CÜNEYT ÖZDEMİR SILA DUYGULARINI ETRAF'LA PAYLAŞTI; YENEMEYECEKSİN BENİ LONDRAAA!

Taraf Gazetesi'nin doğum günü olan 17 Kasım'da yayınlamaya başladığı Etraf eki stüdyosunu Londra'ya taşıyan Cüneyt Özdemir ile görüştü.

İşte Taraf Gazetesi’nin yaşam eki Etraf’ta yayınlanan Dicle Baştürk imzalı o röportaj...

Cüneyt Özdemir’e stüdyosunu taşıdığı Londra’yı sorduk: İnsanları mesafeli. Kadınları babet ayakkabılı. Taksileri feci kazık. Şehre hissiyatım ise biraz karışık...

Ev: Kırmızı tuğlalı
Kırmızı tuğlalı bir evde yaşamaya başlayacağız. Gerçi burada kırmızı tuğlalı olmayan ev bulmak da kolay değil ama o ayrı hikâye. Merkezî bir yerde ev tuttuk. Komik kısmı alt komşumuz da Türk çıktı. Sağolsun uydu taktırmış, “Uyduyu paylaşırız” diyor. Mahalle bizim Nişantaşı’na benziyor. Ama fiyatların hepsinin üçle çarpıldığı bir Nişantaşı diyebiliriz. Bir de kadınların topuklu ayakkabı değil, babet giymeyi tercih ettikleri bir Nişantaşı! Ev, iki oda, bir salon ve şömine. Gerçi şömine birçok Londra evinde olduğu gibi çalışmıyor ama salonun ortasında öylece duruyor. Bakıp bakıp ısınıyoruz! Evin önünde belediyenin bisiklet parkı var. Yirmi metre ötede metro durağı. Biraz ileride park... E Londra için daha ne olsun...

İş: Trafalgar Meydanı’nda
Stüdyo Trafalgar Meydanı’nda. Şehrin bu kısmına özel araçların girmesi paralı. Şaka değil, özel aracınızla geldiğinizde 10 pound fazladan veriyorsunuz. O yüzden etrafta sadece otobüs ve taksi var. Sağımız solumuz tiyatrolar. Birkaç yüz metre ileride Picadilly ve milyonlarca turist var. Hemen her gün aralarından geçip New Zealand Building’in 12’inci katındaki AP stüdyolarına gidiyorum. Süper bir manzarası var. Etrafta 360 derece göz alabildiğine Londra manzarası ve vinçler. Evet şehrin neredeyse tamamında vinçler kurulu. Ali Ağaoğlu duymasın!

Yemek: Sandviç Cumhuriyeti
“Londra Sandviç Cumhuriyeti”ne hoş geldiniz. Pret A Manger adında bir sandviççi zinciri neredeyse bütün Londra’yı esir almış durumda. İşin kötüsü acayip iyi günlük sandviç yapıyorlar. Neredeyse haftaiçi 3 öğün sandviç yiyebiliyorsunuz. Fiyatlar çok uygun, lezzet yerinde, taze. Çorba da fena değil. Mantarlı çorba benim favorim. Asıl yemek meselesi akşamları. Süper restoranlar var. Dünyanın en iyi mutfaklarının olduğu bir şehir. Geçen gün Novikov adında bir restorana gittim, sanırım etrafımda bayağı bir ünlü vardı. Ben tanımıyordum ama şımarık tavırları ve kendine güvenleri ünlü olduklarını herkese ilan ediyor gibiydi. Güzel kadınların hangilerinin eskort, hangilerinin sevgili olduğunu ayırt etmek kolay değildi! Gündüz Cecconi’s adında bir restoranda bir iş adamı ile öğle yemeği yedim, bizim Papermoon’u andırıyordu. Reklamcılar ve borsacılar her yerde aynı mekânları bulmakta çok maharetliler. Wolesley adında bir restoranda brunch yapılabilir. Londra’nın en şık mekânı. Rezervasyonsuz ancak yanındaki barına adım atabilirsiniz ona göre... Bunlar kazık ve kasık yerler. Bir de mesela rezervasyon yapmadan sıra bekleyip girdiğiniz Busaba eat Thai var. Byron hamburgerci’nin şahane ambiyansı var. Hemen her yerde şubeleri olduğu için denk gelmemeniz imkânsız. Jamie’s Italian, İtalyan yemeği isteyenler için, ünlü İngiliz şef Jamie Oliver’ın mekânı. Covent Garden da var; servis kötü, yemekler mükemmel. Yer bulamazsanız, hemen yanında bir Meksika restoranı var, o da çok iyi...

Yollar: Kaldırımlar sürüp gidiyor
Metro büyük pratiklik. Otobüslerinde itişip kakışan insanlar yok, ama itiraf edeyim ya taksiyle ya da yürüyerek gidip geliyorum. Bu şehrin taksileri çok düzenli. Hailo adında bir uygulama var, en yakındaki taksiyi sizin adınıza bulup çağırıyor. İş ile mesafe yakın olduğu için şimdilik fena değil, ancak taksiye yatırdığım parayı Türk lirasına çevirmeye korkuyorum, feci kazık. Yürümek için mükemmel bir şehir. Hava iyi olunca bol bol yürüyorum. İnanır mısınız, İstanbul’da olduğu gibi yürürken aniden kaldırımlar bitmiyor, Allah Allah!


İnsanlar: Kibar kibar gülüyoruz
Londralılarla pek birbirimizi sevdiğimiz söylenemez. Herkes çok kibar, herkes medeni selamlaşıyor, herkes güleryüzlü, herkes sürekli özür diliyor ama bir türlü bunların ötesine geçemiyorsunuz. Sanki kalın bir zırh ile kendilerini korumaya almış gibiler. Valla benim de bu yaştan sonra Londralı da olsa yeni arkadaşlıklar peşinde koştuğumu söylemek zor. O yüzden birbirimize kibar kibar gülümseyerek mesafeli mesafeli yuvarlanıp gidiyoruz.


Gece hayatı: Hay bin çocuklu hayat
Gece hayatı “dışarıda yemek yemek” ise, haftada birkaç gece bizim oğlana bakıcı ayarladığımızda çıkıyoruz. Genelde gözümüze kestirdiğimiz bir restorana gidip güzel bir yemek yiyip bakıcının saati dolmadan eve yetişiyoruz. Hay bin çocuklu hayat! Londra bir üyeli kulüpler başkenti. Herkes bir kulübün üyesi. Ya da bir arkadaşı üye. Pub deseniz zaten 23.00’da kapanıyor. Bir iki defa bara gidelim dedik ortalık çoluk çocuktan ve zengin Arap’tan geçilmiyor. Biraz gece hayatına yönelik heves de kaçmış bizde, onu da fark ettim. Gecelere akmak için belki benim bilmediğim başka mekânlar olabilir, ama inanın bu konuda size önerebileceğim pek bir yer yok. Ama sizin bildiğiniz iyi mekânlar varsa mail atarsanız sevinirim.


Hasret: İstanbul’un havası, suyu, kaosu
İnsanın yurdu aynı zamanda konuştuğu anadilinin yaşandığı ülke. En azından ben öyle hissediyorum. İstanbul’un havası, kokusu, kaosu, sesi... Kurban olduğum Allah şahane bir şehir vermiş. THY uçağına bindiğim an memleketime gelmiş gibi hissediyorum. Tanıdık mekânlar, insanlar, sesler, yüzler, sokaklar... İnsan gurbete düşmeye görsün her yerini ayrı özlüyor. Tamam biraz abartıyor olabilirim ama dünyayı gezip gördükçe İstanbul’u daha çok sevmeye başlayanlardanım ben. Bodrum’u da unutmayalım. Zira hayatımın yaz ayları son yıllarda neredeyse İstanbul’a adım atmadan Bodrum’da geçiyor. Orada yaşayan dostlarımın sayısı neredeyse İstanbul’dan daha fazla olmaya başladı.

Arkadaşlar gelince: Mahalle pub’ı
Size komik gelebilir ama Türkiye’den arkadaşlar geldiğinde genelde onlar bizi bir yerlere götürüyorlar. Geçen gün Aslı geldi. En iyi arkadaşımız. Gelmeden Londra’nın bütün gözde mekânlarını internetten bulup her gece birine rezervasyon yaptırmıştı. Sağolsun her gece bizi güzelce gezdirdi. Şaka değil, artık biraz da internet sayesinde şehrin en iyi mekânlarına gitmek için burada yaşamanıza gerek yok. İnternet üzerinden bulabiliyorsunuz. Ama biz de onu şahane kahvaltı mekânlarına götürdük. Bir şehire gittiğimde hemen turistik mekânlardan çıkmaya, yerelleşmeye çabalarım. Gelen arkadaşlarımızı da turistik yerlerden uzak tutup mahalle pub’ına götürmeyi tercih ediyoruz. Onlar da şikâyetçi değiller. Publar neredeyse her yerde üç aşağı beş yukarı aynı, biralar iyi, yemeklerden uzak durun derim!


Londra’ya karşı hislerim: İlişkimiz uzun sürmez
Sabahları evin penceresini açıp “Beni yenemeyeceksin Londra!” diye haykırıyorum... Şaka şaka... Güzel bir şehir. Düzenli. Kuralları ve referansları olan bir kültürü var. Bu düzen İstanbul’un kaosu ile karşılaştırdığında insanı sakinleştiriyor. Yahu geçen gün şunu fark ettim; şehrin her yerindeki kapılar aynı. Bina nasıl olursa olsun, kapılar renkleri değişse de kulpu, metal koyulan yeri, anahtar deliği neredeyse aynı. Bu tür küçük detayları bir şehrin standartları açısından önemsiyorum. İnsana bazen bu tür detaylar tuhaf geliyor. Mesela taksiye bindiğinizde size yol sormayan bir taksici ile seyahat etmenin lüksünü görüyorsunuz. Kesinlikle pahalı bir şehir. Kasvetli. Turistik. Paralı. Kapalı havayı sevenler için güzel. Uluslararası bir iş yapmak için ideal bir şehir. Farklı kültürlerden o kadar çok insan var ki şehir sizi dışlamıyor, hemen içine kabul ediyor. Elbette ben çok küçük bir bölümünde yaşıyorum. Ara sıra böylesine dünya başkentlerinde yaşamanın insana yenilenme fırsatı verdiğini düşünüyorum. Çok fazla kalmayı düşündüğümü söyleyemem...