TGC BAŞKANI ORHAN ERİNÇ: ‘BİZ GAZETECİLİĞİ BÖYLE Mİ YAPMAK ZORUNDA KALMALIYDIK?'

TGC Başkanı ve Cumhuriyet Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Orhan Erinç'le, Şişli'deki Cumhuriyet Gazetesi binasında buluştuk.Erinç'le gazetecilik hayatını, yaşadıklarını, anılarını ve Türkiye'de basının durumunu konuştuk.

Nisan 2010’da 598 oyla yeniden Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Başkanı olarak göreve seçildiniz. Orhan Erinç, gazetecilik mesleğini ve gazeteciyi nasıl tanımlıyor?
Gazetecilik bir itibar ve itimat mesleği, kendine özgü sınırları var. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin geniş bir katılımla belirlemiş olduğu Türkiye gazetecileri hak ve sorumluluk bildirgesi diye bir metin söz konusu. Bu metinde, gazetecilerin neleri yapması ve yapmaması gerektiği konusunda kurallar var. Türkiye’de basın ve gazeteci kavramı yanlış değerlendiriliyor. İleri sürülen görüşlere bakarsanız Türkiye’de tek gazete, radyo ya da televizyonun olmasını yeterli görüyorlar. Çünkü yapılan o tanıma göre gazeteler ve gazeteciler tek tip olmalı. Oysa yayın organları, yayın hayatına girerken ne amaçla ve niyetle çıktıklarını anlatıyorlar.

Yani yayın organlarının taraf olması mı gerekiyor?
Zamanında gazete çıkarmaya niyetlenen arkadaşlarım ya da sermaye sahipleri oldu. Onları her zaman için ‘Medyada şu konuda, bu görüşte bir boşluk var. Orayı dolduracak bir yayın organı çıkarırsak satarsınız’ diye yönlendirdik. Bu yerin tanımına baktığınızda bir ideoloji ya da inanca ait bir boşluktan bahsediyoruz. Bu konuda yapılan en büyük yanlışlardan ilki, medya, basın ve gazeteci kavramlarını tek başına tartışmaya açmaktır. İkincisi de medyadan tarafsızlık istemektir. Hiçbir yayın organı tarafsız olamaz. Yayın organlarını ve gazetecileri sınıflandırmak Türkiye’nin en büyük yanlışı ama en kolay eleştiri yöntemi de bu oluyor. Herkesi topluca suçladığınız zaman kendi görüşünüzü savunanları da göz ardı ederek suçluyorsunuz ama ne yazık ki böyle bir politika güdülüyor.

Peki, yaptığınız bu tanımlar günümüz gazeteciliğine ne kadar uyuyor?
Bir anımı anlatayım: İstanbul Üniversitesi Basın Yayın Yüksekokulu’nda -o zamanlar iletişim fakültesi olmamıştı- on yıl kadar haber toplama ve yazma tekniği dersini verdim. Bir yıl basın ahlakı dersini veren arkadaşın mazereti çıkınca bana teklif ettiler, kıramadım ‘veririm’ dedim. Ama ders saati yaklaştıkça içime bir kuşku düştü. Çünkü arkadaşlara meslek ilkeleri budur diye anlattıktan sonra bana bir takım somut örnekler vererek, ‘Peki bunlar ne?’ diye sorarlarsa ne cevap vereceğim? Şöyle bir savunma yolu seçtim, derse girdiğimde ‘Ben size basın ahlakı dersini vermekle görevlendirildim. Bugünlerde pek uygulanmıyor ama kulağınızda bulunsun, bir gün lazım olsun diye anlatacağım’ diyerek lafa girdim. Bu açıdan bakınca meslek ilkelerinin yaygın olarak uygulandığını söylemek zor. Ama bunu bütün yayın organlarından beklemek de yanlış. Mesela bir yayın organı, herhangi bir görüşü yaygınlaştırmak ve taraftarını çoğaltmak için yayın yapıyorsa, ondan meslek kurallarına uymasını beklemek hayalden öteye geçmez. Çünkü onun görevi, savunduğu görüşün yaygınlaşmasını sağlamaktır.

Bu durum kendi içinde bir kısır döngü yaratmıyor mu?
Bütün yayın organlarından ve gazetecilerden meslek kurallarına uygun olarak yayın yapmalarını istemek, yukarıda anlattıklarım ışığında mantık ve gerçekle bağdaşmaz. Ama bu kurumlar bazen kör gözüne parmağım tarzı yanlışlar yapınca biz de denetim kurulu olarak zaman zaman mesleki düzenlemeleri sağlamak amacıyla açıklamalar yapıyoruz.

Yakın zamanda yaptığınız böyle bir uyarı oldu mu?
Son zamanlarda yaşanmadı ama meslek ilkelerine göre suçu sabit olmamış kişileri suçlu ilan etmek sadece anayasa ya da basın yasasına göre değil, meslek ilkelerine göre de yanlış.  Silivri’deki davalar başladığında bazı yayın organları meslek kurallarını ihlal eden yayın türünü tercih ettiler. Sanki kendileri o davanın iddia tarafında yer alıyorlarmış gibi daha mahkeme ne olduğunu açıklamadan bazı kişiler suçluymuşçasına bir yayın politikası izlediler, bunu eleştirdik.

Bundan sonraki dönem yine adaylığınızı koyacak mısınız?
Görevim 2013’ün Nisan ayında bitecek. O zamana kadar neler olur, kimler aday olmak ister bilemem… Benim için pek istemediğim uzun bir süreç oldu. Bırakma olanağını bulamamış olmak da benim açımdan sorun olarak görünüyor. Bu işi daha iyi yapacak çok sayıda meslektaşımız var ama nedense aday olmak konusunda cesur davranmıyorlar. 

Başkan olarak cemiyet ve hükümet arasındaki dengeyi nasıl sağlıyorsunuz?
Cemiyetin 1946’dan bu yana gelenekleri var. Bu geleneklerin başında cemiyetin meslekle ilgili olmayan politik konulara karışmaması geliyor. Bunu da sanıyorum bugüne kadar büyük ölçüde başardık. Şimdiye kadar bir hata yaptığımızı düşünmüyorum. Üyelerimizden bazıları hangi görüşte olurlarsa olsunlar kendilerinden yana görüş bildirmemizi istiyorlar. Ama öyle bir beklentiyi gündeme getirmek bizim tercihimizde değil, çünkü biz farklı düşünce ve görüşleri bir çatı altında tutmakla yükümlüyüz. O nedenle iktidarı ya da muhalefeti eleştirirken de o görüşleri savunan meslektaşlarımızı düşünerek, hakaret anlamı taşıyacak kelimeleri kullanmaktan kaçınıyoruz.

Bu anlamda cemiyetin eli kolu bağlanıyor mu?
Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, dernekler yasası üzerinden kurulmuş, yapabilecekleri yasada öngörülenlerle sınırlanmış bir örgüt. Ayrıca Türkiye’de gazetecilerin çalıştırılma koşulları onların sendikal örgütlenme haklarını ellerinden almış durumda. Gazetecilerin bir bölümü ne yazık ki çalışma mevzuatı açısından fiilen gazeteci olmalarına rağmen, hukuken gazeteci sayılmıyorlar. Onları gazeteci sayan iki yasa var: Birincisi, Türk Ceza Yasası, ikincisi ise Terörle Mücadele Yasası. Çünkü, haberleri imzalı olarak bir gazetede yayınlandığında suç unsuru taşıyorsa, Cumhuriyet Savcıları onları gazeteci olarak çağırıyor. Bunlar elimizi kolumuzu bağlayan konular.

Gazetecilere de yeşil pasaport verilmesi olayı çok konuşuldu ama galiba bir sonuç alınamadı. Belediyede çalışanları ise ailece bundan faydalanabiliyor.
Yeşil pasaport kullanan üyelerimiz var. Ama bu pasaportları kendi adlarına değil de kıdemli öğretmen olan eşleri ya da devlet memuru eşleri vasıtasıyla almışlar. Biz de zamanında pasaportlarla ilgili olarak dönemin İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu’yla görüşmek için Ankara’ya gittik. Bize yeşil pasaport isteklerinin çok sayıda olduğunu ama uluslararası kısıtlamalardan dolayı her ülkenin istediği sayıda yeşil pasaport veremediğini söyledi. Grup başkan yardımcılarından Salih Kapusuz’la görüşmemizi önerdi. Randevu alıp görüşmeye gittiğimizde, Sayın Kapusuz da, sürekli basın kartı sahibi gazetecilerin sayısının çok olduğunu, bu kadar insana yeşil pasaport vermenin imkansız olacağını, ancak basın şeref kartı taşıyan gazetecilerin böyle bir hakkı olabileceğini söyledi. O dönem şeref kartı taşıyan gazeteci sayısı 240 kadardı. Çoğunluğu bırakıp, az sayıda bir gruba sağlanacak öncelik de bize doğru gelmedi ve konunun peşini bıraktık.

Çoğu kişi, gazetelerin Bab-ı Ali’den ayrılmasıyla gazeteciliğin eski tadının, eski gücünün kalmadığını iddia ediyor, ne dersiniz?
Eski gücü demek belki abartı olabilir ama eski tadının kalmadığı doğru. İstanbul dışına taşınan gazetelerin kule biçimli yapıları, servisler arasında bağlantının sağlanamamasına, aynı gazetede çalışan kişilerin bile asansörde rastlamazlarsa birbirlerini görememelerine neden oluyor. Özel yemek yerleri olması ve buralara herkesin girememesi dayanışmanın zayıfladığını gösteriyor. Tabi bunu söylerken şöyle bir sıkıntıyı da dile getirmek gerekiyor; arkadaşlarımız şehir dışındaki iş yerlerine ya servislerle ya da özel araçlarıyla gidiyorlar.  Özel araçlarıyla gidenlerin işten sonra bir yere uğrama olanakları az, zaten özel araçla gidip geldikleri için halkla yakın ilişki de kuramıyorlar. Servisle giden arkadaşlar aracı kaçırırlarsa evlerinin yakınına gitme olanakları sıfır oluyor. O nedenle gazeteciler arasındaki dayanışmanın zayıflaması kaçınılmaz oluyor.

Gazetelerin İstanbul dışına çıkarılması, 80’li yıllarda üniversitelerin dışarıya taşınmasıyla aynı sebebe mi dayanıyor?
Bedrettin Dalan’ın belediye başkanlığı döneminde Cağaloğlu’ndaki matbaaların buna gazete matbaaları da dahil, şehir dışına çıkarılması söz konusu olmuştu. Bunu kolaylaştırmak için gazetelere bir takım avantajlar sağlandı. Bunlardan birisi ucuz fiyata arsa, bir diğeri de binanın yapılmasında ve donatımında kullanılan araç gereçlerin ithalatta vergi affı kapsamında değerlendirilmesiydi. Bu imkanlar gazete patronlarına çok cazip geldi. O dönemde Nezih Demirkent cemiyet başkanıydı, ben de genel sekreterdim. Bu taşınmanın olmaması için çok uğraş verdik. Gelişen teknoloji sayesinde gazeteyi bir düğmeye basarak bilgisayardan herhangi bir yere aktarıyorsunuz o nedenle matbaalar gitsin ama gazetelerin yazı işler servisleri Cağaloğlu’nda kalsın görüşü uzun zaman tartışıldı.

Sonuç patronların lehine olmuş gibi görünüyor…
Gazeteciler adına söz söyleme yetkisi olanlar bunu tercih ettiler. Sayfa sayılarının artması ya da boş kalan makine parkını değerlendirmek için yeni gazetelerin çıkarılması ve onlara da yer ihtiyacı duyulması üzerine taşınma kararı verildi. Bu tanınan avantajların çekiciliğinden kaynaklandı. Nedense farklı isimle kurulan bu yerlerin hiçbiri de Türkçe isme sahip değil, doğrusu bu da ilginçtir. Gazeteler habere daha kolay ulaşabilmek için Cağaloğlu’nda ve civarlarında haber büroları kurdular. Orada, habere verilen öneme göre muhabir ve foto muhabiri çalıştırıyorlardı. Fakat 2001 yılında yaşanan krizdeki daralmadan sonra o bürolar da kapatıldı. Şu sıralar Cağaloğlu’nda yerel gazeteler, Anadolu Ajansı müdürlüğü ve cemiyetin çıkardığı gazete bulunuyor.

Basın Konseyi Başkanı ve Hürriyet Gazetesi’nin eski başyazarı Oktay Ekşi, geçen haftalarda ilginç bir açıklama yaptı ve “Benden sonra sırada Yılmaz Özdil var. Değerli bir yazarsanız katliniz vaciptir” dedi. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?
Ben gazeteciliğe 1957 yılında başladım. O günden bugüne izlenimim odur ki siyasal iktidarlar hep kendi yaptıkları şeylerin iyi taraflarının kamuoyuna yansıtılmasını, yanlışlarının ya da eksikliklerinin yazılamamasını ister. Fırsat buldukça da bunu sağlayacak girişimlerde bulunurlar. Bu başlangıçta fazla etkili olmayan bir yöntemdi. Çünkü o dönemlerdeki patronların çoğu gazeteciydi ve gazetecilik dışında işleri yoktu. Gazetecilik dışında işi olmamak demek, hükümetle ilişkisinin bağlantısının da olmaması anlamına geliyor. Ama sistem, holding medyasına dönüşünce gazete, dergi gibi yayın organları da holdinglerin şirketlerinden biri haline geldi. O zaman, patronlar öteki işlerinin nitelikleri nedeniyle hükümetin denetimi altına girdiler. Böylece hükümetler, medya holdinglerine çok kolay baskı yapma olanağı buldu. Hükümetle iyi geçinmeyen yayın organlarının durumu tehlikeye girdi. Tabi bazı yazarların üslubu ya da yazmayı tercih ettikleri konular da iktidarı rahatsız eder hale geldi. Bunu gizlemeye gerek yok. Bir dönem yayın organları, özellikle televizyonlar, saldırı ya da savunma silahı gibi kullanıldı. Rakiplerini zor duruma sokmak için kullanılan yayın organları dönemini yaşadık. Onlar bir ölçüde geride kaldı ama tabi ki tortusu gitmiyor. O nedenle anlaşılıyor ki ya siyasal iktidar patronlara baskı yapıyor ya da patronlar öyle bir karar alma zorunluluğu duyuyorlar. Oktay Beyin yaşadıkları içinde de bu var. Çünkü kendisine yapılan saldırıdan sonra patronuna danıştığını ve “İstifa edersen iyi yaparsın” cevabını aldığını açıkladı. Demek ki böyle bir ayrılık zorunluymuş ve bunun faturası da en son Hürriyetin başyazarlığını yapan Oktay ağabeyimize kesilmiş.

Bu durum yeni nesil genç gazeteciler üzerinde bir baskı ya da korku unsuru yaratacak mı?
Bütün ümidimizin gençlerde olduğunu düşünüyorum. Çünkü birbirini izleyen kuşaklar öncekinden daha bilgili, kültürlü ve gözü pek oluyorlar. Kurallara uygun ama sert gazetecilik yapmaları gerektiğini düşünüyorum. Bu konuda ümidim henüz kırılmadı, çünkü izlediğim ya da kendilerini bilmesem de soyadlarından bildiğim meslektaşlarım var ki, bu baskılara boyun eğmeyeceklerine ve medyayı daha ileriye taşıyacaklarına inanıyorum. Zaten böyle bir inancım olmasa her şeyi bırakıp gitmemiz lazımdı.

Anayasa hazırlanması gündemde, bunun basın ayağıyla ilgili size danışıldı mı?
Bizde yasa yapma, hukukçuların değil de siyasetçilerin işi olarak görülüyor. Zaten Sayın Başbakan’ın da ‘Anayasayı hukukçular yapmayacak’ gibi bir açıklaması var. Bizim 12 Eylül askeri rejimi dönemi yaptığımız bir çalışma vardı. İfade özgürlüğü ve çalışma koşullarını kapsayan sınırlı bir çalışmaydı. 12 Eylül döneminde hem biz hem de Türkiye Gazeteciler Sendikası, Milli Güvenlik Konseyi’ne görüş ilettik, bunların bir kısmı kabul edildi ama 82 Anayasası zaten 61 Anayasası’yla getirilen 12 Mart 1971 ara rejimiyle törpülenen anayasayı daha da geri götürmek amacıyla yapılıyordu. Askeri rejimin düşüncesi, halkı ve öğrenciyi siyasetten uzak tutmak, ifade özgürlüğünün izin verilen sınırlar içinde kalmasını sağlamaktı. O açıdan bakınca 82 Anayasası’nda çok büyük bir değişiklik sağlandığını söylemek zor. İktidar partisi tek tek maddeler üzerinden anayasayı değiştirmeyi denedi, onu da başardı.

Yapılan değişikliklerle ilgili rahatsızlık duyduklarınız var mı?
Mesela Radyo Televizyon Üst Kurulu’nun bağımsızlığını koruması taraftarıydık. Çünkü çok önemli yetkileri var. Biz buna siyaset karışmamalı görüşündeydik. Siyasi tercihlerin öne geçtiği bir kurumun ifade özgürlüğü konusunda yararı olmayacağını düşünüyorduk. Ama karşı çıkmış olmamıza rağmen CHP’nin de desteğiyle anayasada 133. madde değişti. Öncesinde iktidar kendi adaylarının ağırlıkta olacağı bir yöntemi isteyince karşı çıkmıştık. Değişikliği o zamanın Cumhurbaşkanı Sayın Sezer haksız bulunca mahkeme tarafından da reddedildi. İptal nedeni Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kurula üye seçme yetkisi yok itirazından kaynaklanmıştı. Ama daha sonra iki partili meclis döneminde AKP ve CHP üye sayısının 9 olması konusunda anlaşmaya varıldı ve seçimlerin T.B.M.M’de yapılmasında uzlaştılar. Böylece o dönemde mecliste sahip oldukları koltuk sayılarına göre 3 CHP’li üyeye karşı 6 AKP kontejanından üye seçilmesi kabul edildi. Şu andaki duruma bakınca RTÜK’ün bağımsız bir kurul olduğunu söylemek biraz zor. Bunun sorumluluğunun bu dönemdeki CHP yönetiminde olduğunu da ısrarla söylemeye devam edeceğim. Siyasi partilerin sorumluluklarını iki üç kişiye ünvan çıkarmak için boşlamamaları gerektiğini düşünüyorum. Olmaması gereken ama hukuktan çok siyasi nedenlere dayalı değişiklikler Türkiye’de oluyor.

RTÜK’ün gücünün bariz bir şekilde artması, arkasına siyasi gücü almasından mı kaynaklanıyor?
Yanlışlık, siyasi partilere karar verme yetkisi tanındığı için oldu. RTÜK üyeleri ‘AKP’li değilim’ deme hakkına sahipler ancak bunun inandırıcılığı konusunda kuşkular var. Çünkü ‘İktidar partisi Orhan Erinç’i niye aday göstersin?’ sorusuna ‘Bağımsız olduğu ya da tarafsız davranacağı için’ cevabını vermek pek de mümkün değil (gülüyor). Bu noktaya geldik.

Ergenekon olayıyla ilgili Mustafa Balbay ve birçok gazeteci içeri alındı... Ne olacak bu durum?
Türkiye’de ilk kez 24 meslek örgütü bir araya gelerek, gazetecilere özgürlük platformunu oluşturdu. Şu anda Ceza Yasası’nda yapılan değişiklikler nedeniyle gazeteciler hakkında açılmış 5 bin dolayında soruşturma dosyası bulunuyor ve bunların 1500’ü davaya dönüşmüş durumda. Bugün yaptıkları haberler nedeniyle Türk Ceza Yasası’nın çeşitli maddelerinden mahkum olmuş ama hükmü açıklanması ertelenmiş ve beş yıl içinde suç işlerse hapis yatacak arkadaşlarımız var. İşledikleri suçlar nedeniyle toplam 96 yıl hapsi istenen meslektaşlarımız var. Bu da ifade özgürlüğü konusunda, Türkiye’nin geri kalmışlığının simgesidir. Zaten uluslararası sıralamalarda da 178 ülke arasında 139. sırada oluşumuz Türkiye’deki ifade özgürlüğü kavramına verilen önemsizliği gösteriyor. Bu meslektaşlarımız denetimli ifade özgürlüğü yaşıyorlar. Yasa ertelendiği zaman diyor ki ‘Beş yıl içinde bunun gibi suç işlersen hem onu hem bunu yatarsın’ yani ‘Kalemini dikkatli kullan’ diyor. Bunun bizim dilimizdeki karşılığı denetimli ifade özgürlüğü süreci. Yani böyle sıkıntılı bir süreç söz konusu. Biz zaman zaman yaptığımız açıklamalarda konuyu yeniden gündeme getiriyoruz. Hukukla siyaset çok sık karşı karşıya geliyor ama hukuk değil de siyaset tercih edildiği için bugün bunları yaşıyoruz.

Bu anlamda siyasi erk devam ettikçe tutukluluk da devam edecek gibi görünüyor.
Evet, öyle görünüyor. Yaşadıklarımız, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin içtihatlarına uygun düşmeyen yorumlarla atlatılmaya çalışılıyor. Mesela Devlet Güvenlik Mahkemeleri hesapta kaldırıldı ama adları değiştirilerek Ağır Ceza Mahkemesi adıyla görevlerini sürdürüyorlar. Ayrıca terörle mücadele kapsamındaki Ceza Muhakemeleri Usulünde, avukat sınırlamalarına değişiklikler getirildi. Tutuklamalar daha kolay yapılabiliyor, gizli tanık gibi yöntemler daha çabuk uygulanabiliyor. İmzasız ihbar mektuplarının delil sayılma olasılığı artıyor. Böyle bir hukuk sorunu içindeyiz. Bu dönem böyle gidecek ama bunlar hukuksuzluk ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırı işler olarak Türkiye’ye fatura edilecek. Şu sıralar en önemli değişiklik önerilerinden birisi de hakim ve savcılar hakkında tazminat davası açılmasının önlenmesi girişimleri. Mesela Silivri davalarında dosyaya konulan belgelerle İlhan Selçuk’un özel yaşamına saldırıldığı gerekçesiyle üç savcı tazminat ödemeye mahkum edilmişti. Şimdilerde bunu önlemeye çalışıyorlar. Yargıya başvurmak evrensel bir hak olduğu için dava açılmasını önlemeleri mümkün değil ama söz konusu avukatlarla savcılara baskı yapma olanağı var. Çünkü davayı devlete açacak ve devlet o savcı ve hakimlere yargıçlara geri dönebilecek. Hükümet kendinden yana karar veren hakim ve savcılara dava açmayabilir. Bir yıl içinde isterse açacak. Açmazsa da kimse soramayacak. O zaman siyasal erkin istediği kararları verenlerin bir ölçüde tazminat ödememe ayrıcalığıyla karşı karşıya kalacakları gündeme geliyor. Hukuk dedikten, yargı bağımsızlığı dedikten sonra, böyle şeyleri konuşuyor olmak bana onur kırıcı geliyor. Ve ‘Biz gazeteciliği böyle mi yapmak zorunda kalmalıydık?’  sorusunu aklıma getiriyor.

Sayın Erinç, en yetkili ağızdan sizden öğrenmek istiyoruz, Türk basını nasıl bir dönemden geçiyor?
Söylenenler iç açıcı değil. Şimdi geçmişle yüzleşmekle ilgili bir kavramı geçerli kılmaya çalışıyorlar ama bunun geçmişle yüzleşmenin de belirli kuralları olduğu anlaşılıyor. Mesela Atatürk’le yüzleşirseniz herhangi bir zararını görmüyorsunuz. Onun özel yaşamını anlatabiliyorsunuz ama Kanuni Sultan Süleyman yani Osmanlı dönemiyle yüzleşirseniz sıkıntı var. Bu mantıkla yola çıkarsak medyanın ağırlıklı olarak görevini yaptığını söylemek zor ama başta da söylediğim gibi kendine özgü yayın kuralları olduğu için bu yayınları sürdürüyorlar.

İşsiz gazetecilerin sayısı çığ gibi büyüyor. Daha geçende Habertürk’ten Sabah’tan ve pek çok yayından çıkarılan yüzlerce arkadaşımız işsiz kaldı. Bu durumlarda cemiyetimizin bir etkinliği, yardımı oluyor mu?
Aslında işsiz gazetecilerin sorunuyla ilgilenme görevi sendikaya ait. Bizim Dernekler Yasası’na göre böyle bir yetkimiz yok. Ama biz de işsizliğin olmaması, gazetecilerin işten çıkarılmaması için zaman zaman açıklama yapıyor, bunun yanlış olduğunu söylüyoruz. Çünkü gazetecilerin işsiz kalmasının sosyal sonuçları daha ağır oluyor. Üyelerimiz için ancak bir dayanışma fonumuz var. İşsiz kaldıkları sürecin bir bölümünü asgari ücretin netini ödeme suretiyle gidermeye çalışıyoruz ama yasal bir dayanışma olanağımız yok.

Doğan Grubu satılmak üzere ve her kafadan bir ses çıkıyor. Bu gruptaki gazete ve televizyon kanalları yakında Aydın Doğan’ın elinden çıkacak gibi görünüyor. Bu satış dönemini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Daha önce Oktay Ekşi’nin ayrılmasını konuşurken değerlendirdik ki bazı medya gruplarına iktidarın baskısı var. O nedenle de özellikle Doğan Grubu tam açıklığa kavuşmayan bir satış sürecine geldi. Bazı açıklamalarda Hürriyet’le Kanal D’nin satışının söz konusu olmadığı, bazılarında da satış değeri belirlerken Hürriyet’in de içinde olduğu söylendi. Bu belki Hürriyet’in özel durumunu kullanarak satış bedelini arttırma yöntemi de olabilir. Satışlarla ilgili en vurucu açıklamayı ustalarımızdan Altan Öymen yapmış. Bende haberlerde gördüm, gazetelerde rastlamadım. 10 Ocak’ta Ege Koop’un seminerinde, ‘Aydın Doğan’ın medyası, Erdoğan medyasına döndü’ demiş. Bu raddeye geldiyse, grupların satılmasına şaşmamak gerekir.

Bazıları, yabancı şirketlerin alacağını söylüyor. Yabancılar Türk basınında böylesine bir güç elde etme olanağına sahip olabilir mi, bunun sakıncası olmaz mı?
Gazete, dergi ve ajansları ilgilendiren bir basın yasası, ayrıca radyo televizyonlarla ilgili özel yasa var. Basın yasası değişirken Türk olma sınırı vardı. Avrupa birliği istiyor diye her ülkeden insanın Türkiye’de gazete çıkarabileceği önerildi. Biz cemiyet olarak karşı çıktık. Çünkü yönetimleri, rejimleri Türkiye’yle bağdaşmayan ya da ülkelerinde bir Türk’ün gazete çıkarmasına izin vermeyen ülkeler var. Onlar burada gelip çıkaracak ama ben o ülkede gazete çıkaramayacağım. Bu görüşle dedik ki karşılık ilkesi söz konusu olsun. Basın yasasına böyle bir hükmü koydurduk ama sahiplik için herhangi bir sınırlama yok. Sahibi Türk olduktan sonra ortağı kim olursa olsun gözüyle bakılıyor. Şu anda yürürlükteki yasada yüzde yirmi beş sınırı var. Yeni yasa değişikliğiyle birlikte bu oran yüzde elliye çıkarılmaya çalışılıyor. Şu anda verilen ücretlere bakınca son derece adaletsiz bir dağılım söz konusu ama yurtdışından gelen biri burada iş yeri açtığında işçisini dışarıdaki koşullarla değerlendirip sendikalaşmayı engellemeyecekse sorun yok. Çünkü satılmazsa kapanacak, bunun başka bir açıklaması yok. O anlamda gazeteciliğin geleceği açısından buna yanlış demek mümkün ama sorunu çözmek açısından mümkün değil.

Gazetecilerin büyük çoğunluğu sendikasız... Bu durum nasıl düzeltilebilir?
5953 sayılı Basın İş Yasası diye bir kanun var ama uygulamazsanız bunun yaptırımı yok. O zaman ne oluyor, patron çalışanını Basın İş Yasası kapsamına almadığı için yazılı sözleşme imzalamasına da gerek olmuyor. Bu yüzden müfettiş de bir şey diyemiyor. Gazeteciye ‘Hakkını mahkemede ara’ diyorlar ama patronunu mahkemeye verip orada çalışmak mümkün değil. Sendikalı olsa belki bir şansı olabilir ama 12 Eylül’le birlikte gelen sendikal yöntemde sendikaların işçileri adına dava açması da mümkün olmuyor. Yani gazetecinin davalı olarak mahkemeye girmesi gerekiyor. Biz 5953 numaralı yasanın uygulanmamasıyla ilgili engellerin kaldırılması ve müeyyidenin caydırıcı olması gerektiğini ancak bu sayede gazetecilerin kurallar içinde çalıştırılmasının sağlanacağını söylüyoruz.

Türk basınının sorunları çok... Akşam yastığa başınızı koyunca uykunuz kaçıyor mu?
Sorunların büyük bölümü gelenekselleşmiş sorunlar ama insanı rahatsız eden insanın uykusunu kaçıran şey yarın nereden ne geleceğinin belli olmaması durumu. Şimdi modalardan biri Torba Yasalar oldu. Yani diyelim ki otuz maddelik yasa var ama öyle bir punduna getirilip hazırlanıyor ki, seksen yasa birden değişiyor. Ve en büyük sıkıntı da ‘yasaların değiştirilmesi hakkında yasa tasarısı önerisi’ adıyla çıkmaları. Başında amaç maddeleri olmayınca ne için değişiklik yapıldığı da anlaşılmıyor. Ne olduğunu anlamanız için tüm maddeleri okumanız gerekiyor ancak o da yeterli olmuyor çünkü o yasa görüşülüp genel kurula gireceği geceyarısı iki milletvekilinin verdiği önergeyle yeni şeyler ekleniveriyor.

Cumhuriyet Gazetesi’ndeki bir köşe yazınızda, köşe yazarlarını ‘Ne yazdıkları merak edilen ve nasıl yazdıkları merak edilen’ olarak ayırmışsınız. Sizce günümüz köşe yazarları ile eskileri arasındaki farklar nelerdir? Amiyane tabirle köşe kapmak kolaylaştı mı?
İşin yöntemler değişti. Eskiden köşe yazarı olabilmek için ya çok önemli bir edebiyat insanı olmak ya da gazetecilikte istihbarat şefliği, editörlük ve yazı işleri bölümlerinden geçerek Türkiye’nin sorunlarını öğrenmiş, o görevleri nedeniyle Türkiye’yi yönetenlerle görüşme olanağına kavuşmuş kişiler köşe yazarı oluyordu. Ama hem yayın sayıları hem de köşeler çoğaldı ve ‘Bu da köşe yazabilir’ denilen kişilere de köşeler açıldı. Ancak bu ‘Sen yazmayı beceremedin artık yazma’ gibi keyfi durumlar da yaratabiliyor.

Peki, bu durum köşe yazarlığı için tehlikeli değil mi?
Eskiden köşe yazarlarını ikiye ayırmak mümkündü, birincisi belirli partileri tuttukları bilinen yazarlardı. Bir de gazeteci özelliklerini, yani bağımsızlıklarını yitirmemiş isimler vardı. Bunların bir bölümü halka hoşça vakit geçirmek amacıyla köşe yazarlığı yaparken bir bölümü de bilgilendirmek için yaparlardı. Ama o dönemde kişisel sorunlarını yazan köşe yazarlarına rastlanmazdı. Bu dönemde köşe yazarlığı yapmak kolaylaştı. Türkiye’deki köşe yazarlığı yöntemi başka yerde yok. Bir kimsenin haftada altı gün bir şeyler yazması, yazacak konu bulması ya da bulduğu konu hakkında bilgi sahibi olması bana mantıksız geliyor. Ben bile haftanın üç günü yazdığım halde zorlanıyorum. Niye? Çünkü bana göre köşe yazarı bir şey yazdığı zaman bunun kişilere faydası dokunmalı. İçinde bir bilgi olmalı ama o bilgi haber bilgisi olmamalı bir haberle ilgili bir ayrıntı bir geçmiş bilgi olmalı. Haber bilgisi olursa muhabirin görevini de üstlenmiş oluyor.

Sizin ‘köşe muhabiri’ diye bir kavramınız var. Bundan bahseder misiniz?
O dönem Özal’la başladı. “Sayın Başbakan beni dün gece saat 02.00’de aradı ve şöyle dedi” diye yazan köşe yazarları türedi. Tabi böyle köşe yazarları haber kaynaklarının işine geliyor. Çünkü muhabirin haber kaynağının söylediği üzerine yorum yapma hakkı yok. Sadece haberini yazacak, yorumu köşe yazarı yapacak. Ama haberi köşe yazarına verdiğinizde onu yazabilir ve hakkında yorum yapabilir. Hem dediğinizi yazacak hem de sizi övecek birini bulduktan sonra, kuru kuru haber yapacak bir muhabire neden ihtiyacınız olsun.

Ak Parti hükümeti dönemi, bir partinin pek çok yayın organına sahip olduğu bir dönem olarak tarihteki yerini aldı. Turgut Özal’la başlayan ‘hükümetin desteklediği medya’ kavramı, basının dördüncü gücü olma vasfına zarar verdi mi?
Medyanın görevi halkın çıkarlarını savunmak. Bunun yerine iktidarın çıkarlarını savunmayı tercih ederseniz dördüncü güçten bahsedemeyiz. Hatta bazen kendilerini iktidar temsilcisi olarak görüp gazetecilik yapanlara da dördüncü güç denebilir mi? Birinci ya da ikinci güç demek varken... O anlamda uygulama açısından bu tabiri pek de doğru bulmuyorum.

Gazetecilikte kullanılan teknoloji sürekli daha iyiye gidiyor. Peki, gazetecilik etiği nasıl bir seyir izliyor?
Gazetecilik etiğini teknolojiye uydurmak ne yazık ki mümkün olmuyor. Bu sıkıntıları özel radyo ve televizyonların anayasaya aykırı olarak yayınlanmaya başladığı 1991 yılında yaşadık. Hatta hukuk tarihimize ‘anayasayı bir defa delmekle bir şey olmaz’ gibi bir özdeyiş de yerleşmiş oldu. Çünkü o dönemde radyo ve televizyon tekeli anayasanın 133. maddesine göre TRT tekelindeydi. Kuralsız yayına başladılar. Uymaları gereken herhangi bir kural yoktu. Anayasadaki TRT tekeli, 1993 yılında kaldırıldı. Özel radyo televizyonun önü açıldı. Ama özel televizyonlarla ilgili yasa, Bosna’daki Sırp katliamı sırasında televizyonlardan ‘Ey halk Taksim’de toplanalım’ çağrısı yapılmasıyla çıktı. Bu yasa 1994’te çıktı. Yani dört yıl bir boşluk yaşandı. Bunun bir başka yanlış tarafı da televizyonları gören gazetecilerin bu özgürlüğü istemeleri oldu. Bununla ilgili en çarpıcı örneklerden birisi şudur; Gazetelerde 18 yaşından küçük suç işleyen ya da suça maruz kalmış gençlerin adlarını yazarsanız fotoğraflarını gözlerine bant çekmeden yayınlarsanız suçtur. Ama televizyonda bırakın resmini, klibini yayınlasanız suç sayılmaz. Bu gariplik yıllarca düzeltilmedi. 

İnternet gazeteciliği hakkında neler düşünüyorsunuz? Sizce internet gazeteleri elimize aldığımız basılı gazeteleri alt edecek mi?
İnternet gazeteciliği de aynı durumda. Ne internet gazeteciliğinin ne de internet gazetecilerinin tanımı söz konusu. Türk Ceza Yasası’nda birkaç madde var ama o da yayınla ilgili değil dolandırıcılıkla ilgili. İnternetle ilgili tek yasamız İletişim Dairesi Başkanlığı Yasası, orada da internette işlenebilecek suçların işleyenlerin cezalandırılmasından çok, sitenin cezalandırılmasını öngörüyor. Bir haberi yasaklamak yerine siteyi yasaklamayı tercih ediyoruz, kolayımıza geliyor. Oysa hukuk mantığına çok ters bir olay. Üzerinde durduğumuz bir başka konu da internet gazeteciliğinin ve gazetecilerin durumlarının belirlenmesi. Eskiden gazete, radyo ve televizyonda çalışan üyelerimiz vardı, onlar işsiz kalınca tercihlerini internet üzerine kurdular ve önceden üyemiz oldukları için üyelikleri sürüyor. Ama yenilerinin ne yayın organı ne de çalışma koşulları belli olduğu için üye olarak alamıyoruz. İnternetin basılı gazeteleri bitireceğini düşünmüyorum. Çünkü aynı şey bir dönem televizyonlar için de söylenmişti ama öyle olmadı.

Gazeteleri daha önemli kılan nedir?
Gazete bir tiryakilik. Üstelik televizyon gibi düğmeye bastığınızda değil para vererek alıp okuma ihtiyacını duyduğunuz bir belge aslında. Televizyonda biz bunu yayınlamadık diyebiliyorlar ama gazetede bunu deme hakkınız yok. Güven açısından gazete daha önemli. Yani ‘Gazetelere güven yok’ deniyor ama bunun altında insanların güvendikleri gazeteleri okuması yatıyor. Adam Cumhuriyet, Milliyet alıyorsa ona güvendiği için alıyor. Buna bakıp gazetelere güven yok demek genellemek oluyor. Sayısal değerlere bakınca çok satan gazetelere güveniliyor az satanlara güvenilmiyor anlamına geliyor.

Pek çok kişi her sabah okuduğu gazetelerin ellerini boyamasından yakınıyor. Bu boyalar sizi de rahatsız ediyor mu?
Ben gazete okuduktan sonra mecburen elimi yıkama ihtiyacı duyuyorum. Ama daha önce duymazdım. Neden? Çünkü o zamanlar gazeteleri üretenler yani sanayi yönüne baktığımızda daha kaliteli üretim yaparlardı. Türkiye’de mürekkep üretenler arasında en iyisini üreten, yani ele çıkmayan mürekkep üretenler tercih edilirdi. Ama enflasyon maliyetleri düşürme yaklaşımıyla kalitesiz mürekkep kullananlar oldu. O yaygınlaştı, çünkü üretim maliyetleri sürekli artıyor. Öyle gazeteler var ki, satış paraları, bırakın yazı işlerinin ücretini, elektriğini, suyunu, kağıt parasını bile zor karşılıyor. O zaman gazete reklamla ayakta durmaya çalışıyor. Reklam payının arttırılması da maliyetlerin düşürülmesinden kaynaklanıyor. Muhabirleri işten çıkarmak ya da kullandığın malzemenin kalitesini düşürmek ilk akla gelen tasarruf yöntemleridir.

Televizyon haberciliğini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Başlangıçta bir televizyon tanımı vardı. Dizi, Türk halk müziği, klasik müzik vereceksin. Folklor, sinema, belgesel vereceksin gibi bir durum vardı. 90’ların sonunda tematik kanallara izin verilince işler değişti. Sadece pop ya da Türk halk müziği çalan kanallar ortaya çıktı. Tabi bu arada haber televizyonları da gündeme geldi. Ancak bu kanallar yayın hayatına başladığında 12 Eylül’ün etkisi daha fazlaydı. Ve bu kanallar ciddi şeylerden çok magazin gazeteciliğine önem veriyordu. O yapı henüz tam değişmiş değil ama eleştirmek de haksızlık olur mu diye düşünüyorum. Şimdi haberlerin arasına reklam alınıyor. Reklamın kriteri, izlenir olmak. Haberin izlenir olması da ya vurdulu kırdılı ya da ölümlü görüntüler vermesinden geçiyor. Ya da kim kimle geziyor, ne yapıyor diye haber vereceksiniz. Çünkü izleme oranlarına bakınca tercih edilenler bunlar.

İzlediğiniz televizyon programları hangileri?
Eğer günün yorgunluğunu atmaya çalışıyorsam belgesel kanallarını izliyorum. Ama tabi gazetecilik ve köşe yazarlığı zorunluluğu nedeniyle bazı tartışma programlarını, televizyon ayrımı yapmadan izliyorum. Çünkü bilgi edinme biraz da o tartışmalar sırasında ağızdan kaçan ya da istenmeden söylenen şeylerden oluşuyor. Yoksa tartışma programlarındakiler haberlerde var. Ama bir olayın arkasına dönük onu bugüne getiren bilgiler bir gazeteci için bulunmaz bilgiler. Çünkü yazı yazmak bugün ne yazayım demekle olmuyor, bilgi birikimi gerekiyor. O nedenle tartışmaları, konusuna bakarak izliyorum. Ben tartışma programlarını izliyorum ama yapılanın doğru olduğuna inanmıyorum. Çünkü o tür programlarda, iktidarın ne kadar iyi şeyler yaptığını söyleyenlerle, ne kadar yanlış yaptığını söyleyenler tartışıyor. Oysa bu ülkede tartışılması gereken çok daha önemli sorunlar var. Tabi burada tek suçlu gazeteci değil, halk yayın organlarının niceliğine bakmadan okumayı sürdürürse bunların değişmesini bekleyemeyiz.

Gazetecilik hayatınızda yasaklanan, sansürlenen yazılarınız oldu mu, örneklerle sunabilir misiniz?
Valla yasaklanan yazım olmadı. Ama yargılandığım yazılar oldu. Özellikle 12 Eylül’de Cumhuriyet’in yazı işleri sorumlusuydum. Bir ayağımız da Selimiye’deydi. Üç kere tutuklanma istemiyle yargılandım. Postu deldirmedik ama (gülüyor) yargılamalardan birinde kalp atışlarımı kulaklarımla duyduğumu hatırlıyorum. Karar vermek için dışarıya çıkarmışlardı. Çünkü ortada suç var ama bilerek işlenmiş değil, onu kabul edecekler mi diye kalbimin atışını duyduğumu hatırlıyorum. Bir muhabir arkadaşın haberiydi. Beraatıma karar verdiler sonra.

Mahkum olup hapse atıldınız mı? Gazeteci olduğunuz için tartaklanıp, işkence gördünüz mü?
İşkence görmedim, çalışma kurallarım nedeniyle öyle bir şeyle karşılaşmadım. Ama şunu da söylemek gerekiyor. İşkence göreceli bir kavram. Üç kez yargılandım dedim. Selimiye’ye gidiyorsunuz, kimliğinizi bırakınca size sanık kartı veriyor ve ‘şurada bekle’ diyorlar. Bekliyorsunuz, beş on kişi olunca önünüze bir asker düşüyor ve sizi mahkemelerin olduğu yere götürüyor. Orada askerler bekliyor. Size, ‘Tutuklarlar mı, mahkum olur mu?’ diye bakıyorlar. Mahkeme kapısında beklemek bırakın sıkıyönetimi, normal bir zamanda bile sıkıntılı. Saat 10.00’da duruşma vermişler, 09.30’da oraya gidiyorsunuz ama dosyalar sarkınca size 17.30’da sıra geliyor. Şimdi bu işkence sayılır mı sayılmaz mı? Büyük bir sıkıntı.
Basının özgür ve tarafsız olması, genellikle gazetelerin baskı maliyetini ve çalışanlarının parasını kendisinin ödemesi ile hesaplanır.

Sizce basın özgürlüğü nedir ve Türkiye özgür bir basına sahip mi?
İki yönden bakmak gerekir diye düşünüyorum. Birincisi, Basın İş Yasası’ndaki madde orada diyor ki, ‘İşveren, gazetenin yayın politikasını ve yönünü belirler.’ Siz oraya girdiğinizde bazı şeyleri bilerek giriyorsunuz. Her yayın organı kendi çapında özgürdür. Bazı sorunları görmezden gelirseniz her konuda yazı yazma hakkınız var. Ama hoşlanılmayan konuları yazdığınız zaman bir tehlike söz konusu oluyor. Basın özgürlüğü konusunda var ya da yok demek göreceli bir şey.

Gazetelerin sayısı büyük bir artış gösterdi. Bu çeşitlilik, basında çok seslilik mi, yoksa kargaşa mı yaratıyor?
Çok seslilik var ama çok seslilik gazete sayısıyla orantılı değil. Çünkü aynı sesten yayın yapan çok sayıda gazete var. Aslında Türkiye’deki gazetecilik bir ölçüde yanlış, çünkü Avrupa’da önemli olan yerel gazeteciliktir. Bizim yaygın medya dediğimiz bir merkezde yayılıp satılan gazete sayısı yurt dışında ya beş ya da altıdır, ağırlık yerel gazetelerdedir. Bizdeyse tam tersidir. Bizde kırk üç yaygın gazete var. Aslında güçlü olması gereken yerel medya beş altı şehir dışında maalesef güçten yoksun. Gerçekten gazetecilik yapmak isteyen meslektaşlarımız yollarına devam edecekler. Ama ‘Benim matbaam var, yanında gazete de çıkarayım’ diyenler bunu başaramaz. Diyarbakır’da bir dönem güçlü bir yerel gazete çıkarılması konuşuldu ama nedense yaygın medyalardan bir bölümü oraya özel ek yapmaya başladılar ve gazete çıkmadı. Sonrasında bu ekler de kaldırıldı. Reklamdan pay alma politikası yerel medyayı vuruyor.

Televizyon kanalları ve gazeteler aynı haberi çok farklı şekilde yorumlayabiliyorlar. Türk halkı seçtiği medya organına göre mi şekillendirilmek isteniyor? Tarafsız haber almanın yolu nereden geçiyor?
Geldiğimiz noktada, tek gazeteyle medyayı, daha doğrusu gündemi ve sorunları öğrenmek her gün biraz daha zorlaşıyor. Bütün sorunları vermeye çalışan gazeteler var ama satış sayıları çok değil, o nedenle bu gazeteleri almayanların bir şeyler öğrenebilmesi için iki ya da daha fazla gazete alması gerekiyor. Ancak bu sayede karşılaştırma yapılabilir ve bazı yayın organlarının görmediği haberlere ulaşılabilir.

Mesleğe yıllarını vermiş bir isim olarak, yaşadığınız ilginç olaylardan bazılarını bizlerle paylaşır mısınız?
Sıkıyönetimle ilgili böyle bir anım var. Hem Cumhuriyetin yazı işleri müdürüydüm hem de Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nde genel sekreter yardımcısı olarak yönetim kurulundaydım. O dönem 12 Eylül olmamıştı ama sıkıyönetim vardı. O dönemde sıkıyönetim komutanı orgeneral Necdet Üruğ gazetede çıkan bir yazı nedeniyle tutuklanmam için askeri Adliye Amirliği’ne yazı yazmış. Ben aranıyormuşum, bilmiyorum. Şimdiki gibi tutuklu deyince tutuklamıyorlar. Bana göre sıkıyönetim dönemi bugüne göre daha iyiydi dersem kızanlar olur ama öyle diyeyim. Çünkü savcılar da benimle ilgili olarak ‘Savcılık tutuklama isteğine katılmamaktadır’ diyebiliyordu. İşlem sürüyormuş, benim haberim yok. Cemiyete, 30 Ağustos resepsiyonunu onurlandırmam için davetiye geldi (gülüyor). Yani çelişkili bir durum. Bir komutan var, sıkıyönetim komutanı olarak tutuklanmamı istiyor. Birinci ordu komutanı olarak da daveti onurlandırmamı istiyor.

Çok sayıda ödülleri olan bir duayensiniz. Ödülleriniz sizin için ne anlam ifade ediyor ve unutamadığınız ödülünüz hangisi, sizde anısı olan, özelliği olan?
Ödüller bir yandan başarıların görülmekte olduğunu, bir yandan da gelecekte daha başarılı olmak gerektiğini belirten bir uygulama. Gazetecilikte sekiz tane ödülüm var. O ödüller de 1963’le 72 arasını kapsıyor. Çünkü sonrasında 1973’de cemiyetin yönetim kuruluna girdim… O zaman da ödül koy, seçici kurulu belirle, sonra ödüle aday ol… Etik olarak doğru olmazdı. Daha sonra Türk Dil Kurumu Basın Dil Ödülü, Cumhuriyet Genel Yayın Yönetmeni olarak Sevda Cenap And Müzik Vakfı Onur Gümüş Ödülü, Abdi İpekçi İfade Özgürlüğü Ödülü, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nden aldığım Burhan Felek Basın Özgürlüğü Ödülü var. Ödül almak da biraz şans işi. Ödüller iyi bir şey ama başarılı gazeteci olduğunu göstermeyen ödüller bunlar.
Sayın Erinç, size bundan sonraki çalışmalarınızda başarılar diliyorum.

RÖPORTAJ: YÜKSEL ŞENGÜL