ÖLÜM GÜNÜN KUTLU OLSUN KARDEŞİM! GAZETECİ AĞABEYİ OYUNCU KARDEŞİNİ YAZDI!

Sabah gazetesi editörü Ferhat Ünlü, geçirdiği trafik kazası sonucunda genç yaşta hayatını kaybeden oyuncu kardeşi Atilla Ünlü'yü ölüm yıldönümünde duygu dolu satırlarla andı...

’Ünlü’ oyuncunun ilahi trajedisi

Atilla Ünlü, soyadıyla müsemma biri değildi. ’Ünlü’ydü, ama meşhur değildi, oyuncuydu ama oynamıyor, adeta yaşıyordu. Herkesin başına gelen trajediyi, ölümü de biraz erken oynadı veya yaşadı. Soyadı da bu satırların yazarıyla aynıydı. İlahi bir tesadüf mü, kardeşlik mi, okuyup siz karar verin.

Bir zamanlar, ileride büyüğü yazar, küçüğü oyuncu olacak iki erkek çocuğu, onlara İstanbul Boğazı gibi haşmetli ve güzel görünen bir sulama kanalında akıntıya karşı yüzerdi, hatırlıyorum. Henüz İstanbul’un müstakbel bir kanalının, çılgın projesinin olmadığı çağlarda, Adana’da çılgınca yaşıyor ve hayal ediyorlardı. Yaşıyor ve de hayal ediyorduk. Evimiz ’Adana Boğazı’na bakıyordu. Seninle birlikte evin balkonundan saatlerce suyu izler, dalıp giderdik. Sen suya gerçek anlamda dalma hayalleri kurardın. Bense Çukurova’nın bir ucundan öbür ucuna kıvrılıp giden kilometrelerce uzunluktaki ’insan yapımı boğaz’ın buz tuttuğunu hayal ederdim. İleride Michelangelo’nun Davut heykelinin kaslı kollarına benzeyecek kollarınla kulaç atarken sağ elin havada donup kalmıştı. Yüzünü, nefes almak için suyun yüzeyinden ağır ağır çıkarırken donmuştun. Çenende buz sarkıtları vardı. Kardan, buzdan sakal uzatmıştın adeta, sakal sarkıtmıştın. Yüzüklerin Efendisi’nin muhayyel Gandalf’ının ve adamların efendisi merhum Nusret abinin sakalları gibiydi buzdan sakalların. Tayyip Erdoğan’ın, henüz başbakan olmadığı ve çılgın kanal projeleri açıklamadığı bir devirde, gülümseyerek, "Yaşlanmışsın Nusret," dediği beyaz sakallı Nusret Özcan... Hey gidi Nusret Özcan... Ortak hikayemizin tarih öncesindeki o zamanlarda neden kanalın buz tuttuğunu hayal ederdim, biliyorum. Muhtemelen, karın hemen hiç yağmadığı sıcak, cehennemi bir kentte büyüdüğümüz ve çocukluğumuzda kar özlemiyle yanıp tutuştuğumuz içindir. Bu yüzden o kanalda akıntıya karşı yüzdükten iki yıl sonra, 1993’te İstanbul’a gelince niye Boğaz’ın buz tuttuğunu hayal ettiğimi de anlayabiliyor, yani kendimle empati kurabiliyorum. Köklerini seninle ilgili anılarımda bulduğum bu hayal, "Hamile bir kadının karnı gibi şişmiş mezarlar. Her kabir kendi ölüsünü doğuruyor," epigrafıyla başlayan, iki ay sonra yayımlanacak, sana ithaf edilmiş bir romanın -Kötü Roman’ın- sahnelerine ilham verecek bir imgeyi bana miras olarak bıraktı. Romanın başkahramanı, üzeri bir NBA basketbolcusunun boyundaki kalın buz tabakasıyla kaplı Boğaziçi’nin, namütenahi bir kalabalıkla dolup taştığını görmüştü rüyasında. Bütün İstanbul Boğazı buza kesmiş, Asya’dan Avrupa’ya uçan martılar gökyüzünde donmuş, çatılardan mızrak gibi sivri, dev buzlar sarkmış ve daha iskele verilmeden vapurlardan atlayan, hep bir yerlere yetişme telaşındaki yorgun adamlar havada donup kalmıştı. Bana ilham verdiğin için kanalın buz tuttuğunu hayal ettiğim seneden, 1991’den kalma bir Château Cheval Blanc açıp, şerefine içsem yeridir. Ve itiraf edeyim, "Ölmeden önce yeniden yaşamak istediğin son anlar hangileridir?" diye sorsalar, işte o kanal zamanlarıdır, derim. Belki sen ölmeden önce zaten istemişsindir bunu. Bütün bir hayatını baştan sona, yeniden yaşamak için değil ama. Çünkü trajedi, sürekli tekrar eden bir şey değildir. Bir kere yaşanır, eşsiz ve devamsızdır. Bununla birlikte iz bırakan da yalnızca trajik olandır. Atilla Ünlü ölümüyle iz bırakan insanlardandı.

SU GİBİ YAŞADI

Nasıl yaşadı diye sorsalar, su gibi yaşadı derim. Evet, adeta su gibi... Zaten su gibi adamdı, bazen durgun su kadar sakin, bazen de azgın bir nehir kadar coşkulu... Suya çok yakışırdı. Öyle ki aslında belki de suda ölmesi gerekirdi, ama kolay kolay boğulmayacak kadar iyi yüzerdi. Sanki yüzmeyi, öznel tarihinin kalu belasında, ana rahmindeki hapislik günlerinde öğrendikten sonra hiç unutmamış gibiydi. Atilla’yla aynı karında beş sene arayla yattık. Aynı karında, aynı kanalda, aynı denizde yüzdük. Bu kadar yakın olduğunuz birinin portresini yazmak zor. James Joyce, "Bir yazar asla olağanüstü hakkında yazmamalıdır, o gazetecinin işi," diyor. Ölüm, bugüne dek milyarlarca kez yaşandığı halde hâlâ olağanüstü bir şey. Ama bir taraftan da herkesin başına gelecek en alelade hakikat. Bu yüzden işin olağanüstü kısmını gazeteci tarafıma bırakmaya çalışarak yazdım, olağan kısmını ise yazar tarafıma... Atilla Ünlü, soyadıyla müsemma biri değildi. ’Ünlü’ydü, ama meşhur değildi. Şöhret olmak için can attığı söylenemezdi, ama yaşasaydı hep tiyatroyla uğraşacağı için bir gün meşhur olmak zorunda kalabilirdi. Çok iyi bir oyuncuydu, çünkü oynamıyor, adeta yaşıyordu. Bir anıtı oyna deseniz, damarlarında kan akan bir heykel gibi öylece durabilirdi. Oynamak Atilla için ibadet gibiydi. Gösteri yaparken korkunç derecede uzun, akıl almaz ölçüde kısa, palyaço kadar komik, büyücü kadar ürkütücü, hokkabaz kadar acayip olabilirdi. Jung’un, İnsan ve Sembolleri’nde anlattığı arketipleri çağrıştırırdı. Bazen bir ilkel kabile lideri gibi giyinir, hangi uzak atadan tevarüs ettiği asla bilinemeyecek korkunç bir totem ritüelini uygulardı sanki. Bazen elinde oyun kartları, ipler ve tavşanlarla türlü türlü numaralar çekip bizi eğlendirir, bazen de ağzından üflediği ateşle bir masal ejderhası olurdu. Atilla kanaatkârdı, dolayısıyla mutlu olabilme yeteneğine sahipti. İktisat öğrencisiydi, ama "İhtiyaçlar sınırsız, kaynaklarsa kıttır," diyen açgözlülerden değildi. Azıcık alkışla doyabilirdi. Fazla zamanı yoktu, bu yüzden biraz sabırsızca, adeta ömrünü yutarcasına yaşadı. Hızlı öldü ve de şip şak toprağa verildi. Her genç ölümü gibi onunki de trajik bir ölümdü. "Ama bunda da bir hayır vardır," diyor ve üzülmüyoruz. Sadece onu özlüyoruz. Sadece seni özlüyoruz Atilla, ama müsterih ol, üzülmüyoruz. Çünkü biliyoruz ki, her yıl yüzlerce gencin, çocuğun siperlerde ya da yollarda kurban verildiği bir ülkede senin ölümün de o kadar şaşırtıcı değil. Ne de olsa bir bahşiş verircesine üstü kalsın diyerek cömertçe ölüp gitmek, bu tuhaf ülkenin insanlarına özgüdür.

ÖLÜM GÜNÜN KUTLU OLSUN!

Genel geçer kriterlere göre başarılı olsa da yaşamı pek iyi örnek teşkil etmeyen şöhretli insanların öyküsünün sürekli anlatılarak çoğaltıldığı günümüzde Atilla gibi kendini sanata adamış gizli kahramanların hikayesinin bilinmesi gerekiyor. Bu yazının amaçlarından biri de budur. Bu gözle Atilla’nın hayatına baktığımda mesela bir anti-Mehmet Ali Erbil hikayesi görüyorum. Erbil, bir röportajında oyunculuğu bırakıp ’showman’liğe yönelmesinin gerekçesini şöyle açıklıyordu: "Tiyatrodan beni çok soğuttular. Devlet tiyatrosunda başrol oynadım, bu bir ilktir. Ama sonra bu çocuk şımarmasın diye bana hep üçüncü sınıf roller verdiler." Hayatta kolayca, hep başrol oynamak isteyenlerin dramı, her seferinde önlerine konan bir gerçeğin farkına bir türlü varamamalarıdır. ’Zor’dan kaçan insanlara özgü bir dramdır bu. Halbuki kıymetli olan, zora ulaşmak için verilen savaş, bitmek bilmeyen çatışma, yani gerektiğinde akıntıya karşı yüzmek ve nihayetinde zor olanı başarmaktır. Atilla, Erbil’in öne sürdüğü gerekçelerle tiyatrodan soğuyacak biri değildi. Hele de tiyatroyu bırakıp, canlı yayında insanlara salam yedirmektense ölmeyi yeğlerdi. Zaten öldü de... Kötü Roman’ın ilk epigrafı, onun ölümünden beş yıl önce yazılmıştı. Taze mezarların tümsekliğinden alınan ilhamla... Atilla da şimdi o mezarlardan birinde. Evet, sen -benim güzel kardeşim- bundan tam bir yıl üç gün önce göçtün bu dünyadan. Ve 72 saat sonra da gömüldün. Tam bir yıl önce defnettik seni, yani bugün senin mezardaki ilk doğum günün. Hamile bir kadının karnı gibi şişmiş mezarlar. Her kabir kendi ölüsünü doğuruyor. Zaten bu bir ölüm günü yazısıydı. Ölüm günün kutlu olsun kardeşim.

ATİLLA İLE YAZIŞMALAR

- Ve sen ağlıyordun ve gözyaşların terine karışıyordu. Terliyordun kardeşim, vücudun hüngür hüngür ağlıyordu. Güneşte pırıl pırıl parlayan bir okyanusta yüzüyordun ve terin, gözyaşlarına karışıp okyanus oluyordu. Okyanus oluyordun alın terinle ve güneşin battığı yere doğru yüzüyordun. Her yer parlıyordu. Işık, şimşekler gibi çakıyordu her yerden. Işıklar şahlanıyordu. Ve sen -bir prens gibi- ışıktan mamul beyaz atına binerek alın terinin üzerinden kızaran güneşe doğru gidiyordun. Sema, suyu döven atının nallarının şakırtısıyla inliyordu. Okyanuslar seni alkışlıyordu. Her yer parlıyordu ve ışık seni alkışlıyordu. Parlıyordu ışık ve parlıyordun her yerde ve alkışlanıyordun.

(17 Ağustos 2010. Ölümünden sonra yazdığım ’Ağıt Senfonisi’ başlıklı yazıdan...)

- Ne iyi bir adamdın. O kadar iyiydin ki (tıpkı Habil gibi) kim olsa senin karşında kendini Kabil gibi hissederdi.

21 Temmuz 2011, 05:31

- Pink (Floyd’u kast ediyor) gecesi yaptık, seni andık. Bir mesaj atıp sana yoklama çekeyim dedim. And starts to climb towards the light...

(14 Nisan 2008’de saat 00:12’de bana gönderdiği telefon mesajı)

ANİ BİR REVERANSLA VEDA ETTİ

Muhammed Atilla Ünlü, sakinlerinin yoksulluğu ve vukuatlarıyla meşhur Adana mahallelerinden birinde, Yenibey Mahallesi’nde 18002. Sokak’ta küçük bir evin karanlık arka odasında 16 Kasım 1980’de saat 02:30 sularında dünyaya geldi. O zamanlar, ablamın benim için okuldan getirdiği gofretleri siyah önlüğünün cebinden alırdım. Ablam okuldan Atilla’nın ismini getirdi bir gün. Derste Hun İmparatoru Attila’yı görmüşler. Atilla ismini, ablamın önlüğünün cebinden aşırdım ve kardeşime verdim. Atilla, hemen her ânını birlikte geçirdiğimiz çocukluğumuza ve ilk gençliğimize dair benden daha çok şey hatırlardı. Oyunlarımızı, yaramazlıklarımızı ve kimisi karakolda biten kavgalarımızı ondan dinlerdim. 1998 yılında Ege Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İktisat Bölümü’ne girdi ama bu okulu hiçbir zaman bitirmedi. Çünkü bütün mesaisini tiyatroya ayırıyordu. Ege Sanat Topluluğu, İzmir Sanat Tiyatrosu, Bornova Belediyesi Şehir Tiyatrosu, Kredi ve Yurtlar Kurumu Tiyatro Topluluğu, Hürriyet Çocuk Kulübü ve Üç Duvar Oyuncuları Tiyatro Kulübü’nde çeşitli oyunlarda oynadı. Peter Shaffer’ın Karanlıkta Komedi, Michael Frayn’ın Oyunun Oyunu, Ray Cooney ve Tony Hilton’ın Zıpçıktı adlı oyunları bunlardan yalnızca birkaçıydı. 2006 yılında jonglörlük ve alevbazlık yapmaya başladı. Fuar, açılış ve festivallerde ateş üfleme, lobut ve top çevirme, tahta bacakla yürüme gibi gösteriler yaptı. Dört yıl boyunca her hafta antik Efes kentinde turistlere Mısır Kraliçesi Kleopatra’nın göstericisi rolünde ’show’lar yaptı. 2009 yılında sihirbazlığa yöneldi. Aynı yılın 19 Ekim’inde beş yıllık kız arkadaşı Aslı Özgen ile evlendi. 21 Temmuz 2010’da İzmir Pınarbaşı Işıkkent’te geçirdiği trafik kazasından sonra ani bir reveransla dünya sahnesine veda etti.

Ferhat Ünlü/Sabah-Pazar