DOĞAN MEDYASI BAZI KONULARDA HABER ALAMAMA KANALI! TÜRKİYE'NİN GERÇEKLERİ ORADA GÖRÜLMÜYOR!

Cengiz Çandar yayından kaldırılan programı, Başbakan Erdoğan için yazdığı yazı ve medyanın genel durumu hakkında Ahmet Tulgar'a çarpıcı açıklamalar yaptı.



"Birand’a çok kötü not verdim"


Cengiz Çandar sadece yazılarından değil, kişisel olarak da uzun senelerdir tanıdığım, defalarca beraber çalıştığım, çok sevdiğim bir dostum. Onun ne kadar duygusal, heyecanlı biri, bir siyaset romantiği olduğu pek bilinmiyor galiba. O yüzden de dünya görüşünde süreksizlik gibi değerlendirilen bir çok unsur bulunur. Oysa onda süren bir damar olduğu barizdir. Bakılsa. Yakından.
İyi bir gazetecidir. İyi bir yazar. Kendisini sürekli geliştirir. Bir yandan çok yerel bir yandan da bir dünya vatandaşıdır.
İktidar çevreleri de, mağdur Türkiye halkları da onun uluslararası politikadaki gelişmeleri ıskalamayan yazılarını yakından takip eder.
Yazar netliği ile duygusallığın bir araya gelmesi ise onu açık sözlü kılar.
Bu söyleşide de öyle oldu.

- Cengiz abi, ne olacak bu Kılıçdaroğlu’lu CHP?

Valla yani, bir süre sonra bu rüzgar, "Kılıçdaroğlu rüzgarı var" diyorlar, ben de soruyorum "Nerede var bu rüzgar?", "Hangi gazeteler?", işte "manşetlik" diyorlar, "Gandhi Kemal", "Halkçı Kemal", kasketler, bir tek televizyonlarda var, hepsinde mi var, hepsinden kastedilen zaten Doğan Medya, bir de Habertürk filan. Peki, bu adam ne diyor? Yeni olan ne? Heyecan yaratıcı. "Yoksulluk işte" filan. Yani Bağdat Caddesi-Nişantaşı ekseni dışında, yoksulların asıl olduğu yer varoşlar. Peki, orada esiyor mu bu rüzgar? Bunu görmek lazım. Oralar da tapusuz araziler değil. Her birinde Ak Partili belediyeler var. Bunlar sınıf atlamaya doğru özenen ve Ak Parti’nin araçsallığıyla yine iyi kötü bunu yapan, şimdi İstiklal Caddesi’ne çıkıyorsun, yüzlerce başörtülü, eşarpların markası giderek değişiyor, gelişiyor. Nerede oturuyor bu insanlar? İşte Bağcılar’da oturuyor. Dolayısıyla senin gideceğin varoşlar Mumbai’nin teneke evleri değil. Böyle bir şey yok Türkiye’de. Böyle bir durum.

- Olanlar da zaten, gerçekten kent yoksulları diyebileceğimiz insanlar ise BDP etrafında ya da Kürt hareketi içinde örgütlü.

Yani. Evet, yoksul Kürtler. Yani burası bir 3’üncü dünya ülkesi söylemi ile yol alabileceğin bir kesim değil.

- Peki, nedir amaçlanan böyle suni bir rüzgar oluşturarak. Tek amaç Ak Parti hükümetini mi yıkmak?

Valla, yani, şunu söylüyorum ben: Bu iki şeyden biri. Bunu nasıl algıladığınıza bağlı. Baykal, kaset olayı, Kılıçdaroğlu. İki hafta içinde oldu ne olduysa.Ya  toplumdaki değişim dinamiklerinin Cumhuriyet Halk Partisi’nde bir yansıması veya bu Türk siyasi hayatını yeniden dizayn etme projesi. Bu ikisi aynı şey değil ama. Birincisi ise çok olumlu ve heyecan verici bir olay olması lazım. Bazı kesimlerin de bize anlatmak istediği bunun bir değişim olduğu. Ben şüpheliyim. Bunun ikincisi olduğu düşüncesi bende daha ağır basıyor. Bunun Türk siyasi hayatını yeniden dizayn etme projesi olduğu. 2002, 2003, 2004, Ayışığı, Sarıkız, bilmem işte, Balyoz darbe planları olmadı, 2007 e-muhtıra, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde 367 krizi, 22 Temmuz seçimi, gene olmadı, onun üzerine kapatma davası, olmadı, bunun üzerine bir Ergenekon süreci davası başladı ve Cumhuriyet tarihinde görülmemiş ölçüde askeri otoriteyi budamaya doğru, ve onun sivil uzantılarına yöneldi. Bu sefer işte HSYK; Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay devreye girdi. Anayasa değişiklikleriyle de yargının bu müdahalesi engellenilmeye çalışıldı bu durumda. Seçim sürecine, referandum sürecine girildi. O zaman denenen yollarla olmayınca, meşruiyetine karşı çıkılmayacak şekilde sandıkta götürmek. Burada da çeşitli girişimlerin yanında sandığı da zorlamak.  Ancak burada da Deniz Baykal engeldi. Deniz Baykal sadakatle yaptığı muhalefete rağmen, bazı kavramlara karşı sadaketle yaptığı muhalefete rağmen Ak Parti karşısında, bir dengede kilitlenmiş durumda siyaset. O orada oldukça, anamuhalefet partisi genel başkanı, Cumhuriyet Halk Partisi yüzde 20’ler civarında gezinecek, Ak Parti yüzde 40’lar civarında gözükecek. Ben bunu böyle bir proje olarak görüyorum.



"CHP, kendisinden MHP’ye giden yeni orta sınıfın oylarını alır sadece"

- Bu CHP’de bir oy artışına neden olur mu?

Olur. Ama işte Genç Parti nasıl MHP’den oy aldıysa, CHP de CHP’den MHP’ye gitmiş, Sencer Ayata’nın sözünü ettiği yeni orta sınıfın oylarını alır. Yapar, yüzde 29, 30 yapar belki. Belki diyorum. Ama yoksulluk edebiyatıyla kendisine tayin ettiği o hedef kitlenin oyuyla Türkiye’de iktidarı değiştirebilir mi? Bu benim anladığım anlamıyla değişim değil. Proje. Proje başka şey, değişim başka şey.

- Türkiye’nin yeni dış politika tercihleri nedeniyle, işte İsrail ile sürtüşmesi, sonra uranyum takası anlaşması, Ak Parti’ye hep uluslararası bir destekten söz edilir, bu uluslararası destekte bir geri çekilme söz konusu olabilir mi?

Uluslararası destekte daha karmaşık bir denge var. Davos-one minute krizine kadar zımnen sahip olduğu uluslararası desteğin bir bölümü çekildi. İsrail’e karşı aldığı tavır sonucu Amerika’da İsrail etkisindeki çevreler, Amerikan karar verici çevrelerinde giderek anti-Ak Parti bir söyleme, kuşkulu bir yaklaşıma, kuşkulu bir bakış açısı ve söyleme yol verdi. Özellikle bölgesel planda İsrail’in Ak Parti’yi Türkiye’de iktidarda hiçbir şekilde görmek istemediğinden eminim ve onun Amerika’daki destekçileri de öyle. Fakat bir yandan da uluslararası politika da yeniden inşa edilmek ihtiyacında. Eski, soğuk savaştan beri gelen, belli sarsıntıyla da olsa gelen uluslararası hiyerarşi sarsılıyor. Türkiye ile Brezilya’nın ön alıp İran’la gerçekleştirdiği nükleer takasın asıl anlamı. Yani bir takım yeni aktörler çıkıyor dünyada. Bunlar işin ilginç tarafı ekonomisi güçlenen, kendisine siyasi nüfuz alanı arayan ülkeler. Eski uluslararası hiyerarşi zorlanıyor şu anda. O anlamda baktığınızda Amerika’da da, Avrupa’da da gelişmeleri böyle okumakta olanlar da var. O anlamda bunu iten, bu süreci ilerleten Türkiye’ye destekte Davos öncesine göre azalma olsa da, yok olma yok. "Ak Parti’nin üzerine uluslararası konsensüste çizik atılmış ve bitmiştir" diyecek bir durum yok.

"Habertürk saçma sapan bir şey, böyle bir gazete olur mu?"

- Medyada niye bu uluslararası dengeler ya da iç politikaya ilişkin çözümler hep çok yüzeysel oluyor. Ya da kamplaşma üzerinden yürüyor. Bu siyasi konjonktürden mi kaynaklanıyor ya da medyanın yapısal bir sorunu mu, bir düzey düşüklüğü mü bu? Nedir medyanın durumu bu gerçekliklere nüfuz etme anlamında?

Bu dünyada da bir geçiş dönemi, Türkiye’de de bir geçiş dönemi. Bu medyada da izdüşümünü bırakıyor. Herkes bir konsensüs halinde "medya kötüdür" diye bir önyargı ile medyaya bakıyor. Bir kere medya o kadar kötü değil. Bir kere monolitik değil. 90’lı yılları hatırlayalım. O zamanlar iki grup, Sabah grubu, Dinç Bilgin ve Doğan Grubu oligopol yaratmışlardı medyada. Onun dışında medya falan yok, nefes alınmıyordu. Şimdi öyle bir durum yok. Gene Doğan medyası var, Karamehmet bir tarafından var, bir tarafından şey var, bu Turgay Ciner var, bir tarafından da iktidara yakın insanların kontrolünde bir medya var, Doğan medyasının ’yandaş medya’ ismini taktığı. Şimdi bunların hepsi kötü bence. Hepsi. Tek tek. Akşam gazetesi yüz kızartıcı bir gazete. Düzeyi, senin sözünü ettiğin tahlil yeteneği. Habertürk saçma sapan bir şey baktığında, paçavra, böyle bir gazete olur mu, Doğan medyası bazı konularda haber alamama kanalı, Türkiye’nin önemli gerçeklerini orada görmen mümkün değil. Keza öbür taraf da öyle. Öbür taraf da gerçeğin bir bölümünü görüyor, ’yandaş medya’ denen. Ve bu Türkiye’deki kutuplaşmayı yansıtıyor. Ak Parti de çok mükemmel bir yer değil, erginleşmiş, büyük bir demokratik kültür birikiminin üstüne oturmuş filan bir yer değil. O da olumsuz yanlarını kendi medyasına aktarmış durumda. Medyada bir kör dövüşü, analizin az olduğu, polemiklerin çok olduğu, acaip haber tercihlerinin bulunduğu, biri Ergenekon’u karartıyor, öbürü de Ergenekon’u büyütüyor ama hükümetin falsolarını hiç görmüyorsun orada. Haber değeri olan şeylerde de. İlla yorum olması gerekmiyor. İşte buna Karamehmet ve Turgay Ciner’i de eklediğin zaman çok parlak bir medya değilmiş görüntüsü çıkıyor. Ama bir yandan da şöyle bakmamız gerekiyor. Dijital çağa geçiyoruz biz. Bir elektronik medya var. Bir yandan bütün bu olumsuzluk tablosuna rağmen monolitik olmayan bir medya var. Dolayısıyla bunu geçiş dönemi olarak görüp aslında kötü de olmadığı, bundan 20, 30 yıl geriden dönüp baktığımız zaman iyi örneklerini göreceğimiz medyaya bir gidiş dönemi olarak görebiliriz bunu biz.



- Bu çerçevede, Taraf’ı, Günlük’ü, daha soldaki Evrensel, Birgün gibi gazeteleri nasıl değerlendiriyorsun? Cumhuriyet’i de unutmayalım bir başka konumda.

Mesela Taraf’ın olması benim aslında olumlu ya da çok da olumsuz olmadığını ifade edeceğim medya gerçeğini doğrulayan bir şey. Kaç satarsa satsın. Promosyonu kaldırdığınız zaman bir çok gazetenin satışı çok düşer. Milliyet promosyonu kaldır 50 bin filan satıyor. Taraf parasız pulsuz çıkıyor 50-60 bin satıyor. Bütün gazeteler öyle yani, yüksek tirajlı olan. O gazeteleri alan gazeteyi mi alıyor, promosyonu mu alıyor, belli değil. Promosyonu alırken bir de gazeteyi alıyor. Zaten büyük tirajlı Türkiye’de siyasi sonuçları belirleme yeteneğine sahip olsalardı, bugüne kadar kimi işaret ettilerse onlar seçim kaybetti, başkaları seçim kazandı yani. O yüzden çok da büyütmemek lazım. O yüzden Taraf’ı önemsiyorum. Keza Günlük’ü de çok önemsiyorum. Mesela İstanbul’da çıkan gazeteler Ankara bürolarının lehine çıkıyorlar. "Türkiye’nin en büyük sorunu Kürt sorunu" diyoruz, hiçbir tanesi, gazetelerin hiçbir tanesi, gazeteleri çıkaranların hiçbir tanesi, yazı işleri ve de Ankara büroları, onlara kılavuzluk eden, Günlük okumuyor. Eh, Diyarbakır’da herkes Günlük okuyor mesela. Ve o gün nasıl siyasi soluk alıp vereceğini Günlük’e göre tayin ediyor. Böyle komik bir durum olabilir mi? Günlük bence Diyarbakır’da Hürriyet’ten de, Sabah’tan da, Zaman’dan da, herkesten daha önemli, her şeyden daha önemli.

"Kılıçdaroğlu Günlük gazetesini okusaydı, ’kimlik üzerinde siyaset yapılmaz’ lafını etmezdi"

- 2003’te Gündem’de JİTEM tetikçisi Abdülkadir Aygan’ın itirafları yayımlandığında hepimiz gazetelerimizin yazı işlerine söylemiştik "bir bakın" diye. Ama bakmadılar. Belki o zaman baksalardı buna, sonraki olayların bir kısmı olmazdı.

Kemal Kılıçdaroğlu "kimlik üzerinden siyaset yapılmaz" diyor. "Annemi, babamı ben seçmedim" diyor. "Evet, anneni babanı sen seçmedin ama senin annen baban sana rağmen de olsa bir kimlik veriyor sana." Ve 21’inci yüzyılda da, tam da burada, soğuk savaşın olmadığı, küreselleşmenin olmadığı bir yüzyılda da küreselleşmenin o geniş platformu üzerinde herkes kimliği ile siyaset yapıyor. Küreselleşme ile kimlik siyaseti arasında müthiş bir uyum var aslında. 21’inci yüzyıl 20’nci yüzyılın tam tersine kimlik siyaseti yapılan bir yüzyıl. "Ve sen Günlük gazetesinden haberdar olsaydın böyle bir laf etmezdin."



- 28 Şubat sürecinde sana yapılanlarla ilgili olarak Ergun Babahan ve Dinç Bilgin’in söyledikleri seni rencide etti mi bir kez daha? Ne hissettin?

O andıç hikayesi bir kepazelikti zaten. O zaman ben şöyle karakterize etmiştim olayı. Hasan Cemal’in ’Türkiye’nin Asker Sorunu’ kitabında da 10 sayfa yazdım bunu. Bana yazdırdı o andıç bölümünü. Orada da yazdım, burada da tekrarlayayım. O andıç olayı, muhataplarından biri bendim ama ben olmasaydım da karakterize ediş biçimim değişmezdi, Türkiye’nin Dreyfuss olayıdır bence. Ve dedim ki, "ne yazık ki Türkiye’nin bir Emile Zola’sı çıkmadı o dönemde." Niye çıktı, niye çıkmadı, nedenlerini konuşabiliriz sabaha kadar ama çıkmadı neticede. Şimdi diyorum ki, "şu sırada Türkiye’de çok Emile Zola var." Bu gerçek. Ama bir de şu var, "gerçeklerin çok sevimsiz bir huyu vardır, mutlaka bir gün ortaya çıkarlar." Şimdi o dönemin bazı sorumluları günah çıkarmaya başladılar. İyi ki de yapıyorlar. İşte Dinç Bilgin yaptı, Ergun Babahan yaptı. Tabii şartlar o günden bugüne değişti. Gözünü kapayıp bir taş atsan, metrekarede 4 tane Emile Zola var. O bakımdan da iyi diyorum. Türkiye medyasının genel durumu ne kadar olumsuz olursa olsun, her bir yayın organında, hangi gruptan olursa olsun, ister kepazelik dediğim Akşam gazetesinde olsun, Habertürk’te dahi, Doğan medyasında da, ki ben oradayım, işte Doğan medyacılarının "yandaş medya" dediği medyada da bir sürü Emile Zola bulunuyor, bence iyidir yani.

"Başbakan bana kızınca, ona sempati duydum."

- Başbakan sana "sen kimin avukatısın?" diye seslenince ne oldu? Hissiyatın neydi?

Ben Başbakan’ı yeterince tanıdığımı sanıyorum. Kişiliğini filan bildiğimi sanıyorum. Ve o tepkisine yol açan yazının başlığı ’Tayyip Erdoğan Ermeniler’den özür dilemeli" idi. Yazının içeriğinde Başbakan’ı çok kolladım ben. Yani onun böyle bir açıklama yapmaması gerektiğini söyledim, "çünkü şöyle bir adamdır" filan diye, dolayısıyla o bir hücum yazısı değildi, tam tersine kollamaya çok özen gösteren, ama yanlış yaptı, bu yanlışı da bir özür yazısı ile düzeltebilir yazısıydı. Ve tepki geldiği zaman, ben Brüksel’deydim, yeni ayak basmıştım, telefonlar geldi iner inmez, "ne diyorsun Başbakan’ın", "ne, ne diyorum", hiçbir şeyden haberim yok. Gittim hemen bilgisayardan internet sitelerine, Başbakan bizi sıvamış, ilk tepkim yakışıksız buldum, onu da ifade ettim, çok yakışıksız buldum, bir şeye canım sıkıldı, Başbakan’la aramızın açılmasının bana bir yararı olmayacağı ve ona da bir yararı olmayacağını düşünüyorum, bana da yaramıyor, çünkü Başbakan çok güçlü bir unsur Türkiye’de bir çevrede, şimdi Başbakan’ın küstüğü ve kızdığı bir adam olduğunuz zaman bir sürü temas imkanlarınız kendiliğinden bloke oluyor. Eh, gazeteci olarak ve imaj olarak iyi bir şey değil bu benim için. O kulvarların açık kalması gerekiyor. Benim lehime bir şey değil. Ama bunun için de doğru yaptığımı düşündüğüm ve hala aynı kanıdayım, ben yanlış bir şey yapmadım ve bundan vazgeçecek de değilim, benim de bu ülkede 40 yıllık bir siyasi aktivist olarak inşa ettiğim bir kimliğim ve kariyerim var. Onu da Başbakan’a filan borçlu değilim, kusura bakmasın yani. Dolayısıyla bir milim geri adım atmam. Kanımda Arnavut alyuvarları da var, inatçıyım yani. Onu da yaralayacaktır diye düşündüm, çünkü onu seven camia içinde de benim de bir itibarım var. O camia içinde açıkça söylemeseler de bir densizlik olarak bunu değerlendirecek ve kendi gelecekleri için bir güvensizlik gibi bir duygu üreteceğini adım gibi biliyordum. Ve bunu da gördüm bazı insanlarda. İlk yakışıksız buldum. Kızgınlık değil. İkincisi, ya "bu bana da yaramadı, ona da yaramadı, yanlış yaptı" duygusu oldu. Üçüncü duygu ise sempati duygusu oldu. Çok ilginç biçimde.



"Ahmet Altan beni destekleyen bir yazı yazınca, Taraf’ın başına bir sürü sıkıntı geldi."

- Nasıl yani?

Tayyip Erdoğan’ın çok yakını olan biri "Yahu" dedi, "Tayyip Bey ile yaklaşık bir ay önce bundan", küslüğümüzün üçüncü ayında mıyız neyiz şimdi, yani yaklaşık bir ay önce bundan, "bir dış gezide konuşurken, işte ’Cengiz Çandar’a ayıp oldu filan dedim", o da demiş ki "Yahu" demiş, "o benim dostum" demiş, "nasıl böyle bir şey benim için yazar, bana söyleseydi, telefon etseydi, bana söyleseydi, niye yazıyor" filan. O da, "iyi ama" demiş, "o bunu kompleks yapmadı, ondan sonra da sizi gene kimi yerde öven, kollayan kimi yazılar yazdı, kişisel mesele olarak kompleks haline getirmedi." O zaman susmuş Başbakan. Ben de ona dedim ki, "Ben de sana bir şey söyleyeyim, bu tepkiyi verdiği zaman, okuyunca o tepkiyi, gözümün önüne Tayyip Erdoğan geldi, o yazıyı görünce ’Tayyip Erdoğan özür dilemeli’, kan beynine sıçradı, onu çok muhalif olan biri yazsa umurunda bile olmayacak, beni dost biliyor ve dolayısıyla kendisini arkadan vurulmuş hissetti. Ve ilk aklına gelen ’niye bana söylemiyor da, yazıyor’, yani kişisel hukuka bir ihanet. ’Olacak iş mi’ duygusu." "Ve benim de" dedim, "Tayyip Erdoğan’da sempati duyduğum tarafı tam da budur, sahici bir adam" dedim. Evet, tepkisini yakışıksız buldum, yanlış yaptı ama o yanlış yaparken de sahici bir adam olarak yapıyor bunu. Ve tamamıyla, "yahu sana ne, ben bir gazeteciyim ve yorumcuyum, icabında da yazarım", fakat onun beni algılamasının ne olduğunu ben tahmin ediyorum. Ama benim nezdimdeki sevimli yanı da bu Tayyip Erdoğan’ın, o yüzden kızmadım. Sonra Ahmet Altan bir yazı yazdı, muhteşem bir yazı yazdı, o yüzden de Taraf’ın başına bir sürü sıkıntı gelmiş, bazı devlet bankaları ile kredi anlaşması yapmışlar, aksamış onlar mesela. Benim yüzümden Ahmet Altan coştu, Ahmet coşunca, ayıp bir şey yaptılar, Başbakan talimatı ile olduğunu sanmıyorum. Durumdan vazife çıkarır bizimkiler.

- Peki ’medyanın Ogün Samastları" lafından sonra çok zorlandın mı, neler oldu, neler yaşandı?

Hiç zorlanmadım. Ertuğrul Özkök bunun üzerine bir yazı yazdı, zaten ben çoğul kullandım, sadece Yılmaz Özdil’i kastetmedim, onu arkalayan ve göklere çıkaran Ertuğrul Özkök vardı, onu da kastederek çoğul kullandım, o da ’Medyanın Ogün Samastı’ndan Ali Kemal’e’ diye bir yazı yazdı, kendince ironi yaptı, ben de onun üzerine "şarlatan" diye bir yazı yazdım. Yani benim kadrajıma girdi, ayaklarını falakaya bağladım, "vur" diyor, vuruyoruz biz de yani.

- Hasan Cemal ile CNN Türk’te sunduğunuz "Tecrübe Konuşuyor" adlı programı bu yazıların nedeniyle mi bitirdiler?

Şimdi Aydın Doğan’dan bize hemen gelen bilgi, onun kararı olmadığı, onun bilgisi dışında olduğu ve "Eylül’de başlayın" dedi. Şimdi Süleyman Demirel’in lafıyla "Türkiye’de siyasette bir hafta çok uzun bir zaman", Eylül’e kadar kim öle kim kala? Bilmiyoruz yani, başlar mıyız, başlamaz mıyız, başlarsak nasıl başlarız? Bilmiyoruz. Ama en azından Aydın Doğan’ın sözüne inanmamamız için, yani onun bilgisi ve kararı dışında olduğu sözlerine inanmamamız için bir neden yok, bunu söylemek zorunda da değil yani. En azından devreye girip söyledi. O da internet sitelerinde yani, Medyaradar’da okumuş sekreteri, çıkış almış vermiş, öyle muttali olmuş duruma, işte Hasan Cemal’i de aradı, "Eylül’de başlayın" dedi, işte başlarız, başlamayız, bilmiyorum ben ama Aydın Doğan’ı ayırarak duruma bakıyorum ben. Bunun arkasında, işte internet sitelerine yansıyan, ’medyanın Ogün Samastları’ ile ilgili grup içinde bazılarının çevirdiği bir dolap var mı yok mu bilmiyorum, o yüzden "şunun işidir, bunun işidir" diyemem. Ama şunu büyük bir rahatlıkla söyleyebilirim, terbiyesiz bir işti, çünkü az önce senin de söylediğin gibi bu programı yapan iki adamın bu meslekte bir yeri var, düşmanları da var, sevenleri de var. En azından bu programın adı gibi tecrübe ifade eden adamlar. Sen başlatılmasından önce bir ay, iki ay ne olacağı, nasıl konuşulacağı için hazırlık yapılmış bir programı o gün geldiğinde "bugün program yaz tatiline giriyor" diye bitiremezsin. Bu bize karşı yapılmış kişisel bir saygısızlıktır. Gerek Hasan Cemal’e gerek bana. Bu programın rating’i nedir, bu programın önemli sayıda izleyicisi var, onlara karşı yapılmış bir saygısızlıktır. Fikirlerine, dünya görüşlerine ve bu ülkedeki duruşlarına karşı. Baştan aşağı bir densizliktir yani.



- CNN Türk’ün yönetiminin başındaki Mehmet Ali Birand ne dedi buna?

Ben bunu Mehmet Ali Birand’a yazılı olarak aşağı yukarı bu sözcüklerle ifade ettim.

- Cevap gelmedi mi?

"Ya" işte, "böyle bir yazışmaya devam edersek birbirimizi kıracağız, bu hale geleceğimiz hiç aklıma gelmezdi, burada keselim" diye yazdı. Sonra karşılaştık, görüştük yine. Ama kafamda çok kötü bir not aldığını söyleyebilirim. Çini mürekkebiyle atılan bir not oldu bu. Silgisi olan bir not değil öyle.

RÖPORTAJ: AHMET TULGAR

FOTOĞRAFLAR: CELAL YILDIZ