''KARİYERİST OLSAM BUGÜN BAKAN OLURDUM!'' MEDYANIN 'MERT'İ AHMET TULGAR'A KONUŞTU!

Son zamanlarda Türkiye medyasında en fazla dikkat çeken köşe yazarlarından biri olan Nuray Mert içinden geldiği çevrenin kendisine tepkisi için neler söyledi? İşte Mert'in samimi açıklamaları...

"Kariyerist olsam bugün bakan olurdum"

"Benim sağ ile işim olmaz"

"İçinden geldiğim çevreye öfke duyuyordum"

"Benimle tartışanların en büyük talihsizliği benim çok kontrollü olmamdır"

Nuray Mert şu sıralar Türkiye medyasında en fazla dikkat çeken köşe yazarlarından. Aslında eskiden de öyleydi. En azından kendi deyimiyle "Türkiye’de daha fazla demokrasi olsun" diyenler için. 28 Şubat ve sonrasında İslami kesimin mağduriyetlerini bütün risklerine, en azından medyadan dışlanma riskine rağmen gündeme getirenlerden oldu.
Şimdi ise Ak Parti hükümetini özellikle demokrasi ve sosyal adalet konularında en fazla eleştiren, sık sık da bu konuda yeni polemikler başlatan biri.
Belki de bir dönem çok yakınlarında olduğu içini onun kendilerine yönelik eleştirilerinin muhalefetin elini daha fazla güçlendireceğini düşündüklerinden ona başkasına olduğundan daha sert tepki gösteriyor Ak Parti yanlısı gazeteciler.
Ama sol ise onu, "benim sağ ile işim olmaz" diyen Nuray Mert’i, şimdi her zamankinden daha fazla seviyor.
Mert, bütün bu süreci demokrasinin saiklerine göre davranarak sarsılmadan geçirdi. Zaten kişiliği de öyle pek sarsılacak türden değil. En azından öyle görünüyor.

- Nuraycığım, sendeki bu değişim nedeni nedir? Ya da şöyle diyeyim: 28 Şubat sürecindeki demokrasi mücadelen, söylemin, bütün tepkilere karşın, sonra Ak Parti iktidar geldiğinde verdiğin kredi. Yani bugün senin başka bir tarafta olman beklenirdi. Bütün bu süreci nasıl yaşadın?



Ya nerede olmamı beklediklerini bilmiyorum. Ben o zaman söylediğim her şeyi şimdi söylüyorum. Yani başörtüsü yasağının hakkaniyetsiz olduğunu düşünüyordum. İslamcılar’a yapılanların hakkaniyetsiz olduğunu düşünüyordum. Böyle tam bir koro halinde dini kesimin üstüne yüklenmenin, Türkiye’de neler olup bittiğini anlamamakta ısrar etmenin yanlış olduğunu düşünüyordum. Hala onları düşünüyorum. AKP’ye verdiğim kredi yok. Bu çerçeve içerisinde tabii AKP ile çok denk düşen şeylerim vardı, o çevre ile. Taleplerimiz veya ısrarlarımız veya örtüştüğümüz şeyler. O yüzden de ben kendimi hiçbir zaman AKP destekçisi filan olarak tanımlamadım. Fakat ondan sonra değişen şu oldu. Vurgular değişiyor tabii. Benim birincil vurgum başörtüsü olmamaya başladı. Çünkü Türkiye’deki gidişat onu vurgulamamızı gerektirecek bir şey olarak tezahür etmedi. Hala konusu geçtiğinde aynı görüşleri yani dile getiriyorum. Emine Erdoğan ile de ilgili yeni bir yazı yazdım ve benim çevrem gene çok ısınmışken gene kızdı. Yani şöyle oldu, kredi vermek vermemek değil mevzu. O hareketin içinden gelen insanlar demişler ki "biz kendimizi muhafazakar demokrat olarak tanımlıyoruz", işte "siyasette yerimiz merkez sağdır." Benim başından beri sağ ile işim olmaz. "Ben dünyaya, topluma sağdan bakmıyorum" dedim. Ama "bunlar merkez sağ olamazlar, bunlar Müslüman, bunlar mutlaka takiye yapıyor" diyenlerin kafasında değildim. Mesele bu.

- Sana karşı o zamanki tavırları nasıldı? O zamanlar çok önemliydi çünkü Ak Parti için, İslami çevreler için, laik, sol, aydın kesimden kendilerine destek verilmesi. Sonra sana olan yaklaşımları nasıl değişti?

Takdir edersin ki, kim size sempatik şeyler söylüyorsa yani o cenahtan büyük bir ilgi olur, büyük bir beğeni olur, büyük bir sevgi olur. Ondan sonra hoşunuza gitmeyen şeyler söylemeye başladıysa da o sevgi biraz azalır. Bunu anlarım.



- Peki, öfke de sevgi oranında yüksek mi oldu?

Evet. Sempatinin azalmasında garipsenecek bir şey yok. Veya benim gördüğüm arızaları onların hala görmemesinin izah edilebilir bir tarafı var kendileri açısından. Ama yani bana gösterilen tepki bu çerçevede, bu kadarla izah edilebilecek bir tepki değil. O yüzden de bu kısmını çok yadırgıyorum. Bu kısmı büyük bir hayalkırıklığı. Yoksa ben yani bunlardan, bu kesimden herkesten tek tek ve toplu halde yani işte "bir zamanlar çok örtüştüğümüz şeyler söyledi", çünkü ben o zaman da çok örtüşmeyen şeyler de söylüyordum ama laik çevre İslamcı çevrelerde olan tartışmalardan habersiz olduğu için ve ilgilenmediği ve çok küçümsediği için ben onlarla bazı konularda taban tabana zıt düşünüyordum, çok da tartıştığımız konular vardı ki bu konulara Türkiye’de laik kesimlerin bile tabu olarak baktığı Bosna meselesi de dahil. O zaman da yani çok örtüşmüyorduk ki. O zaman mağduriyet psikolojisi içinde yoğunlaşılmış konular vardı. O kesim kendisini çok mağdur hissediyordu ve mağdur hissettiği konularda ben onlarla çok beraberdim. Ve doğrusu duygusal tarafı da vardı. Her siyasi tavrın olduğu gibi. Ben kendi içinden geldiğim kesime öfkeliydim. Ve biraz da öfkelerimiz de buluşuyordu o manada. Çünkü benim yetiştiğim çevre, benim sosyolojik çevremde bu İslami kesimi küçümsemenin kısmen sınıfsal bir şey olduğunu düşünüyordum. Ve öyleydi. Anti-demokratik, hakkaniyetsiz, anti-demokratik çok soğuk bir terim, hakkaniyetsiz, hoşgörüsüz olduğunu düşünüyordum. Katı olduğunu düşünüyordum, sert olduğunu düşünüyordum. Ve de bu bakımdan da yani, sadece ilkesel olarak değil, duygusal olarak da öfke duyuyordum kendi içinde bulunduğum çevreye. Ve onlarla bir sürü şeyim ortak değildi artık. Ve bu, o zaman da bir takım dostluklarımı bozdu. Öyle hissediyordum. Ve doğru olduğunu düşünüyordum. Öyle hissediyorsa insan öyle davranmalıdır diye düşünüyorum. Ve bazı öfkelerimiz de buluşuyordu. Bunu da açıklamak lazım. Ama dediğim gibi zaman içerisinde bu hareketin içerisinden bir kitle partisi çıktı, bu kitle partisi iktidar oldu, bu iktidar bana göre sadece merkez sağda olduğu için itiraz edilebilir bir şey değil, onun ötesinde fazlasıyla ceberrut hale geldi. O noktadan itibaren tabii ki yani benim de önceliklerim değişecek, benim de duygularım değişecek, benim de tavrım değişecek.

- Sana olan öfkenin birincil nedeni "Nuray Mert bile bunları söylüyorsa" diyerek Ak Parti muhaliflerinin güç kazanacak olmasını m düşünmeleri mi acaba?

O kadar narsisistik ve egosantrik değilim tabii, bütün iktidar çevresinin bana göre kendisini hizaya getirmesini bekleyemem ama şu kadarını beklerdim, en azından daha küçük bir çevrede, daha az insan arasında da olsa, yani "bu kadıncağız herhalde yani başka bir gerekçe değil de, öyle olduğuna inanıyor, o bile böyle hissediyorsa, yani, burada konuşulacak, dikkate alınacak bir şey var mıdır acaba" sorusunu sormalarını beklerdim. Bu soruyu sormadılar.

- Ne ile açıklıyorlar öyleyse?

"Değişti" diyorlar. Evet, değiştim, bunu ben de söylüyorum. Ama bu değişimi ben onların açıkladığı gibi açıklamıyorum. İkincisi kariyerizm iması var. Herhalde beni bununla suçlayanlar bile buna inanmıyorlardır. O çevrede o kadar sevilen ve itibar gören bir insan kariyerist olsa herhalde yapacağı şey iktidarda en güçlü oldukları zamanda eleştirmek değildir. Bu mantık, akıl yani. Bırakın beni insanın bunun için ince bir hesap yapması gerekmiyor, çok basit yani, mantık şunu gerektirir yani, bundan bir kariyer iddiasında, hevesinden olan bir insan şunu yapar, orada topladığınız bütün sempatiyi bir şeye ciro edersiniz, bir kariyere ciro edersiniz, yani bunun imkanı var, bu adamlar herkesin yanlarına cüzzamlı gibi yaklaşmakta çekindiği zaman onlarla beraber olan bir insan hani dediğim gibi velev ki bunu, o da izah edilemez de, hadi diyelim ki, tesadüfen öyle davrandım, kariyerist olan bir insan kalkar bir ranta, her şey artık ellerinin altında, her türlü getirisi olabilecek bir şey, bunu ranta çevirirdi. Ben kariyerist olsam bugün bakan olurdum. En azından bunu yapmamış olduğum için samimiyetimden kuşku duymamalarını beklerdim. Ama öyle olmuyor yani. Samimi olmanızın çok fazla faydası olmuyor bu tür işlerde. Ve tam tersine "samimiyetsiz olsun ama bizden yana olsun" daha makbul bir yaklaşım oluyor. Ben bunu gördüm. Ve nitekim de öyle işte. Eskiden 28 Şubatçı olan insanlarla iç içe, dış dışalar, yoldaşlık ilişkisi içerisindeler, o insanların samimiyetinden hiç kuşku duymuyorlar. Halbuki asıl iktidar olunmuş, iktidar cazip bir şeydir, bu dönemde, özellikle de bu dönemde yakınlarına yaklaşanlardan, uzaklaşanlardan değil de, yakınlaşanlardan, samimiyetlerinden şüphelenmeleri gerekir. Pragmatik davranabilir her iktidar çevresi. Bunu sorgulamaktan kaçınabilir. Ama aklının bir köşesinde bulunması gerekir. Ben o yüzden çok samimi olduğum arkadaşlarıma söylüyorum, "haysiyetsiz dostunuz olacağına, haysiyetli düşmanınız olsun" diye "velev ki beni düşmanınız olarak görüyorsanız." Bunu söylüyorum, "çok ağır konuşuyorsun" diyorlar. Evet ağır konuşuyorum, iddialı konuşuyorum bu açıdan, çünkü ben sahiciliği, samimiliği test edilmiş bir insanım. Başka bir iddiam yok yani. İlla haklıyım, illa doğruyu söylüyorum filan değil ama samimiyeti konusunda şüphe duyulacak bir insan olmadığıma inanıyorum.



- Neden bu kadar çok polemik içinde buluyorsun kendini, oysa sen pek öyle polemiğe çağıran yüzeysel yazılar yazmıyorsun? Türkiye medyasında nicedir bir polemik üslubu oluştu, daha yüzeysel, düzayak yazılar işte. Seninkiler öyle değil oysa.

Polemikçilik konusunda, evet yani, polemik olsun diye yazan biri değilim, bunu izah etmeme bile gerek yok. Ama polemikten de kaçan bir yazar değilim. Sadece bunun düzeyine dikkat ederim, muhatabıma dikkat ederim, her böyle "Nuray Mert" yazana da cevap vermiyorum, onu seçersiniz yani ama polemik sayılabilecek tartışmalarım da var ve ben bunu tartışmanın bir metodu olarak görüyorum ve olabileceğini düşünüyorum. Ama onun dışında neden böyle bir heves vardır, etkin bir yazarsanız ve etkin bir kişiliğiniz varsa, yani dikkate alınan bir insansanız herkes üstüne alınır.

- Ama senin tavrında da olan bir şey bu. Özellikle televizyonda. Ses tonunla, jestlerinle, mimiklerinle, daha baştan karşındakinin toparlanmasına neden olan bir tavır içinde oluyorsun.

Evet, doğru. Şimdi orada şöyle bir şey var. Yani her zaman her birikimli insan, her söylecek bir şeyi olan insan veyahut işte hakkaniyetli bir şey söylediğini iddia eden insanın belagat şeyi olmayabilir veya televizyon performansı iyi olmayabilir. O yüzden sadece ona bağlamıyorum. Benim evet sözel kabiliyetim yüksektir, çok hızlı düşünebilirim, kolay öfkelenmem zannedilenin tam tersine, çünkü kolay öfkelenseniz o performansı gösteremezsiniz. Ben üslup itibarıyla heyecanlı bir insanım ama çabuk öfkelenen bir insan hiç değilim. O büyük bir zaaf olurdu. İyi ki öyle değilim. O tür şeylerim var, yani sözel yetenekleri güçlü bir insanım, çenesi kuvvetli bir insanım. Ama onun ötesinde, ben çok çalışkan, uğraştığı işlere çok emek veren biriyim, çok ciddiye alan biriyim, yani sahicilikten bunu da kast ediyorum. Zekama, aklıma, belagatime, şuna buna güvenip de yan gelip yatmam.

- Ama bir kere tartışmaya başladın mı, karşındakini eğer yıkmaya karar verdiysen, o noktaya kadar gidiyorsun.

Tabii. Bundan çekinmem. Niye çekineyim ki?

- Mesela NTV’de Mustafa Karaalioğlu ile tartışmaya başladığında artık karşındaki üzülürken de üstüne gittin.

Ama bu onunla alakalı bir şey, benle alakalı değil. Ben nezaket ilişkilerine riayet ettiğimi düşünüyorum. Ama nezaket ilişkileri dolayısıyla da ağır ithamlar karşısında verilecek cevaplar neyse onu verdim yani. Kim olursa olsun. Size "Ergenekoncu" diyorsa, ve her konuyu dönüp dolaştırıp Ergenekon’a filan bağlıyorsa, onun düşünce kısırlığı ayrı bir şey, ama bunun ötesinde bir de sizi bir şeyle itham ediyor, ya o doğru dürüst itham edecek, dolandırmayacak lafı, ben birkaç kere ona zorladım, "Ertuğrul Özkök’ün komutu ile yazıyor" demeye getiriyor, bunu söyleyecekse bir insan açıkça söylemeli. Bunu ima etmek çok daha yakışıksız bir şey. O zaman cevabını vereceksiniz. Ve ben çok iyi cevap veren biriyim, dediğim gibi sükunetini kaybetmeyen biriyim. En büyük talihsizliği bence benle tartışanların benim çok kontrollü olmamdır. Yani zannetiklerinin aksine hiç bir zaman düşünmeden cevap vermem, hiçbir zaman tartmadan ölçmeden öfkeme, duyguma kapılmam.

- Mustafa Karaalioğlu’nun ayrılması döneminde sizin NTV’deki program ekibinden, kanal yöneticilerinden seni ikaz eden, eleştiren oldu mu?

Tabii ki hayır. Kendi gerekçeleriyle gitti. Tabii ki hayır. Onun belki kişisel bir rahatsızlığı vardı benimle ilgili veyahut başka bir gerekçesi vardı. Çünkü o kanalda başka programlara çıkıyor.

- Gün içinde gazete okurken seni en çok çileden çıkaran şey ne olur?

Mesela en son bu Zonguldak’taki medendeki işçilerle ilgili derin bir şey duymasaydım, öfkelenmezdim. İnsanların bu konudaki sessizliği bile öfkelendiyor sizi. Yani bir şey yazmaması da öfkelendiriyor. Bakıyorsunuz, sizi böyle çileden çıkarmış, kurtulamadığınız, kabus haline gelmiş bir olay kimseyi fazla ilgilendirmiyor. Yani bu beni öfkelendiriyor. İlla birinin bir şey yazıyor olması değil, atmosfer de beni öfkelendirir. "Ben niye kimse bir şey söylemiyor" diye yazdıktan sonra birilerinin özrü kabahatinden büyük bir şeyler yazması, birinin kalkıp "Çinliler bak bu işi halletmişler, çünkü bir işçinin ölüsü dirisinden daha pahalıya mal oluyormuş" yazması beni çileden çıkarır.

- Kılıçdaroğlu meselesinde de medyanın kantarın topuzunu kaçırmasına ne diyorsun, yine böyle pro-kontra kamplaşmasına?

İktidar çevresinin en azından ayıp olmasın diye daha itidal ile davranması beklenirdi. Gerisi, yani rakibiniz olan çevredeki bir şeyi "aman ne güzel" filan diye alkışlamayabilirsiniz, onda da hemen eleştirecek bir şeyler bulmaya çalışabilirsiniz, ama dün bir bugün iki olan bir şeyi  en azından nezaketen veya ayıp olmasın diye daha medeni bir tavır gösterebilirlerdi ama öyle anlaşılıyor ki öyle bir ölçü yok. Ama onun dışındaki arkadaşları anlamakta, bir kez daha beni şaşırtmayı başarıyorlar.

- Kim mesela?

Kendine demokrat diyen, sizinle aynı şekilde tanımlamıyor olabilir, sizinle aynı şeylerden umutkar olmuyor olabilir, ama en azından şu noktada odaklaşabileceğiniz insanlar, "daha fazla demokrasi olsun", anayasa paketi konusunda mesela, "bu paket daha fazla demokrasi getirir ya da getirmez" diyebiliriz ama eğer çıkış noktamız şu ise, "evet, Türkiye’de daha fazla demokrasi olsun", en azından bu tür arkadaşlarımızın, "inşallah CHP de, bir tek şeyle anlaşılmaz da, ama inşallah da demokratikleşir CHP" demesini beklerdim, kulp takmak yerine. İkincisi baskı unsuru olmamız gerekir diye düşünüyorum, daha fazla demokrasi isteyen kim varsa, BDP üzerinde, MHP üzerinde, AKP üzerinde, yaptığımız işlerin hepsi aslında baskı oluşturmak, kaygımız daha fazla demokrasi, herkes kendince, en azından böyle bir gayret, böyle bir çaba görmek isterdim. Beni şaşırttıkları nokta bu. Böyle bir partizanca, "bu parti kötüdür" falan. Bunun, dönelim bakalım, AKP’nin kurulduğu yıllara, bir çevrenin "işte bunlardan adam olmaz, bunlar muhafazakar demokrat diyorlar kendilerine ama zaten geçmişlerine bakın neler söylemişler, bakalım ’değiştik’ diyorlar ama gerçekten değiştiler mi, zaten değişemezler, takiye yapıyorlardır" diyenlerin tıpkısının aynısını şimdi, sadece muameleye maruz kalan iktidar çevresi değil, güya buna daha mesafeli olan ve güya daha fazla demokrasi isteyen arkadaşlarımız yapıyor. Bir demedikleri "takiye yapıyorlar" oldu, şu bir hafta içerisinde. Demek ki hepimizin ortak şeyi, en azından asgari ortaklaşabileceğimiz şey "daha fazla demokrasi" falan değilmiş. Kolay demokratlık yapmakmış. Bunları Kılıçdaroğlu konusunda "daha fazla demokrasi" konusunda bir kanaat hasıl olduğu için söylemiyorum, bu benim izlemeye aldığım bir gelişme. Ben zaten bunun Kılıçdaroğlu’nun ötesinde bir şey olduğunu düşünüyorum. Yani iktidar yorgunluğundan, bezginliğinden orada bir kıpırtı olduğunu düşünüyorum.

- "Yandaş medya"dan sonra şimdi "candaş" ve "yoldaş" medya kavramları türetildi. Burada bir tehlike görüyor musun? Yani "candaş" ile yapılan imada.

Bunun üzerine konuşulması değer. Ben şunu çok tabii bulurum. Bir gazeteci haber yaparken objektif olmak zorunda. Ama köşe yazarı zaten objektif olmak iddiasında değil, herkes taraf olmalı, bir tutum sergilemeli, ha bu tutum bir partiden yana da olabilir, şu a, b partisinin destekçisi olursunuz, yandaş medya tartışması şundan çıktı, bir medya çevresi objektif olduğunu iddia ettiği halde, iktidara "gözünün üstünde kaşın var" demiyordu ve bir yandaş medya tartışması çıktı. Onlar da "hayır, biz objektifiz" diyorlardı. "Biz bu hükümeti çok beğeniyoruz, destekliyoruz" diyebilmeliler, "onlardan yana olmayalım de kimden yana olalım" diyebilmeliler. Yeni Şafak gazetesinde Başbakan’ın danışmanı müstear isimle yazıyor, kimse ona "vay" demiyor. Ben garipsemiyorum. Yazan arkadaş da "hayır, ben objektifim" demiyor. Zaten herkes onu, "bakalım, iktidar ne düşünüyor" diye fikir almak için okuyor. Ben burada sorun görmüyorum. Sorun bir insan birini destekliyorsa ve "hayır, ben eşit mesafedeyim" diyorsa. Bunu da neden derler, anlamış değilim. Tabii bütün medya grubu olarak böyle olursanız böyle bir ihtiyaç hissedebilirsiniz, bunu  bütün medya grupları için söylüyorum, sadece "yandaş medya" denilen medya grubu için söylemiyorum bunu.

- ’Yandaş medya’ kavramı aslında nötr sayılır. Ama ’candaş’ Aleviliğe işaret ettiği için tehlikeli değil mi?

"Yoldaş" da diyorlar bu anlaşılabilir, "solculuk" iması, bunda mesele yok, ama diğeri, Alevilik’te de mesele yok ama, ama Aleviliğe işaret etmek bununla ilintili olarak, zaten Zaman gazetesinde de oldukça tartışmalı bir röportaj yayımlandı bu konuda, işte bir eski hukukçu, işte "eskiden yargı TSE damgalıydı, Erzurum, Erzincan, Sivas" diyerek yargıdaki Alevi karakterinin altını çizmiş. Bir sosyolojik vaka olarak, "evet, CHP, cumhuriyetçi ideoloji Aleviler’den büyük destek almıştır" demek başka, ama burada böyle bir şey, bir mezhebin aslında kılık değiştirerek karşımıza cumhuriyetçilik, laiklik olarak çıktığını söylemek başka. Yoksa CHP ile Aleviler’in ilişkisi üzerine birçok araştırma var. Ama kimi siyasi oluşumların, görüşlerin mezheplerin kılık değiştirmiş hali olduğunu söylemek başka. Tıpkı anti-semitizm gibi. Mesela işte "komünizm ama, aslında bu Yahudiliktir" gibi. Çok sorunlu bir söylem bu. Şimdi konumuz Alevilik ama, aslında genelde sorunlu bir söylem bu.

- Peki, bu anlayış Ak Parti tabanında karşılık bulur mu?

Ben AKP’nin bu Alevilik meselesinin üstüne gideceğini sanmıyorum. Daha yeni Alevi açılımı yapıldı. Beğeniriz beğenmeyiz. Kendisini bu işe angaje etmiş bir partinin ben yeniden bu Alevilik-Sünnilik sarmalına döneceğini zannetmiyorum. Öyle olursa çok talihsizlik olur. AKP için de talihsizlik olur, Türkiye için de talihsizlik olur. Yani her bakımdan çok kaygı verici bir şeye geri dönmüş oluruz. Ama taban diyorsanız, tabanı bu konuda yönlendirmek mümkün, çünkü taban Sünni muhazakar bir taban. Bu nedenle tabana bu mesajları verirseniz çok sorun olur. Karşılık bulur ama eskisi kadar da bulmaz. Çünkü Türkiye de değişiyor.

- Bir zamanlar başörtüsü mücadelesi veren ve Ak Parti’nin iktidara gelmesinde önemli taşıyıcılık işlevi olan kadınlar ne diyor sorunlarının çözülmemesiyle ilgili. Nerede o kadınlar şimdi?

Ne diyecekler? Herhalde bu konuda AKP’ye kızmıyorlardır. Çünkü ne zaman bu konuda hükümet bir şey yapacak olsa, kapatılma ile karşı karşıya kaldılar. O kadınlar da şimdi benim durduğum yer gibi bir yerde duruyorlar.

- Vakit gazetesi ile iki hafta önceki edep tartışman ne oldu?

O şundan çıktı. Taha Akyol programda bu kaset meselesini muhafazakar kesimin edep duygusu ile hareket edip fazla gündeme getirmediğini söyleyince, ben de Zaman gazetesinin edepli davrandığını ama muhafazakar kesimin tümünün böyle olmadığını söyledim. Bir kere zaten Vakit’in bir edep sorunu olduğu aşikar. Ama Yeni Şafak gazetesinin eskiden bu konuda izledikleri çizgiden nasıl farklılaştıklarını, nasıl bu edep, adap kaygısından uzaklaştıklarını hayretle izlediğimi söyledim. En çok onların alınması lazım. Hatta örnek de verdim. Bu gazetede en yaşlı, olgun, itibarlı yazarın "anan güzel mi" diye başlık attığını, yani bunun çok çirkin çağrışımları olan bir laf olduğunu, ve eskiden Yeni Şafak’ta böyle bir kaygının olduğunu, artık görmediğimi söyledim, keza Taha Bey de "muhafazakar kesimi genellemeyelim" dedi, eski Meclis Başkanı da "ananın nikahı" diyor. Vakit gazetesi dediğimiz, gerçekten edep kaygısı gütmediğini izlediğimiz gazete ile mesafe koymuyorlar aralarına, Başbakan’ın uçağına alıyorlar. Bunu dedim diye. Bu tartışma bundan ibaret yani. Onun üzerine de Vakit gazetesinden bana telefon ettiler, "Niye böyle söylüyorsunuz" dediler. Ben de "edep sorununuz olduğunu düşünüyorum" dedim. "Acaba kişisel gerekçelerle mi" dediler. "Valla, bunu çok da dolandırarak anlamaya gerek, edep sorununuz olduğunu düşünüyorum ve söylüyorum" dedim. Onlar da "sadece bizim mi edep sorunumuz var" dediler. Ben de "hayır" dedim. "Sizin edep sorununuz yok, birçok edep sorunu olan yazar olduğunu ben düşünüyorum. Ama onların size bu eleştiriyi yapma hakkı yok ama benim var, çünkü benim yazdığım, çizdiğim ortada, onun için kusura bakmayın, ben size bu eleştiriyi yaparım, aynı edepsizlik düzeyinde olduğunuz insanlara istediğiniz edepsizliği yapın" dedim.

- Ahmet Hakan’daki değişimi nasıl değerlendiriyorsun? Yakın arkadaşısın.

Ben bu konudaki iki yazı yazdım. Takdir edersin ki bu benim için zordu. Yapmayı tercih etmeyeceğim ama yapmak zorunda olduğuma kanaat getirdiğim için yazdım. O kadar bir yoğunlaşma oldu ki bu konu etrafında. Yakın tanığı olan biri olarak bu, yani Ahmet’in geçirdiği ileri sürülen değişimi, veya geçirdiği değişimi, veya onun etrafında oluşan şeyleri yakın izleyen biri olarak iki yazı yazdım. İlgilenenleri bu iki yazıya yönlendiriyorum. Bunu sürekli söz konusu etmek istemiyorum açıkçası. Onun dışında yani onun ötesinde Ahmet’in yazdığının, çizdiğinin, yani ikimizin böyle beraber anılmasını bir şekilde biraz anlayabilirsiniz ama bir noktadan sonra bunun da büyük bir haksızlık olduğunu düşünüyorum. Çünkü ikimiz de köşe yazıyoruz. Yani birbirimizin yazıları üzerinden okunmamız gerekmiyor. Yakınlığımız ne olursa olsun, örtüşen fikirlerimiz ne olursa olsun, ayrışan fikirlerimiz ne olursa olsun, zeten bunları biz yazı ile dile getiriyoruz. Örtüştüğü zaman da gizli değil, ayrıştığı zaman da gizli değil. Dolayısıyla bunun üzerine hala spekülasyon yapılmasını ben anlamış değilim. Ha, bunlar Doğan Medya komplolarına kadar gidiyor. İşte "Doğan Medya Grubu’nda çete" filan diye. Ben böyle bir medya kariyeri yapmak istesem zamanında öyle bir medya kariyeri yapardım, öyle bir kariyer yapardım, mağduriyetlerini mevzu bahis etmek isteyen bir insan olmadığım için, bir dönem belli bir medyadan, buna Doğan Medya dahil ne kadar dışlandığımı, ne kadar uzak tutulduğumu, ne kadar nefret edildiğimi herkes bilir. Bunu göze almış biri olmuşken, böyle kalkıp da Doğan Medya’nın böyle en zayıf olduğu, hedef olduğu bir dönemde kalkıp orada bir kariyer uğruna bir şey yapmayacağımı herkes bilir.



RÖPORTAJ: AHMET TULGAR

FOTOĞRAFLAR: CELAL YILDIZ