela analitik beyin bize bir şeyleri öğretir, malumatımızı artırır ama harekete geçirmez. Mesela birisi size gelse; “ Bu nehre baraj yapabilmek için şu kadar ton beton bu kadar kalın çelik bilmem ne lazım”  deseydi dinlersiniz, öğrenirsiniz ama heyecanlanmazsınız. Ama birisi gelip size; “ Şu gürül gürül akan nehrin önüne bir set çeksek, arkada biriken suların enerjisinden şöyle bir şeyler yapsak fabrikalar yapsak coşsak “ diye size lirik bir hikâye anlatsa epik bir hikâye heyecan basar sizi. Hâlbuki konu aynı konudur ama anlatılış biçimi değişiktir. Siyasetçilere bakın, liderlere bakın bilgi vermezler hayalleri ve duyguları ateşleyecek cümleler kurarlar, vizyonlar yazarlar, hedefler koyarlar ve insanlara şu güveni verirler “ben sizi oraya götürürüm, siz bunun için bir yol açarım, size yol arkadaşlığı yaparım ve sizin için fedakârlık ederim.” İnsanlar kendisi için fedakârlık edeceğini düşündükleri kişilere büyük bir sadakatle bağlanırlar niçin; biz sürü canlısıyız sürü canlılarının ortak özelliğidir sürü içersinde güven önemlidir, güvenin de en önemli şartı fedakârlık edebileceği kabulüdür bir diğerinin benim için ve ben de bu yüzden onun için fedakârlık etmeyi göze alırım. Amerikan ordusunda kendisini diğer arkadaşları için bombanın üstüne atan bir askere soruyorlar “niye bunu yaptın?” diye hiç tanımadığı asker arkadaşları için bunu niye yaptığı sorulduğunda “ onlar da benim için yapardı” cevabını veriyor. Birbiriniz için fedakârlık yapacağınıza güvenirsiniz politikacılar bunu çok kullanırlar.

“BİTARAF OLAN BERTARAF OLUR”

9.FB: Peki fedakârlık etmediklerini gördüklerimize de neden yeniden oy veriyoruz?

SC: Siz sadece taraftar olmadığınız politikacının kendini feda etmediğini görebilirsiniz, taraftar olduğunuzunkini göremezsiniz. Onun taraftarları da onu görmezler biz bir kere tarafımızı seçtiğimizde onun yaptığı her şey bize fedakârlık gibi gelir siyasetin kuralı budur. Dolayısı ile bizimki süperdir öbürü berbattır. Siyasette “bitaraf” olmak çok sopa yemenize sebep olur bu yüzden. Yani iki tarafın da hatasını söyleyen insan iki taraf tarafından da sevilmeyen insandır. Siyaset gibi, futbol gibi, dinler gibi konularda mutedil insanlar en tehlikeli insanlardır çünkü radikallerin bütün hesaplarını ve planlarını bozan kişiler mutedil kişilerdir. O yüzden sevilmezler “bitaraf olan bertaraf olur” sözü de bu gerçeği ifade eder.

“İNSAN ZEKASI BİZİM SINIFLANDIRMALARIMIZA DİRENECEK KADAR  ÇOK BOYUTLU”

10.FB: Hocam az önce IQ ve EQ’ dan söz ettiniz ikisi arasındaki fark nedir yani IQ’ muzun ne kadar yüksek olduğu değil de onu nasıl kullandığımız mı önemli. Duygusal zekâ daha mı kıymetli hayatta başarılı olmak için?

SC: IQ bilgisayar zekâsıdır, analitik işlemsel zekâdır şu anda yapay zekânın bizi kat kat geçtiği bir zekâdır. İnsanlarda bunu ölçmeyi çok sevmemizin sebebi eğitim başarısı ile korelasyon gösterir IQ ne kadar yüksekse bir çocuğun okulda sınavlarda aldığı not o kadar yüksektir ama şu anda niye yapay zeka işimizi elimizden alacak diye ödümüz kopuyor çünkü insanı IQ ya indirgediğimiz için şu anda yapay zekanın da IQ su çok daha yüksektir sizden dolayısı ile o işlerimizi elimizden alacak. Çünkü biz kendimizi bilgisayara indirgedik Emotional Quotient (EQ) yani duygusal zekâ dediğimiz mesele ise başkalarının duygularını okuma ve kendi duygularından haberdar olma miktarını ölçen ve yine insanı kapsamayan insanın bir özelliğini sayısallaştırmaya çalışan bir zekâ tipi. Bu da bizim duygusal plandaki becerimizi ölçüyor ama IQ ya göre çok daha yaşamsal önemi var fakat tek başına kapsayıcı değil. Daha onlarca yeni zekâ tipi çıktı, ölümlerini bulmaya çalışıyorlar sosyal zekâ, doğal zekâ, kaotik zekâ gibi pek çok zeka türünden söz ediliyor artık. Bunların hepsi bize şunu gösteriyor insan zekâsı bizim sınıflandırmalarımıza direnecek kadar çok boyutlu. Onu kapsayacak bir ölçüm sistemimiz yok çünkü insan sınırsız derecede komplekslik gösteren bir doğada her koşulda hayatta kalabilecek donanıma sahip. Sadece IQ ile EQ ile SQ ile yaşayacak bir canlı değil. Ama bugün dünyada IQ bize yetiyor isterse psikopat olsun çocuk okulda başarılı olabiliyor yani anlatabiliyor muyum? Duygusal zekâsı sıfır olsun hatta cani olsun mesela okulda tutup da bir tüfekle 30 kişiyi öldürene kadar bir sorun yaşamıyorsunuz. Hâlbuki insan olmak özellikle de kâmil insan olmak biraz 360 derece olmayı gerektiriyor ki bunu ölçecek bilimsel bir metot hala bulunamadı.

11.FB: Biz belli bir zekâ ile doğruyoruz bunda pek çok etken var bu değişebilir mi kapasitemizi biz artırabilir miyiz? Bazı uzmanlar ve teoriler şunu söylüyor; “zekâ gelişiminde çocukluğun belli bir dönemine kadar olan süre çok çok etkili ondan sonra ne yapsanız çok faydası yok”  böyle midir hakikaten? Yoksa zekâyı geliştirmek ve ilerlemek için umut var mı?

SC: Eğer zekâ dediğimizden IQ’yu kast ediyorsak onlar haklı. Ama dedim ya IQ milyonda birimiz bile değil bu tanım insan için geçerli değil biz yaş ilerledikçe benim “bilgelik zekası” diye tanımladığım bir  şey de geliştiriyoruz yani hayata dair bir bilgelik de geliştiriyoruz bu zeka hepsinden üstün bir zeka. Feraset diye adlandırdığımız şeyin alt yapısını oluşturan budur görünmeyen bağlantıları görmek, sezmek, sezgisel zeka bu yaşandıkça artar ve sürekli artış gösterir. Bir çok gerçek hayat sorunun çözümünde bir çok duygusal sorunun çözümünde IQ’nun EQ’nun yetersiz kaldığı yerde bu tarz bir bilgelik zekâsının devreye girmesi gerekir. IQ için söylenen elbette doğru ancak birkaç puan artırılabiliyor, ama bana sorarsanız hiçbir kıymet-i harbiyesi yok, ben bütün IQ testlerinde son derece sıradan IQ’su çıkan bir adamım ve IQ yüksekliğinin önemini hayatımda hiçbir zaman görmedim ve hissetmedim. Çok yüksek IQ lu beraber testlere girdiğimiz ve hala görüştüğümüz arkadaşlar çoğu zaman benim yaptığım işlere hayret ediyorlar. Bunun IQ ile alakası olmadığını yaşayarak görüyoruz yani.

“EZBERLERİMİZİ BOZAN ŞEYLER VAR İNSANLAR BUNU ÇOK DUYMAK İSTEMİYORLAR"

12.FB: Hocam bir de cinsiyet açısından bakarsak kadın ve erkek beyni farklı mı hakikaten bunun bir bilimsel açıklaması var mı?

SC: Kısaca; beyinler arasından çok büyük bir fizyolojik ya da anatomik farklılık yok. Fakat yapısal ve yazılımsal olarak ciddi farklar var, bu farklar küçük ama davranışta büyük farklılıklar olarak ortaya çıkıyor. Fakat bu farklar bir üstünlük ya da alçaklık göstergesi değil, doğada tamamlayıcılık ilkesine göre organize olmuş. Çünkü tek başına kadın da erkek de doğada hayatta kalıp üreyebilecek kapasiteye sahip değil. Aynen üreme sisteminde nasıl erkeğe ve kadına ihtiyaç varsa bütün hayatsal işlevlerde de bu şekilde bir bölüşüme ihtiyaç var. Erkeğin daha zayıf olduğu işlevlerde kadın tamamlayıcı, kadının daha zayıf olduğu işlevlerde erkek tamamlayıcı. Bu beynimizin belli özelliklerini daha verimli kullanılması için doğada bulunmuş dâhiyane çözümlerin sadece bir parçası zira bizim beyin yarım küreleri arasında da vardır sağ, sol beynin işlevleri farklıdır ikisi birlikte çalıştığında çok verimli sonuçlar elde edilir. Aynı şekilde kadın ve erkeği de beynin sağ ve sol yarısı gibi düşünürseniz birlikte hareket ettikleri takdirde insanın hayatta kalma potansiyelini arttıran bir sinerji  oluşturuyorlar bunu bu şekilde ele almak gerektiğini düşünüyorum. Sosyal cinsiyet kabullerimiz maalesef biyolojik cinsiyet kabullerimiz karşısında çok sarsıntı geçiriyor çok ezberlerimizi bozan şeyler var insanlar bunu çok duymak istemiyorlar.

“EŞCİNSELLİĞİN ÖĞRENİLMİŞ BİR TARAFI VAR”

13.FB: Beynimiz cinsel yönelimleri ve tercihleri neye göre belirliyor? Kadın ve erkek beyni arasında çok da büyük farklılıklar yok dediniz cinsel tercihler belirlenirken beynimiz nasıl bir rol oynuyor?

SC: Canlılar arasında bu cinsiyet meselesine dair çok farklılıklar var. Bizim cinsel yönelimler ile ilgili en büyük sorunumuz aslında “bilmiyorum” diyemememizden kaynaklanıyor. Biz ikili kategoriler arasında çok rahat hareket ederiz ”kadın, erkek tamam oh ne rahat” Biz bu işi çözmüş gibi davranıyoruz ama aradaki bu ara cinsiyetler meselesi bizim tıbbi dünyamıza henüz yeni yeni giriyor ve eldeki kanıtlar çok yetersiz. Bundan dolayı herkes kendine bir kamp seçmek zorunda hissediyor. Hâlbuki dememiz gereken şey; “bilmiyoruz” ama gördüğümüz bir şey var tabiat bizim bu erkek kadın kategorizasyonuna çok takılmıyor yani tabiatın çok umurunda değilmiş gibi görünüyor cinsiyet kavramı. Bin beş yüzün üzerinde türde böyle bir şey gözlemliyoruz ama insanda bunların hepsi doğuştan geliyor anlamına gelmez bu. Çünkü tabiatta gördüğümüz eşcinsellik oranı yüzde 2’nin altında ama insanlarda baktığımızda bazı topluluklarda bu oran yüzde 20 ye varıyor demek ki bunun öğrenilmiş bir tarafı da var. Ayrıca doğal olan her şeyi insan için de normal anlamına gelmiyor mesela doğadaki bütün canlılar ortalığa pisliyor ama biz öyle bir şey yapmıyoruz yani kendimize dair bir tarzımız da var.  Dolayısı ile burada antropolojik tercihlerimiz de yani insan geleneğindeki tercihlerimizle doğal olanın uygun bir formda birleşmesini bulmak durumundayız ama bunun için tembeliz çalışmıyoruz sürekli bildiğimiz yerden ezberleri tekrar ettiğimiz için ilerleme sağlayamıyoruz. Ben bu meselenin çok ciddi araştırılması gerektiğini düşünüyorum. Özellikle çeşitli dini inançlara mensup insanların bu cinsel yönelimler konusundaki radikal ve sabit fikirleri birçok insanın zulüm görmesine neden oluyor. Doğuştan olduğunu bildiğimiz bazı vakalar var mesela bunlar tırnak için söylüyorum “tedavi ediyoruz”  diye senelerce işkencevari terapilere gönderip ruhsal dengelerinin alt üst olmasına sebep oluyorlar. Bu çocuklar ileride genç olduklarında çoğu zaman intihara meyilli insanlara dönüşebiliyorlar ve hiç hayırlı bir sonuç alınmıyor bu tip durumlardan ama bazıları hala kendi kafalarına göre biyoloji ile dünyayı düzeltme telaşındalar bir nevi “Hitler refleksi” diyorum ben buna “benim kafamdaki gibi olacak başka türlü olmaz” Hâlbuki gerçekten doğayı anlamak isteyen bir insan doğanın işleyişine saygı duymalı ve anlamaya çalışmalı ve anlamadan harekete geçmekten de kendini men etmeli diye düşünüyorum

“ İNSAN TÜRÜNDE IRK DİYEBİLECEĞİMİZ BÜYÜK GENETİK FARKLILIKLAR YOK, BİZİ AYIRAN ŞEY ZİHİNLERİMİZDE “

14.FB: Buradan yola çıkarak ırkçılıkla ilgili ne söyleyebiliriz öğrenilmiş bir şey midir ırkçılık yoksa beynimizde var mı? Yakın zamanda ABD’de çok üzücü bir örneğini de gördük. Bir nörobilim uzmanı olarak ırkçılığa nasıl bakıyorsunuz?

SC: Bütün sürü canlılarında benzerini tercih etme vardır. Bu grup seçilimi içinde önemli bir şeydir. İnsan da primatlar grubundan bir canlı olarak bu refleksle doğar mesela test yapıldığında siyahî bir bebek siyahî erişkinlere gitme eğilimi gösteriyor aynı şekilde beyaz bir bebek beyaz erişkinlere gidiyor yani böyle bir benzerini tercih etme durumu var. Ama bizi insan yapan taraf yani insanlaşma din dil renk fark etmeksizin hepimizin kardeş olduğunu aynı tür olduğumuzu anlamayı gerektirir ama bu hayvani safhada kalan zihinler bir futbol taraftarlığından, partizanlıktan, bir ırk taraftarlığına kadar her türlü aidiyet duygusunda kendisini sıklıkla gösterir ve dünyadaki bütün zulmün de temelini oluşturur. İnsan türü içinde ırk diyebileceğimiz kadar büyük genetik farklılıklar olmadığını biyolojik olarak biliyoruz. Irk dediğimiz şey biyolojide aralarında belli genetik farklılıklar olan alt tür gruplarını belirtmek için kullanılır. Ama insanların herhangi bir grubunda zenciler, Asyalılar filan diyoruz ya sarı ırk siyah ırk farklılığı yok. Yani siz bir grup siyahi insanı alın mesela bin kişiyi gerideki bütün insanları yok edin o bin kişiden yüz bin yıl içinde bugünkü insan çeşitliliğini üretebiliyorsunuz yani biz aynı türün bireyleriyiz ve aramızda ırk diye bir kavram yok sadece lokal modifikasyonlar var biraz deri rengi, biraz göz çekikliği gibi ufak tefek şeyler bunun dışında bizi birbirimizden ayıran bir şey yok. Bizi ayıran şey zihinlerimizde onu aşabilmek için de biraz üstün insan olabilmek gerekiyor.

“SUÇLULARIN CEZALANDIRILMASI BİLİMSEL TEKNİKLERLE YENİDEN GÖZDEN GEÇİRMEMİZ GEREKEN BİR ŞEYDİR “

15.FB: İnsanlar suçlu olur mu, suçlu doğar mı? Beyin yapısı ve beyindeki bazı patolojiler suça eğilimde etkili midir?

SC: Birçok suç dediğimiz şey aslında davranışsal bozukluk ve buna bağlı olarak muhtemelen beyinsel bozukluktan kaynaklanıyor. Beyni tamamen normal olan insanların zaten işleyebilecekleri suçların bir sınırı var. Mesela bir seri katilin beyin patolojisine sahip olmamasını beklemiyoruz. Peki, bu durumda ne olacak bu insanı masum mu kabul edeceğiz? Hayır. Burada hukukla ilgili yanlış anladığımız bir şey var; biz “ canavarca işlenen suçlar “ gibi kategorizasyon yapıyoruz ama bizim o kişiye başkalarına çektirdiği acıyı çektirmek gibi bir yükümlülüğümüz yok hukuk sistemi böyle bir görev taşımıyor. Halktaki linç psikolojisini gerçekleştirsin diye biz bir hukuk sistemi kurmadık. Kolluk kuvvetlerinin ve hukuk sisteminin amacı şudur; toplumun diğer bireylerini tehdit altına sokan bir davranış yani suç varsa bunu toplumdan izole etmek zorundasınız. Bu suç neden işlendi ise o kişi yakalanıp hüküm giydikten sonra bu kişiye ne yapacağınızı tespit etmek için önemli bir bilgi. Mesela psikopat bir beyinde ön beyin az çalışıyor stres yönetim merkezleri normalden daha küçük bunu biliyoruz siz bu kişiyi alıp normal hapishane koşullarına koyarsanız 5 ay içinde bu kişinin ön beyni daha az çalışmaya başlıyor ve psikopat birisi daha psikopat oluyor. Bu kişileri rehabilite edip daha normal bir insana dönüştürme yolları var mesela nörofeedback dediğimiz uygulamalar dünyada suçlular için yaygın olarak kullanılıyor, çeşitli psikiyatrik teknikler kullanılıyor. Burada hukukun amacı kişiyi cezalandırmaktan önce toplumu korumaktır. Cezalandırma ise bugün bilimsel tekniklerle yeniden gözden geçirmemiz gereken bir şeydir. Bugün bakıyoruz çoğu zaman Orta Çağ’ın o çarmıha gerdirip bağırsaklarını dökme yönteminin biraz daha hafifi dışında elimizde çok seçenek yok çünkü zannediyoruz ki her insan özgür iradeye sahip bilerek ve isteyerek bunları yapıyor. Suçların çoğu bazı hastalıklara ve dengesizliklere dayanır. Dolayısı ile bugünün bilimi ile bunlarla farklı bir şekilde teşvik-i mesaiye girmemiz mümkündür. Biraz bakış açımızı değiştirmemiz gerekecek.

“HERGÜN YÜRÜMEK VE HAFTADA İKİ GÜN UZUN SÜRELİ AÇLIK DEPRESYONU GEÇİRİR”

16.FB: Son yıllarda bütün dünyada antidepresan kullanımında bir artış var bunu nasıl yorumlamak gerekir?

SC: Depresyon klinik olarak tanısı konması gereken bir zihinsel sorun. Fakat günümüzde iki üç gün “ben uyanamıyorum” ya da “uyuyamıyorum” diye depresyonda olduğunu düşünen insanlar var, “hayattan keyif alamıyorum kesin depresyondayım” diyenler var. Bu durumları tedavi etmeye kalkışan hatta antidepresan reçete eden hekimler de var. Orta, ağır ve klinik depresyon olarak üç kategoride ele alınır genellikle depresyon. Orta ve hafif depresyonun bütün ilaçlardan daha çok en iyi tedavisi günde yarım saat her gün yürüyüş yapmaktır. Her gün yarım saat spor yaptığınızda depresyonunuz geçer bir de haftanın iki günü 16 saat açlık deneyimlerseniz aralıklı oruç yaparsanız depresyon falan kalmaz. Bunların tamamı fabrika ayarlarına uygun yaşamadığımız için ortaya çıkan damping durumlarıdır. Ağır klinik depresyonda ise muhakkak ilaç kullanmak şart gibi gözüküyor çünkü orada kırılamayan bir zihinsel döngü ve patoloji var.  Ona yapılacak müdahaleleri mümkün kılmak kişinin bundan fayda görmesi için belli kimyasallarla bozulan dengenin düzeltilmesi lazım. Ama onun dışında birkaç günlük mutsuzluklar, sıkıntılar maalesef günümüz insanının şımarıklığı olduğunu düşünüyorum. Hep mutlu olmak ve haz almak istiyoruz ya devamlı “ilaç atayım kendime geleyim” bu faydadan çok zarar veren bir yaklaşım. Depresyon ciddi bir sorundur ama zannettiğimizden daha az kişide olan bir sorundur.

FB: Hocam çok teşekkür ederim çok ilgi çekici konulara değindik, sağ olun.

SC: Ben de teşekkür ederim.

Tüm yazılarını göster