GÜZEL GÜNLER GÖRECEĞİZ'İN YARATICILARI İSYAN ETTİ! ÖDÜLÜ GERİ VEREBİLİRİZ!

İlk uzun metrajlı filmleri ile Altın Portakal'da En İyi Film dahil 4 ödül almaları, sonuçların açıklandığı günden bu yana çok konuşuluyor ve eleştiriliyor.

İki sinemacı “ödüllerimizi geri verebiliriz” diyor. Altın Portakal jürisi, “Güzel Günler Göreceğiz” filmine En İyi Film, En İyi Senaryo, En İyi Kurgu ve En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödüllerini verdi. Filmin yönetmeni Hasan Tolga Pulat ve senaristi Emre Kavuk’un üniversite yıllarından başlayan ve sinema hayatlarının başında aldıkları ödüle gününe uzanan arkadaşlıklarını konuşmak, bir başarı öyküsünü anlatmak adına çok keyifli olurdu. Ama iki genç sinemacıyla biz ne öykülerini ne de vizyona henüz girmemiş ödüllü filmlerini tam anlamıyla konuşabildik. Çünkü eleştirmenlere küskünler, “içi boş” yorumları için. Ümit Ünal’a da verdiği tepkiden dolayı kızgınlar. Yeşilçam ekolünün takipçisi olarak “festival filmi” gibi görülmediklerini düşünüyorlar. Ve bu konuşmalar arasında belki de tartışmaya en açık soru şu: Halk diliyle anlatmak basitlik mi?

Hiç zafer sarhoşu gibi bir hava yok sizde?
Tolga Pulat:
Savaşa mı gidiyoruz ki zafer olsun… Biz filmimizi yarıştırdık, jüri değerlendirdi. Beğenildi, ödüllendirdi, biz de mutlu olduk. Hepsi bu kadar, abartılacak bir şey yok.

Yani “sürpriz” olduğunu düşünmüyorsunuz ödülün?
T.P.
Hayır. Biz üç farklı jüriden geçmiş bir filmiz. İlk olarak, Kültür Bakanlığı’ndan destek kazandık. Ardından Altın Portakal’ın ön jürisi bizi değerlendirdi ve festivalin 13 filmine kabul etti. Daha sonra da ana juri seçti. Bu bizi sürpriz bir film olmaktan çıkarıyor bence. Çünkü iyi bir oyuncu kadrosu ile iddialı bir filmle yola çıktık. Gayet de iddialı bir gala yaptık. Ama bir anda başka bir ortam yaratıldı orada bilinçli olarak. Ve biz sürpriz gibi görünmeye başlandık.


Emre Kavuk: İyi bir filmin başına gelebilecek şeylerle karşılaştık bizde. Her zaman spekülasyonlar olabiliyor, iyi bir filmin üzerine gidilebiliyor. Ama yine de üç gün sonra unutuluyor. Asıl olan filmin kalıcı olmasıdır, ikinci üçüncü kez izlenmesidir. Bizim için de ödülden daha önemli olan filmin daha sonra ikinci, üçüncü kez izlenmesi olacaktır.

O zaman gişenize çok güveniyorsunuz?
E.K.
Tabii ki güveniyoruz. Jüriye tekrardan çok teşekkür edelim. Genç sinemacıların önünü iyi bir şekilde açtılar. Kendileri de bunu ifade etti. “Biz her türlü baskıya karşı kulağımızı kapadık ve tamamiyle kendi kararımızla bu sonuçları açıklıyoruz” dediler.

T.P. Biz iki genç adamız; ben 29, Emre 28 yaşında. Hiçbir destek yok, sadece bakanlık desteği var arkamızda. Bütün süreci ikimiz ve yönetici yapımcımız Uğur üstlendik. Ama Altın Portakal’da da hiçbir şekilde ne kulis ne de benzeri bir şey yaptık.

E.K. Bizim basın desteğimiz, herhangi bir PR çalışmamız yoktu. Kendi başımıza, mütevazı bir şekilde filmimizi izlettik, yaptığımız bir işi paylaştık. Festivalde de böyle bir ortam bekliyorduk. Orada seçilen filmler izlenecek ve söyleşiler yapılacak, diye bekliyorduk. Ama ben şahsen festivalin böyle olmasından çok utandım. Sinemacı olmaktan utandım.

Neydi bu hayal kırıklığını yaratan?
E.K.
Sırf ödül almak için yapılan açıklamalar, sırf o para ödülü için yapılan şeyler beni utandırdı açıkcası. Çünkü bu bir savaş değil. Savaşte bile bir saygı çerçevesi olması gerekir belki, ama insanların yaptıkları utandırdı.

Ne mesela?
E.K.
Şu şekilde eleştiriyorlar: filmi izledik, oyuncular müthiş, görüntüler harika. Bunun dışında bir eleştiri duyamazsınız Türkiye’de. Bazı akademisyenler dışında, alt metin okuması yaparak bir filmi eleştiren çok az. Eleştiri bizde belli kalıplar çerçevesinde magazinel üsluplarla yapılan bir şey… Biz ekibimize çok güveniyorduk, ne yaptığımızı ve ne yapamadığımızı çok iyi biliyorduk. Diğer filmlere ne olacağı ile çok ilgilenmedik, sadece her filmin galasına gittik ve sonuna kadar izledik. Alkışladık, eleştirecekse kendi içimizde eleştirdik. Festival ortamı da böyle olmalı. Yoksa “aman o film çok kötü, sakın ödül vermeyin” gibi şeyler konuşmadık.

‘BELLİ FİLMLERİ İŞARET ETTİLER’
T. P.
Basının inanılmaz derecede kulis çalışması vardı, belli filmleri ısrarla işaret ettiler. Bizim derdimiz sinemacılarla değil, biz bir zihniyetle mücadele ettik orada. Çünkü bir filmi övmek için diğer filmlerle hakaret etmek değildir bunun yöntemi. Bir filmi sinema kuralları ve ahlak çerçevesinde eleştirirsiniz ve ona göre halkın beğenisine sunarsınız. Ama burada taraf tutar gibi bir filmi desteklemek birçok saygın eleştirmene benim hiç yakıştıramadığım bir şey. Ben mesela utanıyorum, beğendiğim yorumculardan filmimiz hakkında hiçbir doğru dürüst eleştiri görmedik. Neden filme eleştirdiklerine dair, ve bize hakaret ettiklerine dair ayrıntılı bir eleştiri yok. Çok sığ, çok banal, çok çirkin yakıştırmalarla film eleştiriyorlar. İki tane genç sinemacıyız biz. Eleştirenlerin görevi bir filme çamur atmak ya da hakaret etmek değildir; o filmin eksikliklerini hatalarını irdelemektir. Sinemacının da görevi bunu okuyup, yanlışlarım vardı deyip, bir dahaki filminde bu hatalardan ders çıkararak devam etmesi önemlidir. Ama ben orada bir taraftar kitlesi gördüm.

Siz kendinizi eleştirecek olursanız, yanlışlarınız var mıydı?
Hatalarımızın farkındayız; her sağduyulu sinemacı kendi özeleştirisini de yapabilmeli. Fellini’nin dediği gibi “iyi filmlerin kusurları olması gerekir, hayat gibi insan gibi” der. Bu bizim ilk filmimiz. Bütçesel açıdan bakıldığında boyunu çok fazla aşan bir senaryoya sahip. Prodüksiyon zaafları, kısa sürede hızlı karar alma sorumluluğu gibi biçimsel ve teknik bir takım hatalarımız olabilir. İçerikte ise, sonuçta ilk senaryosunu yazıyor Emre ve ben de ilk defa bir uzun metraj film çekiyorum, istediklerimizi doğru bir şekilde anlatamamış ya da eksik ifade ettiğimiz yerler olabilir.

Bu eleştirilerle gündeminiz bir anda değişti tabi, ama önemli olan film. Bu kadar önemli ismi, başrolsüz bir filmde toplamak zor oldu mu?
T.P.
Biz Onaltıyadokuz film ekibi olarak iyi bir ekibiz. Ekip olarak da kaliteli oyuncularla çalışmak istedik. Senaryo gönderdiğimiz bugüne kadar hiçbir oyuncudan da olumsuz cevap almadık.

E.K. Ama özellikle de bize yakın gelen, kolay çalışabileceğimizi düşündüğümüz kişilerle çalışmayı tercih ettik.

Karakterlerin oyuncuya adapte edildiği oldu mu? Azeri kökeni ile Nesrin Cavadzade ve Rus Anna karakterinde bir benzerlik bulabiliriz, örneğin….

E.K Nesrin’in buraya göç ettikten sonra yaşadıkları ve dünya görüşü Anna karakterini ortaya çıkartabilmesi için çok uygundu. Bir tek Nesrin için bu adaptasyon oldu diyebiliriz. Biz Nesrin ile çalışmaktan çok memnun olduk. Onun da buna benzer bir senaryosu varmış. O yüzden de bu hikayeyi çok sevdiğini söylemişti.

T..P Zaten tüm oyuncularımız her role adapte olabilecek kalitedeydi. O yüzden böyle bir şeye gerek kalmadı. Gerçekten herkes kendini ön plana çıkarmak değil, filme hizmet etmek istedi. Duygusal sahnelerimizde çok az müzik kullandık. Nesrin’in aldığı oyunculuk ödülünde bence bunun da etkisi var.

BU TOPLUMDA YAŞIYORSAK
Güzel Günler Göreceğiz’de kesişen hayatların anlatıldığı birkaç öykü var iç içe. Daha önce de bir kısa filminiz vardı, “Gülümse”. İki filmin anlatım tarzı benzer diyebilir miyiz? Var mı böyle bir ‘seyirciyi yakalama’ formülünüz?
E.K.
Tolga ile Yeşilçam’a dönüp sevdiğimiz yönetmenlerin ortak özelliklerine baktığımızda görüyoruz ki hepsi toplumsal dertleri anlatıyorlar. Biz de öncelikle olarak bunu ilke edindik. Biz de bu toplumda yaşıyoruz ve bu toplumun dertlerini anlatalım. Bu coğrafyada bu kadar çok sorun varken, fimde de biz tek bir tanesini değil, birkaç konu seçtik. Buna en uygun sinemasal dilin de paralel ve içiçe geçen kurgu olduğuna karar verdik. Özelikle yaptığımız bir şey değil. İçerik biçimi belirledi.

T.P. Gülümse’ye şu anlamda benzemiş olabilir; ikisi de umut hikayesi. Biz karamsar, koyu, mutsuz bir havayı yaratan, sonu çıkışsız filmleri yapan sinemacılar olmak istemiyoruz bu ülkede. Geleceğin bu şekilde dizayn edildiği ve dayatıldığı sinemacılardan olmak istemiyoruz. Ne kadar kötü hikayeler anlatsak da içine bir umut tanesi koymalıyız; ki bu yüzden de filmin adı “Güzel Günler Göreceğiz”. Biz eğlenceli bir film yaratmak istedik, sinema keyfinin tadılabileceği. Seyirciyi dahil etmek, ve film sonunda da bu ülkenin dertleri hakkında ağzında acımtrak bir tat bırakabilmekti derdimiz. Türkiye’de yaratılmak istenen film modeline tersiz bu anlamda.

E.K. Türkiye’de kendi burjuva dertlerini tüm ülkenin, dünyanın dertleri gibi gören sinemacılar var. Bu en büyük yanlışları olacaktır. Bu ülkede umutlu olması gereken kişiler önce biz sinemacılarız, çünkü bizim elimizde öncelikli imkanlar var. Sosyal koşullarımız görece daha iyi. Öncelikle kendi derdimizi değil de onların derdini anlatmaya çalışıyoruz.

Etkilendiğiniz yönetmenler var mı?
E.K.
Kesişen hikayeler tarzında tabii ki Yol filmiyle Yılmaz Güney’dir. Bunu ilk yapanlardan birisidir zaten. Dünya sinemasından daha sonra örnekleri olmuştur, onları da izledik. Yeşilçam yönetmenleri halkın diliyle anlatıyor, biz de onları örnek alıyoruz. Ama tabi ki filmimizde modern sinema kalıplarını kullandık. Özgün bir şey ortaya koymaya çalıştık. Bunu yaparken de dünya sinemasından elbette yararlandık, melodramda kaçmadık. Filmimiz en uzun filmlerden biriydi ve çok az müzik kullandık. Halkı daha düşünmeye sevk edecek bir sinema dili oluşturmaya çalıştık.

T.P. Emre ödülünü alırken Yeşilçam’a atıfta bulunmuştu. Ben merak ediyorum, bütün eleştirmenler acaba bugüne şu an taptıkları adamların filmlerini izleyerek mi gelmişler? Çünkü biz yeşilçamı izleyerek sinema okullarına kabul edildik ve sinema okullarından da başka bir dünyayı farkettik. Bazı insanlar Türkiye’ye film yapmıyorlar gibi geliyor bana, sanki Fransa, Almanya’ya yapıyorlar… Bu ülkede en büyük sinemacı hala Yılmaz Güney ise buna bir bakılmalı, çünkü halkın dertlerini halkın diliyle anlatıyor. Bizim de derdimiz bu. Ama festival havasında bu basitlik ve sıradanlık olarak algılanıyor.

“Dizi estetiğiyle çekilmiş bir film” diye bir eleştiri var örneğin…
(Gülüşmeler) E.K.
Hiç ciddiye almıyorum, dizi estetiği ne demek, sinema estetiği ne demek? İçini doldursunlar, öyle dinleyelim.

Farklı ve kısa kısa öykülerin anlatılması kastedilmiş olabilir mi?
E.K.
Dünya sinemasında da bunun Oscar’a da gitmiş örnekleri var.

T.P. Dizi oyuncuları ve dizi müzisyeni ile bir film yaptık diye dizi estetiğinde oluyorsa filmimiz, o kadar da olsun biz Türk halkına film yapıyoruz. Filmimizi izlettirmenin de isteğindeyiz. Bence direkt vizyona girseydik, çok daha farklı eleştirilebilirdik… ama “festival filmi” diye bir algı var.

İYİ SİNEMACI OLABİLİR AMA İYİ AHLAKLI OLMAYABİLİR DE
Ümit Ünal da tam tersi, yeterli görmediği için Jüri Özel Ödülü’nü iade etmeyi düşündüm diye bir açıklama yaptı.

T.P. Bizim Ümit Ünal’a karşı hiçbir sorunumuz yok, kendisini ispat etmiş yaptığı işe saygı duyduğum bir sinemacı. Çok sevdiğim de bir sinemacı.

E.K. Tüm bu yaptıklarına saygı duymuyorum. Çünkü artık hedef göstermeye başladı.

T.P. Zaten bir insanın kendisine ve ürettiği sanata saygı duymak ayrı şeyler. Bir insan iyi bir sinemacı olabilir ama iyi ahlaklı da olmayabilir aynı zamanda, dünyada da çok örnekleri var. Ben Ümit Ünal’ın her zaman sinemasını seveceğim, ama filmin son 40 dakikasında çıktım demek, bütününü izlemediğin bir filmi sanki izlemişsin gibi eleştirmek, yandaş arama çalışmasına girip örnekler göstermek; 50 küsür yaşındaki bir sinemacıya, bu kadar değerli filmler üretmiş bir insana, o kendine yakıştırabilir, ama ben yakıştırmıyorum kendisine.

Kendisine cevap verecek ne kariyerim var, ne o tarz bir ahlaksal duruşum var. Bu ödül, bir insanı bu hallere düşürebilecek kadar değerli bir şeyse, biz seve seve geri vermeye hazırız. Çünkü biz daha yolun çok başındayız. En başta jüri üyelerine haksızlıktır. Biz bu jüriye göre iyiyiz, yarın başka bir jüri filmimizi kötü olarak adledebilir, bu görecelidir. Jüriye itirazınız varsa girmezsiniz o festivale. Her sene Ümit Bey’in katıldığı festivalin jürisi neden ona ödül verdiğini açıklamak zorunda mı?

Peki sanatsal anlamda beğendiğiniz Ü.Ünal filminizde “Rusça Nazım Hikmet okuyan Rus hayat kadını”nı eleştirmiş. Ne dersiniz bu yoruma?

E.K. Aslında karakter o şiiri bilmiyor, o bir senaristin, yönetmenin bakış açısıdır. Filmimizde başka örnekler de var, buna benzer. Bu bizim sahneye yorumumuzdur, ama artık bunu da açıklıyorsak, vay halimize!

T.P. Ü. Ünal’ın daha sert açıklamaları da var. “Ben film yaptığımda ödüllendirilirim” diyen sanatçılar bu ülkeye zarar veriyorlar. Kendi okulundan mezun olmuş ilk filmini çeken iki genç sinemacıya hakarete varan eleştiriler yöneltmek onun kariyerine yakışmıyor. Biz bu dakikadan sonra Güzel Günler Göreceğiz filmi ile Türkiye’de hiçbir festivale de katılmayacağız, buradan duyuralım.

E.K. Çoğu insan da izlemediği filmleri övüp savunabiliyor, ben anlamıyorum. İzlemeyenler de bir cephe almış durumda.

Festivalde “ötekileştirme” söylemine çok vurgu yapıldı. Siz filminizde hangi mesajları vermek istediniz, sosyal gerçekçilik anlamında?
E.K.
Sosyal gerçekçi mesaj filmimizde var. Aslında festivaldeki kadın temalı vurguya çok uyan mesajlarımız da var. Erkeklerin egemen olmaya ve bunun adına her türlü şiddeti zülmü yapmaya çalıştığı bir dünyada kadının buna karşı duruşunu anlatmaya çalıştık. Sinema zaten ötekini anlatır, derdi olanı anlatır. Biz de herkes gibi ötekiyi anlattık.

T.P. Yürüyüş filmine çok büyük haksızlık edildi. Başka bir filmde bir karaktere ötekileştiriliyor diye saygı duyulurken, tapılırken, diğer filmde başka bir kesimin ötekileştirilmesi yuhalandı orada. Bunu o festival havasını koklayan herkes görmüştür.

Kendi filminiz yarışmasaydı, festivalde hangi filmi ödüle layık görürdünüz?
T.P.
Ama yarıştı, o yüzden başka bir isim söylemenin anlamı yok.