İKİ ROMAN ARASINDA DEPRESYONA GİRİYORUM!

Medyaradar'ın usta röportajcısı Yüksel Şengül, "İskender" adlı yeni romanı nedeniyle son günlerin en çok konuşulan ve tartışılan ismi Elif Şafak ile buluştu, “Sorunlu” denilen evliliği dahil, merak edilen her şeyi konuştu.

Aydınlık ve insana huzur veren bir gülümsemesi var Elif Şafak’ın. Haliç’teki tarihi Cibalikapı Balıkçısı’nda, tavşan kanı çaylar eşliğinde sohbetimize başlıyoruz...

Romanınız hayırlı olsun Elif Hanım. Roman bitince siz de rahatlıyor musunuz, hafifliyor musunuz, yoksa bir sonraki çalışmanın planları, gerilimi hemen başlıyor mu?

Ben roman biter bitmez yeni bir romana başlamıyorum. Biraz bekliyorum, demlenmek, durmak istiyorum ve onun enerjisi benden çıksın istiyorum ki, yeni bir romana taze bir enerjiyle başlayayım. Kendimi tekrar etmeyeyim. Bu yüzden de arada duruyorum. Ama doğrusunu söylemek gerekirse benim için iki roman arası en zor dönem. Boşluğa düşüyorum. Tıpkı benim gibi iki roman arasında bunalıma depresyona giren pek çok yazar olduğuna da şüphem yok. 

Depresyona giriyorsunuz, öyle mi?

Evet, yer yer iki roman arasında depresyona giriyorum (gülüyor).

Girince ne yapıyorsunuz? Çevrenizi hırpalıyor musunuz, psikolojik destek alıyor musunuz?

İnsan daha çok kendisini hırpalıyor. Ben kimseyi hırpalamam, kendimi hırpalarım. Gerekiyorsa psikolojik destek de alıyorum.

Demek ki o iki roman arasında yaşanan dönem size negatif olarak yansıyabiliyor. Ta ki yeni roman planlarıyla her şey pozitife dönüşene kadar…

Evet, çünkü kendinizi çok sevdiğiniz bir dosttan ayrılmış gibi hissediyorsunuz. Roman bitince öyle garip bir hüzün oluyor.

İskender’le vedalaştınız mı?                                                   

Hayır, henüz değil ama tabi bir süre sonra ister istemez vedalaşıyorsunuz, ki taptaze bir enerjiyle yeni bir romana başlayabilesiniz. Yani o her zaman benim için çok özel bir yerde duracak ama onunla sonsuza dek olmayacağımızı da biliyorum.

‘İskender’ romanınız kitapçı raflarında, herkesin ve de bazı edebiyatçıların dilinde. Sizi sert şekilde eleştirenler oluyor. Mesela, “Kitap kapağına kendi resmini koymak olur mu? Okurun hayal gücüne fırsat bırakmıyor” diyenler var...

Tam tersine, mümkün mü okurun hayal gücüne fırsat bırakmamak. 450 sayfanın üzerinde bir romandan bahsediyoruz. Yani bir resimle okurun hayal gücüne fırsat bırakmamak nasıl mümkün olabilir. Ben çok açıkçası eleştiriyi önemserim ama iyi niyetli olanlarını… Onun ayrımını yapmayı da zaman içinde öğrendim. Kapaktaki fotoğrafta görünen kişi ben değilim zaten ama İskender de değil… Orada kendini bir başkasının yerine koyabilmenin resmini görüyorsunuz.

Fotoğrafta kim var o zaman?

Olduğum şeyden çıktım. Bana yakıştırılan tanımlardan, kadın yazar kavramından başka cisimleştirmelerden sıyrıldım. O kahramana dönüşmek, kendimi onun yerine koymak ve bir de onun gözünden bakmak çok önemliydi. Zaten kendini başkasının yerine koyabilmek ve empati kurabilmek edebiyatın özü olan şeyler. İkinci olarak da “Erkeklik nasıl inşa ediliyor?”u görmek istedim. Erkeğin içinde kadının rolü ne? Aslında her erkeğin içinde bir kadın var. Bunların emareleri ortadayken uzakta kalmak bana çok doğru gelmiyor. 

Aslında bilakis okurun hayal gücüne yardım ediyor. Belki ona açılım sağlıyor.

Tabi ki bir yandan da okura “Kalıpları kır” diyor. Çünkü hepimiz insanız ve temel olarak aldığımız kalıplar var. Orada tam da kalıpları zorlayan ve aşmak isteyen bir çaba var. Ben okuru, kalıpları kırmaya davet ediyorum.

Edebiyat dünyasında da çekememezlik oluyor demek ki, bunu en sert haliyle hissediyor musunuz?

Bence edebiyat dünyasındaki çekememezlik magazin dünyasına göre daha fazla… Nedenine dair ister istemez düşünüyorum. Çünkü çok olan bir şey ve sürekliliği var. Biz yazarlar çok şişkin egolara sahibiz, belki de bundan oluyordur.

Sizin de böyle şişkin egolarınız var mı?

Olmaz mı! (gülüyor).

Hiç öyle görünmüyorsunuz ama…

(Gülüyor) Benim de egolarım var. Çünkü biz yazarken kendimizi Tanrı zannediyoruz, bir şey zannediyoruz. Yaratıyoruz zannediyoruz. Kahramanlar yaratıyor ve onların kaderini yazdığımızı zannediyoruz. İşte o zann’a ihtiyacımız  var. Ama ikincisi, çok yalnız bir iş yapıyoruz. Bir yönetmen ortak iş yapmayı öğreniyor. Sanatın birçok dalında birçok insan beraber çalışıyor. Mesela bir dizide oynayan sanatçı, beraber iş yapmanın ne demek olduğunu öğrenmek zorunda kalıyor. Ama romancı, beraber iş yapmayı bilmeyen bir insan… Biz çok yalnızız, bir de buna egoyu ekleyince, bizim gözümüzün önündeki perdeler daha fazla oluyor.

‘İskender’i önce İngilizce yazdınız. Buna da kulp takıldı ve sizin “Türkçe yetersiz bir dil olduğu için İngilizce yazıyorum önce” dediğinizi söyleyenler çıktı. Bunu söylediniz mi Allahaşkınıza?

(Şaşırıyor) Ömrü hayatımda böyle bir laf etmedim, nasıl edebilirim, buna çok içerliyorum. Bu benim söylemediğim bir söz ve adeta benim ağzımdan çıkmış gibi üzerime yapıştı. Bu duruma itiraz ediyorum. Benim Türkçe’ye inanılmaz bir sevdam var. Ben bu dili sevmesem niye uğraşayım Osmanlıca kelimelerle, tasavvuftan gelen bunca güzel kelimeyle, ifadeyle… Türkçe benim anneannemin, çocukluğumun dili. Şu an nefes aldığım dil. Bunu nasıl küçümseyebilirim. Bunu demem mümkün değil.

Ama İngilizce yazıyorsunuz…

Şunu anlamaları lazım, o kadar kısıtlayarak bakıyorlar ki, ben İngilizce yazıyorum doğru ama sadece İngilizce değil, Türkçe de yazıyorum. İngilizce’yi Türkçe’nin yerine koymadım. İnsanlar eskiden çok daha açık fikirliyken bunlar yapılabiliyordu. Mesela Halide Edip Adıvar, hem İngilizce hem Türkçe roman yazıyordu. Osmanlı’nın son zamanlarında birçok kadın şair ve romancı var ki, bırakın iki dili, üç dilde bile yazıyorlardı. Yani neden mümkün olmasın? Kişi onu keyif alarak yapıyorsa… Ben İngilizce yazıyorum, Türkçe’ye çevriliyor ve o zaman ben onu elime alıp yeniden yazıyorum. Ben iki kat mesai harcıyorum. Bu kadar emek sarf etmemin tek sebebi var, ben dili, alfabeyi, harfi seviyorum.

Rasim Ozan Kütahyalı ‘Elif Şafak Hezeyanları’ başlıklı köşe yazısında yazarlarımızın şöhrete ulaştıktan sonra pek çok kesim tarafından karalandığının altını çizdi. Bu konuya katılıyor musunuz? Size yönelik eleştirilerin ya da karalamaların dozu ‘çizme’ sınırını aştı mı?

Ben polemikleri hiç sevmiyorum. Kalemimi böyle kullanmak, kalbime yakın gelmiyor. Ben enerjimi okurdan alıyorum, bu bir sır değil ama ne yazık ki basın ve kültürel elit birbirini dinlerken, okurun ne dediğini dinlemiyor, bilmiyor. Okurlarım mailleriyle, yazdıklarıyla fikirlerini belirtiyor. Beni yolda gördüklerinde çevirip konuşuyor, imza günlerimde yanıma gelip özel hayatlarını anlatıyor. Anneannesinin kitabı okuduğunda ne hissettiğini anlatıyor, yani ben bu muhabeti nasıl görmem. Ben oraya bakıyorum ve başka yere bakmaya, polemiklere girmeye gerek yok diye düşünüyorum.

‘İskender’in piyasaya çıkmadan 165 bin ön sipariş almasından ötürü sizi tebrik edenler çıkmıştır inşallah!

Henüz tebrik edeni duymadım, siz ilksiniz vallahi (gülüyor).

Çok satıyorsunuz, rekorlar kırıyorsunuz... Elif Şafak’ı niye bu kadar çok seviyorlar?

İşin sırrı bende değil. Türkiye’de çok özel bir okur kitlesi var. Bu okurun hakkı o kadar yeniyor ki, çünkü biz sürekli bu ülkede kitap okunmadığını söylüyoruz. Tamam, yeterince kitap okunmuyor doğru ama bir de okuyan bir kesim var ki ben onlar gibi okuyucu görmedim. Ben bunları yurt dışında da söylüyorum. Bizde çok duygusal bir okur var. Öyle ki, bir kitabı sevdiğinde onu okuyup teyzesine veriyor, o bitirdikten sonra yurt dışındaki yeğenine gönderiyor. O da okuyunca kitap dönüp dolaşıp geri geliyor. Ben böyle yüzlerce binlerce olay gördüm. Kitabımı aynı aileden üç kuşağın okuduğuna şahit oldum.


“Türk insanı okumayı sevmez” denilir oysa...

Ben buna hiç katılmıyorum. Biliyorsunuz ki biz hiçbir zaman gerçek satış rakamlarını da bilmiyoruz. Ülkede çok ciddi bir korsan var. Mesela Güneydoğuda, tatil beldelerinde, sahil şeritlerindeki büyük şehirlerde korsan çok. Bu yüzden kimse gerçek rakamları bilmiyor. Belki de açıklanan rakamların iki katı üzerinde bir satış oluyor. Yeterince okumuyoruz doğru, daha çok okuyalım doğru ama “Hiç okumuyoruz” çıkarımında ciddi bir hata var.

Romancı olmak aç ölmekle birken artık yazarlarımız Nobel bile alabiliyor, romanları milyon satabiliyor. Bir şeyler değişti mi?

Bence değişiyor. Türkiye inanılmaz dinamik ve genç bir ülke. Yani hem bu kadar kültürü itibariyle köklü bir geçmişi olup, bu kadar genç olan çok fazla ülke yok. Değişime de çok açık bir toplumuz, son 10 yıl içinde kültür ve edebiyat alanında inanılmaz değişimler, çoğullaşmalar yaşandı. Bunları gayet önemli buluyorum ama şunu da unutmamalıyız ki bizden önce yaşamış yazarlara ve şairlere vefa borcumuz var. Bugün için bir nebze daha rahat koşullarda yazabiliyorsam bunu hiç şüphesiz benden önce yaşamış kadın yazarların varlığına borçluyum. Onlar bir şeyleri bizim için kolaylaştırdılar. Onun için vefa duygusunu yitirmeden ama günümüzde de bir şeylerin değiştiğinin bilincinde olarak neden önümüze bakmayalım. 

Ama şimdi de herkes roman yazmaya başladı. Hatta gazetelerde “Yazdıklarınızı belli bir ücret karşılığında roman olarak yayınlayabiliriz” gibi ilanlar çıkıyor. Herkesin kitap yazmaya kalkışması iyi mi, kötü mü?

Edebiyat dünyasında bundan çok rahatsız olan insanlar var. Ben hiç rahatsızlık duymuyorum. Daha çok sayıda insanın roman ve hikaye yazmak istemesi ne kadar güzel… Vaktimizi, enerjimizi bunlarla geçirmek ve değerlendirmek istiyorsak, ne kadar hayırlı bir şey yapmış oluruz. Bir tanesi kalkar başından geçeni yazar, öbürü kendi dünyasını anlatır ve bundan kimseye zeval gelmez. Herkes kendi okurunu yakalar. Önümüzde az sayıda darı varmış da birileri birkaç tane alırsa diğerleri aç kalır gibi bir durum yok. Bu öyle bir dünya ki, bence herkese yer var. İnsanların roman yazmak istemesinden zerre kadar rahatsızlık duymuyorum. Bence illaki de ünlü olmak istediklerinden değil, anlatmak istedikleri hikayeleri olduğundan yazmak istiyorlar.



Herkes zaten “Anlatsam hayatım roman olur” demez mi?

Gerçekten de öyle ama doğru söylüyorlar. Çoğu zaman o sözde bir doğruluk payı vardır.

Yazarlık sonradan öğrenilebilir mi, yoksa kalıtsal mıdır?

Bence yazarlık ciddi emek isteyen bir şey. Biz her zaman ilhamdan ve yetenekten bahsederiz. Bence bu işin yüzde 20’si ya da 25’i kabiliyet, geri kalanıysa emek… Bunun için çalışmak gerekiyor, yazarlığın da kendince bir ilmi var.

“Asla yazmam” dediğiniz konu ya da konular var mıdır? Kırmızı çizgileriniz...

Yok, kendime öyle hudutlar koymuyorum. Ben hissettiğim şeyleri yazmak istiyorum. İlla da bu konuyu yazmalıyım diye takıldığım yerler de yok. Her kitabımda farklı bir yolculuğa çıkmayı seviyorum. Her romanda.

Evet, dönelim biz ‘İskender’e... Siz yalnız roman kapağında İskender olarak poz vermekle kalmıyorsunuz, romanda da İskender oluyorsunuz. İskender olurken sizi en çok ne ya da neler zorladı?

Ben bu romanda birçok karaktere büründüm. Esma, Yunus, Pembe oldum. Ama en zoru İskender olmaktı. Çünkü İskender kalp kıran, etrafına karşı hoyrat davranan, sertlikleri olan ama aynı zamanda sırça bir kalbe sahip bir erkek. İncittiği kadar aynı zamanda incinen de biri. Kendimi onun yerine koymak benim için bir sınavdı. Zaten kapak fikri de oradan çıktı. Ben o sınava o kadar odaklandım ki… Bir buçuk sene boyunca “İskender olsa nasıl düşünürdü, nasıl yürürdü?” derken onun gerçek bir insan olduğunu zannediyorsunuz. Onunla o kadar hem hal oluyorsunuz.

İskender’i yazarken, kim ya da kimlerden esinlendiniz? Var mı yaşayan benzerleri?

Bence çok var. Tabi ki bu kahraman (İskender) hayal gücümün bir ürünü ve ben romanlardan çıkarak genelleme yapmayı sevmiyorum. İskender şöyle insanları temsil ediyor diyemem. İskender gözümde tekil bir hikayedir ama tabi ki hep çevremizden besleniyoruz, etkileniyoruz. Gördüklerimiz, okuduklarımız, kadının yaşadıkları, kadına yönelik şiddet, bence bunları az buçuk vicdanı olan hepimiz kaygıyla izliyoruz.

‘İskender’in diğer romanlarınızdan farkı nedir? Hani Başbakan “Şimdi ustalık dönemim” diyor ya, sizin de bu roman ustalık döneminiz mi?

(Gülüyor) Teşekkür ediyorum. Baktığım yerden edebi anlamda daha olgun bir kitap, ben de öyle görüyorum ama takdir tabi ki okurun.

Sanırım 1,5 yıl sürdü romanın tamamlanması ve siz bu süre içinde İskender olmak için çırpınıp durdunuz. İster istemez, zorla İskender olup İskenderleştiniz galiba...

İskenderleştim doğru, vallahi de öyle (gülüyor), ister istemez… Bir de İskender’in 15 yaşındaki hali, sonraki hali derken… Çünkü İskender bu romanda en çok değişen karakter, neredeyse tüm karakterlerin hikayeleri ve değişimleri var ama başlarken ve biterken farklı olan yegane karakter o. Çok büyük değişimler geçiriyor. O değişimi anlamak önemliydi.

‘İskender’leşmek psikolojinizi zaman zaman etkiledi mi?

Zaman zaman değil, pek çok zaman ‘İskender’leşmek psikolojimi etkiledi(gülüyoruz).

Peki, psikolojik yardım aldınız mı?

Yok, psikolojik destek almıyorum. Neden almıyorum? Çünkü yazmak benim için bir nevi terapi gibi oluyor. Bana iyi geliyor. Hem hırpalıyor, hem tedavi ediyor. Yazmak hem derdim, hem dermanım oluyor.

İskender, romanın akışı içinde tasavvuf hayatına girince değişime uğruyor.

Tasavvufun birçoğumuza iyi geleceğine inanıyorum. En azından bana iyi geldi, bunu biliyorum. Kendimden biliyorum. İnsan nereden bilir? Kendinden bilir. Keşke çok daha fazla insan bu felsefeyle tanışsa, tabi ki bunu kendi sınırları ve yaşantısı içinde idrak ederek… Onun için o kitapta ucunu açık bırakmak istedim, karar okurun.

‘İskender’ bir aile romanı. Ailesiz büyüdüğünüz için mi hep aileler konusu sizi çekiyor ya da düşündürüyor?

Bence çok etkisi var. Kendi ailesizliğimin, çocukluğumdan itibaren yarı gıpta ve yarı merakla aileleri izlemenin muhakkak ki etkisi var.

Elif Hanım, Türkiye’de kadın olmak beraberinde hangi temel zorlukları getiriyor?

Gayet ataerkil bir toplum olduğumuzu düşünüyorum. Bunu görmemiz lazım, bu çok farklı seviyelerde ve düzeylerde işliyor ama gayet ortada. O kadar ki bazen hiç ummadığınız bir yerde karşınıza çıkabiliyor. Aydın çevrelerde bile rastlayabiliyorsunuz. Bunun bir sınır ve coğrafyası yok. Benim gözümde bu konu o kadar karmaşık bir şey ki ben ataerkillik dendiğinde, erkeğin kadına zulmü gibi bir şey algılamıyorum. Bence biz kadınların da bir takım adaletsizliklerin ve haksızlıkların devam etmesinde rolü var. Bizim de onunla yüzleşmemiz lazım ama bence en önemlisi mevcut sistem kadınları mutsuz ettiği kadar, erkekleri de mutsuz ediyor. Çünkü erkeklerin üzerine de kalıplar giydiriyor ve onun azıcık üzerine çıkmaya çalışanla alay ediyor, onu rencide ediyor. Onu da aşağılıyor, yeterince erkek değilmiş gibi hakaret ediyor. Erkek için de bunlar çok zor, o da mutsuz oluyor.

Öteden beri kaba kuvvet şikayetleri gündeme taşınır. Büyüklerimiz, karakoldaki polisimiz, dayak yiyen kadına çoğunlukla “Kocandır, sever de döver de, hadi kızım dön evine” derler... Bu tavır doğru mudur, yanlış mı?

Bence Türkiye’de çok şeyin değişmesi lazım ama öncelikle zihniyetlerimizin değişmesi gerekiyor. Daha iyi yasalara, yasalardaki boşlukların giderilmesine ihtiyacımız var. Polisin çok daha duyarlı olmasına ihtiyacımız var. Tam da dediğiniz tavır itibariyle… Çünkü dayak hafife alınacak bir şey değil, topluma o kadar işliyor ki, dayak yiyen bir süre sonra dayak atar hale geliyor. Bu bir zincir, bunu görmemiz lazım, dayak yiye yiye büyüyen erkek çocukları ileride dayak atan babalara dönüşüyor. Bu nasıl bir mutsuzluktur ki, kuşak kuşak devam ediyor ve bunu telafi edecek lüksümüz kalmadı.

Siz de bu topraklarda yaşayan bir kadınsınız. Üstelik güzel bir kadınsınız. Çok merak ediyorum, diğer kadınlarımız gibi sizin de madur olduğunuz anlar olmadı mı hiç?

Bir mağduriyetten bahsetsem… Türkiye’de öyle mağduriyetler yaşanıyor ki, onların yanında benim maduriyetim devede kulak kalır. Ama kendi yüzdüğüm deryada edebiyat ve kültür anlamında da çok örtük ama bir o kadar ataerkil kalıplar var. Mesela bir kadın yazarı eleştirirken kullanılan ton, küçümseme ifadeleri, tepeden bakmalar, erkek romancıya yapılmıyor. Kadın özellikle gençse daha çok bu tarz şeylere maruz kalıyor. Ben çok şükür artık yırttım. Ama 20’lerinde ve 30’larındaki kadın yazarların işleri çok daha zor. Aydın kesimin içindeki ataerkilleri de unutmamak lazım, onların da içinde çok sayıda ataerkil var.

Özellikle son dönemde kadın cinayetlerinin sayısı yürek sızlatacak kadar artmış durumda. Bu cinayetler bize neyi anlatıyor? 

Bence bu cinayetler bize artık bu meselenin ertelenemez bir hal aldığını söylüyor. Her zaman “Önce temel meseleleri çözelim, ardından ona da sıra gelir” deniyor ya, artık bu konunun sırası geldi. Artık ertelenemez ve ivedilikle çözülmesi gerekiyor. İnşallah yeni mecliste ilk ele alınan yasa bu olur diye ümit ediyorum.  Bunun için herkesin çaba göstermesi gerekiyor. Çünkü bence bu ekonomik olarak gelişmemiş, cahil insanların yaşadığı bir sorun değil. Biz hep böyle baktık ama bu hepimizin sorunu, profesör de doktor da eşini dövüyor. Belki o kadınlar mağduriyetlerini daha zor ifade ediyorlar. Türkiye’nin her yerinde karşımıza çıkıyor. Cinayetleri, hiçbir kesime mal etmeden “Hepimizin sorunu” diyebildiğimiz zaman aşacağız.

Bir de “Yuvayı dişi kuş yapar” deriz hep... Bu bir iltifat mıdır, yoksa kadına bir sorumluluk daha mı yüklemektir?



(Gülüyoruz) Valla ne kadar iltifat bilmiyorum. Kadından o kadar çok fedakarlık yapması bekleniyor ki ve sağ olsunlar, onlar da yapıyorlar. Ama birçok kadının belli bir yaştan sonra ciddi sorunlar yaşadıklarını düşünüyorum. Çocukları büyütüp üniversiteye gönderdikten sonra içinde kalan ukteleri, tutkuları ortaya çıkıyor. Bu tarz mutsuzlukları yaşamamak adına hayatlarına ve düşlerine sınırlar, setler çekmeden yaşamaları gerekiyor. Yuvayı bence hep birlikte yapmalıyız, “Sadece dişi kuş yapar” ne demek?  Ya da ailenin reisi olarak bir insanı görmek ne demek? Her bir ferdin kendince katıldığı bir yuva fikri bana daha insanca geliyor.

Eş, anne, yazar, kadın Elif Şafak... Pek çok cephede mücadeleniz sürüyor... Peki, mutlu musunuz?

Mutluluk öyle bir şey ki… Mesela ben çocukluğumdan beri mutluluğu hedef gibi algılamadım. Çünkü hayatta yaptığınız pek çok şey vardır ve mutluluk onun yan etkisidir. Kimi insan vardır mutluluğu ana hedef olarak görür ama ben böyle görmüyorum. Tabi ki mutlu olmayı çok önemsiyorum ama o yaptığım işin yan etkisidir.

Şu anda İskender’den mutlu olmak gibi…

Tabi ki kesinlikle katılıyorum.

Elif Hanım, yalnız romanlardaki başarınız nedeniyle hedefte değilsiniz... Özel hayatınız konusunda da iddialar geliyor kulağımıza... Evliliğinizin bitmek üzere olduğunu söyleyenler var, bittiğini iddia edenler var...

Evliliğimin bitmek üzere olduğu konuşuluyor, bir bakıyorum internet sitesinin biri ortaya iddia atmış. Bir gazete bunu alıp manşetine taşımış, konu yayılmış gitmiş. Bu olanları çoğu zaman seyirci gibi izliyorum.

Sizin için “Mutsuz” diyorlar…

Şimdi gerçekten açık olarak konuşmak gerekiyorsa, bence yazar olup da çok mutlu olmak mümkün değil. Bizler arızalı insanlarız, ben sanatçıların öyle olduğunu düşünüyorum. Onların hayatla ilişkisi inişli çıkışlıdır ve bizim damımız akar. Hayatımızın çok süper, pürüzsüz olması mümkün değil, sürekli mutlu olan bir insan da ne kadar bunu sanatına yansıtabilir bilmiyorum. Tabi ki bu söylediklerim dedikodulardan ayrı olan şeyler.  Yoksa kendi içimde bana yapılan haksızlıkları sorguluyorum. Aslında yazarken mizah kadar hüzün duygusu da önemlidir. Bu ikisi yan yana neden olmasın? Ben ikisinin dansını seviyorum.

Evet... Şöyle yazmışsınız: “Gönlü pak olanın sevgisi de saf olur. Şu hayatta insan en çok sevdiklerini acıtır. En derin yaralar ailede açılır, kabuk tutsa bile kanar hikaye, içten içe... Attığımız her adım, yaptığımız her işte kendimizi yansıtırız. Budur çözülmesi gereken bilmece...” Romanın anafikri midir bu?

Bence öyle, özü çekirdeği bu, tabi burada bir sürü fikir var. Öyle bir öz ki, bir sürü şeyi de beraberinde doğuruyor. Aşktan bahsediyoruz, aşık olduğumuzda tamamen o kişiye odaklanır, ondan konuşuruz. Ama öncelik “Benden nasıl bir aşık olur? Benim kumaşım nedir?” diye düşünmeliyiz. Çünkü ilişkide bunu o kadar yansıtıyoruz ki… Mesela kavgacı bir insansak, muhakkak o aşk üzüntüler ve kavgalarla dolu olacaktır. Hayata kalender meşrep bakan insanın aşkı da tatlanacak, güzelleşecek. Gönlü yumuşak olanın aşkı da yumuşak huzurlu olacak. Kişiliklerimizi yansıtıyoruz. O yönünü hiç düşünmüyoruz.

Romanın bir başka mesajı da “En çok sevdiklerimizi incitiriz.”

Evet, en yakınımızdaki insanları maalesef çok incitiyoruz.

Siz en çok kimi ya da kimleri incittiniz, sizi incitenler oldu mu?

Ooo zor soru, bunu beklemiyordum (gülüyor). Tabi ki ben de incitiyorum.

Yakınlarınızı, eşinizi incitiyor musunuz?

Şöyle incitiyor olabilirim; roman yazarken o kadar bencil ve benmerkezci bir iş yapıyorum ki, yakın dostlarım beni arasa, onlarla görüşmeye gitmeyebilirim. Dertleşmek istese, çıkmayabilirim. Bu incitmez mi? Ya da eşim, akşam yemeğine gitmek istese, roman o an için benden yazmamı talep ediyorsa, eşimi değil romanı seçerim ve oturur yazarım. Şimdi ben bu tür bencilliklerle çevremi incitiyorum.

Peki, sizi incitenler oldu mu?

Oldu tabi, olmaz mı!

Ama onlar yazar değildi…

(Gülüyor) Hayır, değildi.

Roman, Türk-Kürt kökenli , Londra’ya göç etmiş bir aile üzerinden göçmenlerin durumunu anlatıyor. Sizin de yaşadığınız göçler oldu mu?

Oldu. Ben çocukluğumdan beri kendimi yarı göçebe görüyorum. Bir yere yerleşemiyorum. İşte 40’ıma vardım, fakat hala bir yere yerleşemedim.

Evliya Çelebi gibi yanlış bir dua mı ettiniz acaba? “Şefaat’ yerine ‘Seyahat’ mi dediniz?

Doğru, acaba yanlış bir dua mı ettim (gülüyor)? Kesinlikle bir ara yanlış bir dua etmiş olmalıyım…

Tasavvufla tanışmanızla birlikte hayata farklı bakan yeni bir Elif Şafak oluştu galiba…

Tasavvufa ilgi duymam 20’li yaşlarımın başında oldu. Üniversite yıllarımda çok merak duydum, ama entelektüel bir meraktı, yani konuyu merak etmiştim. Kitapları merak ettim. Hayatımda pek çok şeyi kitaplar açtı. Benim kapım kitaplardır. Bu kapıyı da bana kitaplar açtı. Kendimce geçtiğim yollar var ve her birinin izi kalıyor. Ama o bağ zamanla akıldan kalbe iniyor. Bana çok yol gösterdi, hala da gösteriyor.

Tasavvufa farklı bir bakış açısı getiren ‘Aşk’ romanınızın devamını yazacak mısınız?

Kendimi tekrar etmeyi sevmiyorum. Birçok romanımda farklı derecelerde ve renklerde tasavvuf var.  İlk romanım ‘Pinhan’dan itibaren var. Muhakkak başka romanlarda da çıkacak. İskender’de de Zilşan ve Yunus karakterleri benim için çok önemli. Mesela Yunus derviş gönüllü bir oğlan çocuğu… Yunus’la İskender’i yan yana koyabilmek ve kendini tekrar etmeden tasavvufu zikredebilmek bana daha güzel geliyor.

Tasavvufta ‘yol’lar vardır... Siz ‘yol’unuzu seçtiniz mi?

Kendimi bir şey bilen değil, arayan bir insan olarak görüyorum. “Bilenlerden misin, öğrenenlerden misin?” diye sorsanız “Ömür boyu öğrencilik bana çok güzel geliyor” derim. Her an öğrenmeye devam etmek…  O yüzden bir yolda karar kılıp nokta koymak yerine, ona üç nokta koymak bana daha doğru geliyor. Bir şey söylüyorum, üç nokta yarın değişebilir. İnsan sudan yapılmış, maddemiz bu, o yüzden akacak, muhakkak değişecek. Kalbimizi ve zihnimizi açık tutmalı, insanları yargılamadan, yaftalamadan bir görmeye çalışmalıyız.

Gazeteleri, dergileri, radyo ve televizyonlarıyla medya dünyasını nasıl görüyor, nasıl yorumluyorsunuz?

Çok çabuk kutuplaşıyoruz, birbirimizi yaftalıyoruz, ayrımlar yapıyoruz… Bundan hiç hazzetmiyorum. Tanımadığımız bilmediğimiz insanlar hakkında dedikodular üretip, bunu yazıya döküyoruz. O halden memnun değilim, bundan bir hayır geleceğini de düşünmüyorum. Ben basını çok önemsiyorum, bence bir ülkenin demokratikleşmesinde çok önemli roller oynayabilir. Oradan gelen sesler çoğul olmalı, herkesin birbirine benzemesini istemeye de hakkımız yok. Çünkü zaten böyle yaratılmamışız. Hangimiz diğerine benziyoruz? İlla ki herkesten bize benzemesini beklememeliyiz, biraz saygı göstermeliyiz. Bu konuda kat edecek çok yolumuz var.

Son dönem yazarlarımızı köşe yazısı yazarken de görüyoruz. Her yazar köşe yazmalı mı, yazabilir mi?

Aslında her yazar yazmıyor. Bu biraz da onların mizacıyla ilgili, kimi yazar her gün yazıyor. Ben haftada iki gün yazıyorum ve onu da önemsiyorum, çünkü romanın getirdiği bir yalıtılmışlık oluyor. Bu yüzden de toplumdan kopmamak adına bu işi yapıyorum. İnsanı zinde tutuyor ve gündemi yakından takip etmeme vesile oluyor. Gazete okurlarıyla kurduğum bağı önemsiyorum ama belli bir dozda bırakmayı tercih ediyorum.

Türkiye’nin gündem zenginliği, karmaşık yapısı, değerlerin sık sık yer değiştirmesi, yazarlar ve haberciler için şans mıdır?

Türkiye’de zaman çok hızlı akıyor. Hatta o kadar akıyor ki, yorgun düşüyoruz. Aynı zamanda hırçın gelişmeler yaşanıyor ve bu durum hepimizi yoruyor.

Medya dünyasından en beğendikleriniz, sinir olduklarınız kimler?

(Gülüyor) Ben birbiriden farklı insanları okurum. Kiminin dilini, kiminin gönlünü, kiminin bakış açısını severim. Ayrıca insan gurbette olduğunda daha çok okuyor. Mesela İngiltere’deyken Türk basınında çıkan hemen her şeyi okurum. 

İngiltere’ye yine gidecek misiniz?

Bilmem, giderim herhalde

İstanbul’dan daha çok mu seviyorsunuz Londra’yı?

Hayır, öyle bir şey değil bu, ben İstanbul’u çok seviyorum, inanılmaz bir gönül bağım var. Ama zaman zaman buradan çıkmak bana iyi geliyor, enerjimi tazeliyor. Ben gidip gidip gelmeyi seviyorum. Bu meditasyon gibi, kendine dışarıdan bakmayı sağlıyor. İstanbul derin düşünmek için malzeme ve sebep veriyor, bunu da görmemek mümkün değil.

Medyada mahkemelik olduklarınız, kavga ettikleriniz oldu mu?

Yok, çok şükür olmadı.

Deseler ki “Elif Şafak, gel şu ulusal kanalın ana haberlerini bu akşam sen yap, sen sun.” Neler yaparsınız, nasıl bir haber programı sunarsınız?

Ben tırnak içinde sıradan addedilen ama bence hiç sıradan olmayan insanların hikayesiyle başlamak isterim öyle bir programa. Siyasilerin ne dediğini bırakıp halkın, toplumun, insanların hikayelerine, gerçek insanların hikayelerine bakmak ve onları habere taşımak isterim. Bu demek değil ki siyasiler gerçek değil ama biraz daha gündelik yaşama, toplumun dokusuna bakmak ailelere, sokaklara, bireye bakmak isterim.

Haberlerde o sürekli tekrarlanan acı verici görüntüler, sizin sunumunuzda olmaz gibi geliyor.

O yapılan şeylerin insanlar üzerinde yarattığı olumsuz bir etkisi var ve ne yazık ki habercilik böyle oldu. Tam da dediğiniz sebepten dolayı haber izlemeyen tanıdıklarım var. Ekranda ancak kavga, polemik olursa çok izlenir mantığını anlamıyorum ve doğru bulmuyorum.

Bunlar nasıl düzelir?

Konuşa konuşa (gülüyor)…

Kadın cinayetleri, kadın mağduriyetleri, Türk-Kürt çatışmaları, Ermeni meselesi, şikeler, Ergenekonlar... Artık kaçamak yaşamaktan ziyade, sorunlarımızla yüzleşme ve diyalog zamanı mı geldi acaba?

Diyalog öyle bir kelime ki, çok kullanıyoruz ama inanarak kullanmıyoruz. Birbirimizi dinlememiz, bana benzemeyen ne söylüyor diye kulak kabartmamız gerekiyor. Konuşmaktan dinlemeye fırsat bulamıyoruz. Ortalıkta çok ses var ama hakiki diyalog yok. Bunun eksikliğini çok çektiğimizi düşünüyorum. Yani bence Kürt’ün Türk’ü, Türk’ün Kürt’ü dinlemeye ihtiyacı var. Alevi’nin Sünni’yi, Sünni’nin Alevi’yi dinlemeye ihtiyacı var. Biraz daha sakinleşmeli, bu kadar kolay galeyana gelmemeli, şiddetten uzak durmalıyız. Bunlar çok temel şeyler ama bunları yapmazsak hep birlikte zarar göreceğiz. Bu gemide birlikte yolculuk yapıyoruz ve biz kavramını algılayabilirsek her şey daha güzel olacak. Türbanlı türbansız ayrımı da yaptık, yapıyoruz… Sürekli farklılıkları ve benzemezlikleri vurguluyoruz. Oysa dışarıdan bakan bir gözlemci, bizi o kadar birbirimize benzetiyor ki.

Sizin Sinan Çetin’le bir Mevlana filmi yapacağınız söylenmişti, bir gelişme var mı?

Yok, öyle değil (gülüyor)… ‘Aşk’ çıktıktan sonra kıymet verdiğim isimlerden çok güzel teklifler geldi. Ama bir şekilde acele etmek istemedim, bilmiyorum beklemek istedim. Sinan’ın ayrı olarak böyle bir niyeti vardı ve konuşuldu da ama ben de bir adım atmadım ve gelişmedi. Neden böyle oldu, bilmiyorum.

Ama çekilse güzel olur, sinema ya da televizyon dizisi olarak…

Mutlaka çekilmeli, gerçekten güzel olur. Tabi ki ben Hz. Mevlana’yı ve Şems’i anlatan filmler yapılsın, konserler verilsin, sergiler açılsın, romanlar yazılsın isterim.

‘İskender’i film yapsalar, o karakteri kimin oynamasını istersiniz?

(Gülüyor) Bilmiyorum ama çok karizmatik bir insan oynamalı. İskender çok boyutlu bir karakter, çok hırçın ama aynı zamanda kırılgan, o karışımı iyi yansıtabilen birinin oynamasını isterim.

Siz oyunculuğa nasıl bakıyorsunuz?

Ben sinemayı ve müziği çok seviyorum. İkisinden de çok besleniyorum ama benim için hikaye yazmak daha çok öne çıkıyor. Farklı sanat dallarının kesiştiği yerleri severim, o konularda dar bakmam ama benim yapabileceğim bir şey değil. Tabi ki romanlarımdan film yapılsın isterim, o anlamda sinemaya çok sıcak bakıyorum.

Sinema veya televizyonda en çok ‘Aşk’ romanınız mı ağır basıyor?

Yok, her birinin ayrı ayrı sinemada ve televizyonda farklı iz düşümleri olabilir. Baktığında tamamen yönetmene bağlı, mesela öyle bir yönetmen çıkar ki ‘Pinhan’dan inanılmaz bir film çıkarabilir. Nasıl baktığına bağlı, gören göze bağlı.

Bir gün bir siyasetçi ya da oyuncu, hayatını sizin yazmanızı istese hangi isimler daha şanslı olurdu?

Yazmak isteyebilirim ama bizim için biyografik roman biraz daha zor bir şey. Çünkü ben hayal etmeyi seviyorum, biyografik romanda ister istemez o kişinin hayatına bağlı kalırsınız ve hayal gücünüze ket vurursunuz. Onun için, ilk başta beni cezp etmiyor. Bunun olması için o karakterin çok fevkalade olması gerekiyor. Öyle bir insan olur ki, arzu edebilirim ama normal şartlar altında çok sıcak bakmıyorum.

Dizi senaristleri, film senaristleri hangi konunun iyi iş yapacağını tahmin ederler... Siz de böyle mi yaparsınız, yoksa konuyu belirlerken başka etkenler mi devreye girer?

Bence romancılar olarak kendimizi çok farklı zannetsek de yaşadığımız  toplumun içinde o dönemin ürünüyüz. İster istemez çevremde ne konuşuluyorsa, hangi konular gündemdeyse etkileniyorum. Gazeteyi her açtığımda kadına şiddet haberleri okuyorsam, bundan bir yanım muhakkak ki etkileniyor. Bu anlamda etkileşimler vardır ama bu çok bilinçli yapılan bir şey değil. Düşünürsünüz ama önce kalbinizin dolması lazım ve kalp de dünyayla etkileşim halinde zaten.

Romanlarınız milyon satıyor ve iyi kazanıyorsunuz. Sakıncası yoksa neye yatırım yaptığınızı sorabilirim miyim?

(Gülüyor) Bu öyle bir konu ki çok doğru şekilde konuşulduğundan emin değilim. Türkiye’de bir romancı iki ya da üç senede bir roman çıkarıyor. Yani oturup, şu ne kadar kazandı, bu ne kadar kazandı diye bunun üzerinden negatif şeyler üretmek yerine, neden “Çevirmenler, editörler, yazarlar ve şairler daha çok kazansın” demiyoruz. Daha çok kitap okunsun, çok kazansın… Bunu tamahkarlık anlamında söylemiyorum ama insanın emeğinin karşılığını alması neden kötü bir şey olsun. İnsanları bu konuya başka bir yerden bakmaya davet ediyorum. “Vay şu ne kazandı? Bu ne kazandı?” düşüncesinden iyi bir enerji çıkmıyor. Hepimizin verdiği emek var, medya çalışanı da, yönetmen de, gazeteci de, yazar da emeğinin karşılığını alsın diyelim…

Sizin bu güzel temenninizle de sohbetimize noktayı koyalım Elif Hanım. Köşemize konuk olduğunuz ve sorularımızı cevapladığınız için Medyaradar okurları adına size teşekkür ediyorum. 

RÖPORTAJ: YÜKSEL ŞENGÜL