BU BİNADAN VİCDANEN RAHAT ÇIKMAK, BİZİM İÇİN REYTİNG ÖLÇÜSÜDÜR! DOĞAN ŞENTÜRK MEDYARADAR'IN USTA RÖPORTAJCISI YÜKSEL ŞENGÜL'E KONUŞTU!

Yüksel Şengül'ün sorularını cevaplayan Fox TV Haber Genel Yayın Yönetmeni Doğan Şentürk, reyting, siyaset ve habercilik konularında çarpıcı açıklamalar yaptı

Fox TV Haber Genel Yayın Yönetmeni Doğan Şentürk, son derece açık ve net konuşan bir yönetici.Zeytinburnu sahilinde, deniz manzaralı ve tarihi bir binada bulunan Fox TV’de, adeta kaptan köşkü görüntüsü veren odasında konuştuk Doğan Şentürk’le... Televizyon haberciliğinin göz önünde olmayan ama zirvede yarışan ismi Şentürk’le sohbet bana keyif verdi. İnanıyorum aynı keyfi sizler de alacaksınız...

Doğan Bey, bu ülkede herkesin gözü ekranda ve TV’lerin derdi ön plana çıkmak, izlenmek, reyting rekorları kırmak. Bunun için her şey mübah olmalı mı?

Kesinlikle olmamalı. Tamam, reyting çok önemli bir kavram ve onun için çalışıyoruz bunun aksini iddia edemeyiz ama televizyonculuk, habercilik ve medya açısından her şey mübah olmamalı. Yine de doğal olarak, her sabah reyting sonuçlarını elimize aldığımızda bu moralimizi olumlu ya da olumsuz yönde etkiliyor. Kişisel olarak ‘yöneticilik yaşamınız boyunca en çok neden etkilendiniz?’ diye sorsanız, “sabahları aldığım reyting sonuçlarından etkilendim” derim. Ama bir yönetici olarak kalıcılığın ve başarının kıstasını yüksek reytingde görmüyorum. Kalıcı olabilmek adına başka şeyler yapmanız gerekiyor. Biz bu piyasada yüksek reyting alıp da sonunda bulunduğu konumu kaybeden çok insan gördük. Her şey reyting olsaydı, yüksek reytingi olan insanlar süreklilik gösterirdi. Ama bir yerden sonra başka kriterler devreye giriyor.

İlk soru olarak reyting adına her şey mübah görünüyor dedim ama okuyucuları da yanıltmamak gerekiyor. Olumsuz bir giriş yapmak istemedim. Ben sadece ekrana bakınca sanki öyle bir izlenim alıyoruz demeye çalıştım. Ne dersiniz biraz öyle görünmüyor mu?

Türk televizyon haberciliğine baktığınızda, zaman içinde yapılan ekran yanlışları, ki bu sadece rakiplerimiz için değil hepimiz için geçerli, sektörel anlamda bir yanlışlar yığını oluşturmuştur. Bunu gören sokaktaki seyirci de reyting için her şeyin mübah olduğunu düşünüyor. Önemli olan bu algıyı negatiften pozitife çevirmek olmalı. Biz de bu çabayı gösteriyoruz.

Zaten Fox TV’nin bu çabayı gösterdiği son derece net bir şekilde görünüyor.

Teşekkür ederim, böyle bir yorumu özellikle sizin gibi kıymetli bir meslektaşımızdan duymak çok güzel bir şey. Bunu sağlamak için “Kim ne yapıyor?” diye bakmıyoruz, daha çok “Biz ne yapıyoruz?”u sorguluyoruz. “Onlar bunu yaptı, haydi biz de aynısını yapalım” demiyoruz. Çünkü biz bu kapıdan çıktıktan sonra gündelik hayatlarımızda babayız, kocayız, çocuğuz, evladız, bunu düşünüyor ve bu duygularla hareket ediyoruz. Bugün yaptığımız bülten bizi tatmin etti mi? En önemlisi bu. Bir baba, bir eş, ailesinin üç erkek çocuğundan en büyüğü olan Doğan Şentürk’ü tatmin etti mi? Önemli olan bu. Kendinizi bu kalıplara koyup empati yaptığınızda o bültenin sizi nerede tatmin edip etmediğini görüyorsunuz. Ve inanın ertesi gün size gelen reytinglerde de bu sonuç ortaya çıkıyor. Zaten reyting eskisi gibi bir illüzyon değil artık, seyirci çok daha ileri safhada…  Neyin reyting için yapıldığını, neyin samimi bir şekilde yapıldığını artık çok ciddi anlayabiliyor.

Fox TV’nin nasıl bir yayın anlayışı var?

Meslekte iyi şeyler yapmaya çalışan insanlar olarak, çocuk istismarını, intiharı, özel hayatta anneyi babayı ve aileyi refüze edecek durumları haberde değerlendirmiyoruz. Özel hayata saygılı oluyoruz. Bütün bunların ötesinde de özellikle siyasal anlamda söylüyorum, tarafsızlığa çok önem veriyoruz. Fox’un ekranına bakan bir insan, “Bunların ideolojisi şudur” diyemez. Yoksa elbette ki yazı işleri masasının etrafında her ideolojiden insan var ve benim de bir ideolojim var. Ama bülten kimliği dediğiniz kavramda onun ipuçlarını yansıtamazsınız. Taraf olup olmamanın sınırlarını iyi çizmelisiniz. Seçtiğiniz kelimeden alt başlığa kadar en ince ayrıntıya dikkat etmelisiniz. Objektifliğinizi korumalısınız. Çünkü izleyici sadece ve sadece haber alma hakkını istiyor, sadece enformasyon istiyor. “Yorumu ben yaparım” diyor. Biz de haberleri enforme edip gerisini seyirciye bırakıyoruz.

“Biz küfür etmiyoruz” diyorsunuz. Var mı küfür edenler?

Bunu çeşitli zamanlarda söyledim, biz küfür etmiyoruz. Kimse de etmemeli ama geçmişte edenler vardı. Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) bu konuda gereken uyarıları ve cezaları veriyordur. Ancak toplumda kurumların bir yere kadar görevi var. RTÜK ve mahkemeler ne kadar işlevsel olursa olsun insanın otokontrolü çok önemli. Bir baba dokuz yaşındaki çocuğuna ceza verebilir ama o çocuğun da zaman içinde olgunlaşması gerekiyor. Düşünsenize 14 yaşına gelmiş bir çocuğa sürekli ceza vermek işe yarar mı? Bu yüzden haberciler olarak bu olgunluğu göstermeliyiz.

RTÜK’ten aldığınız bir ceza yok sanırım…

(Gülüyor ve masaya vurarak) Valla şeytanın kulağına kurşun diyelim… Nazar değmesin, buna özen gösteriyoruz. Ama siz de haberciliği çok iyi biliyorsunuz ki zamanla yarışıyoruz ve bazen hızlı kararlar vermek gerekiyor. Fazla düşünme payınızın olmadığı haberlerde de bülten dinamiğini baştan kurarken gözden kaçan şeyler olabiliyor. Ama Fox Haber olarak bu konuda azami gayreti sarf ettiğimizi düşünüyorum.

Doğan Bey, Türkiye’de medyaya yapılan bir baskı var mı?

Fox Haber adına konuşursam, Türkiye’de medyanın tamamen baskıdan uzak olduğu kanaatinde değilim. Yine de bu durum dünyadaki tüm medya kuruluşları için geçerli oluyor. Bizim endişemiz ve kaygımız yok, çünkü sadece yayıncılık yapan bir kurumuz, başka bir sektörle ilişkimiz yok. İkincisi de bu baskıyı doğuracak bir şey yapmıyoruz. Şimdiye kadar yaptığımız haberler objektif olduğu ve tamamen enformatif bültenler yaptığımız için böyle bir baskı yaşamadık. Her partinin olumlu ve olumsuz haberlerini veriyoruz. Önemli olan haberleri sert, yalın ve çıplak bir şekilde verebilmek. Şuna inanıyorum ki habercilik fotoğraf çekmektir. Nasıl ki çekilmiş bir fotoğrafta her şey ortadaysa ve yalınsa, Fox’un haberleri de o kadar ortada ve yalın.

Rakiplerinizle mücadele ederken özel taktikleriniz var mıdır?

Tabi ki içinde bulunduğumuz ortamda ve yaşadığımız reyting savaşında rakiplerimizin de bizim de uyguladığımız taktikler var. Ancak kanalların ana haberlerine baktığınızda genel olarak hemen hemen yüzde 50’si aynı sayılır. Sizin kanalınızda üçüncü sıradan giren bir haber diğer kanalda ikinci ya da birinci haber olarak kullanılabiliyor. Önemli olan haberin nasıl işlendiği, bütün fark orada yatıyor.

Sizinle ve kanalla ilgili yapılan eleştirileri ne kadar ciddiye alırsınız?

Eleştiriye göre ciddiye alıyorum. Herkesi memnun etmek zaten çok zor bir şey ve aslında herkesin memnun olması da anormal olurdu. Önemli olan benim ve ekibimin bu işe ne kadar inandığı ve vicdanlarının rahat olduğudur. Tabi ki eleştiriye açık olmalıyız. Yapıcı eleştirileri çok dikkate alıyoruz. Bunlar canımızı yakabilir ve zaten yakmalı da ama bu eleştirilere kulak verip hataları tekrarlamaz ve kendinizi geliştirirseniz herkesin beğeneceği bir konuma gelebilirsiniz. Zaten herkesin “Çok iyisiniz” dediği bir çalışma ortamında egonuz artar, gözleriniz kör olur ve kendi haber merkezinizi ve bülteninizi tanımakta zorlanırsınız.

Anlattıklarınız sanki siyasilerin de zaman zaman içine düştükleri tuzağı tanımlar gibi…

Ben kendi sektörümü anlatıyorum ama eleştiri konusunu aynen siyasete de uyarlayabiliriz, değişmez.

Siyasilerimiz eleştiriye açık mı ya da ne kadar açık?

Hem siyasetçiler, hem medya olarak eleştiriyi sevmediğimizi söyleyebilirim. Buna ben de dahilim. Düşünün ergenlik çağımızda, babamız bizi eleştirdiği için onunla tartışırdık. Kız çocukları da anneleriyle benzer şeyler yaşamıştır. Bu durum daha genç yaşlarda başlayıp basamak basamak topluma ve siyasete nükseden bir süreç haline geliyor. Kendimize itiraf edelim, eleştiriyi sevmiyoruz. Ama eleştiriyi sevmek zorundayız, bunun bilincinde olmak bile önemli bir şeydir. Siyasetçilerin eleştiriyi sevdikleri inancında değilim ama eleştiriyi sevmek zorunda olduklarının bilincindeler. Bu, sigaranın zararlı olduğunu bilip bırakamamak gibi… Eleştiri dediğimiz olayı, yok etme, yıkma gibi algılıyoruz. Tabi ki sadece bu amaçlarla eleştiri yapanların varlığını yadsıyamayız.

Haber konusunda cesursunuz, bunu hep söylüyorsunuz. Türkiye’deki habercilik gerçekten cesaret mi gerektiriyor?

Türkiye’deki habercilik cesaret gerektiriyor. Bir kere ayna gibi her şeyi gerçek olarak yansıtmanız ve topluma; “İşte siz busunuz!” demek Türkiye’de bazen riskli oluyor. Türkiye’nin basın şehidi Kamil Başaran, Kuzey Irak’ta ya da Afganistan’daki bir çatışmada ölmedi. Bürosuna gelen ve yaptığı haberi beğenmeyen eli silahlı biri tarafından öldürüldü. Baktığımızda arkadaşımızın verdiği haberler her gün verdiğimiz haberlerden farksızdı. Bunun dışında muhabirimin Suriye’ye kaçak yollardan girip mültecilerle röportaj yaparken başına bir şey gelmesi de Allah korusun bir risk… Ya da yaptığı bir siyasi haber yüzünden patronundan eleştiri alması veya daha kötüsü… Bu açıdan bakarsanız, bu coğrafyada gazeteci olmak bir risk ama böyle baktığınızda dünyanın neresinde risk değil ki? Türkiye’yi bunlardan ayıran en önemli tarafsa; sıcak olayların cereyan ettiği ve insan hayatının riskli olduğu bölgelerin yakınında bulunması olabilir. 

Ülke olarak gündemimiz her zaman çok yoğun...

Evet, Türkiye’de olay çok. Hep söylüyorum, batılı meslektaşlarımla yaptığım kıyaslamada şunu görüyorum ki, yaşadığımız olaylar gazeteciliğimizi ve haberciliğimizi bileyleyip geliştiriyor. Belki teknoloji olarak batı bizim önümüzde olabilir ama habercilik anlamında Türk meslektaşlarımın önde olduğunu düşünüyorum. Bu Türkiye’deki gündemin inanılmaz bir hızla tüketilmesinden kaynaklanıyor.

Doğan Bey, kimi zaman ortalık toz duman oluyor... Kasetler çıkıyor, ses bandları yayınlanıyor, “Ergenekoncular” deniliyor, “Balyozlar” vuruluyor... Ülkemizde gizli güçler oldu mu, var mı? Biliyorum ki Medyaradar okurları da bunu merak ediyor. Siz çok önemli bir noktada, çok önemli bir habercisiniz. Sanırım bu konuda bildiklerinizi bizimle paylaşmaktan çekinmezsiniz...

(Gülüyor). Gazetecinin mutlaka bu psikolojiden kurtulması gerektiğine inanıyorum. Tabi ki sokaktaki vatandaş “Hayat bir provokasyondur” mantığıyla hareket edebilir ama bir gazeteci bu perspektiften bakarsa mesleğini icra edemez. Elbette ki gazetecilik şüphecilik gerektirir, keza geçmişte özellikle kriminalde çalışan arkadaşlarımızın cinayetleri çözdüklerine tanık olduk. Ama her şey komplo teorisi değil, ben öyle bakmıyorum. Her olayı kendi içinde değerlendiriyorum. Şüpheciliği hayatınızın her anına yayamazsınız, eğer böyle yaparsanız bu bir hastalık haline gelir ve tedavi olmanız gerekir (Gülüyor). Herhangi bir haber için şüpheci bakmak iyiyken, başka bir habere aynı şekilde yaklaşmak onu zora sokabilir.

Hiç ürperdiğiniz, tedirgin olduğunuz bir dönem yaşadınız mı? Çünkü, Cemre, Deniz ve Ege’nin babası olarak da sorumluluklarınız var...

Geçmişte, muhabirlik yaptığım dönemlerde ürperdiğim, tedirgin olduğum zamanlar oldu. Haberlerimden rahatsız olanlar beni tehdit de etti ama yılmadım, çekinmedim, korkmadım. Çocuklarımın babası, eşimin kocası, annemin babamın üçüncü çocuğu ve kardeşlerimin ağabeyiyim. Onlara karşı sorumluluklarım var. Bir şekilde ailemin yanında olmam gerekli ama sırf çocuklarımın babasıyım diye bu haberi girmeyeyim, onları riske atmayayım gibi şeyler de düşünmedim. Doğru olduğuna inanıyorsam her riski alarak o haberi girerim. Benim esas düşüncem, birilerinin yok yere canını yakıp, ahını alıp çocuklarımın üzerine çok daha fazla vebal yüklememektir. Bu düşünce sadece bana özgü değil, 23 yıllık meslek hayatım boyunca tanıdığım tüm meslektaşlarımın ortak düşüncesi böyle. Ekranda örnek aldığımız isimler gazetecilik mesleğini zor koşullarda yapıyorlar. Yaşamını mesleğinin çok çok önünde tutan meslektaşım olduğunu düşünmüyorum.

Ailesine düşkün birisiniz, aynı zamanda yoğun çalışma hayatınız var, denge kurmakta zorlanıyor musunuz?

(Gülüyor) Doğrusunu isterseniz o dengeyi kuramıyorum. Haberlerimi yaparken vicdanen rahatım ama evime ayırdığım zaman açısından vicdanen rahat değilim. Bunu açık yüreklilikle söylüyorum. Her gün iş yerimden çıktıktan sonra rahat bir vicdanla arabama biniyorum. Ama evden çıkıp işe gelirken vicdanım rahat etmiyor. 

Belki de bu fedakarlık başarınızın göstergesi…

Elbette ki her başarıdan dolayı insan mutlu olur ama öte taraftan da çocuklarıma yeterince iyi bir baba olabiliyor muyum sorgulaması da haklı ya da haksız yere aldığım bir eleştiri kadar yüreğimi acıtıyor. Bunu da açık yüreklilikle itiraf edeyim. Sonuçta eşiniz ve çocuklarınız elinizde kalan en önemli şeyler değil mi? Bence sınıfsal ayrımı engelleyebilecek tek şey aile sevgisidir.

Haber uğruna hiç kavga ettiniz mi?

Oldu, çok oldu. Hem içeride hem dışarıda mücadele ettiğim, tartıştığım, sesimi yükselttiğim oldu ama haber uğruna yaptık. Çünkü bu bizim mesleğimiz.

Habercilik tansiyonlu bir meslek, hiç kül tablalarının havalandığı zaman oldu mu?

(Gülüyor) Evet, kül tablalarının havalandığı zamanlar da oldu.

Ben yıllarca daktilolarla çalıştım…

Gazeteciliğe ilk başladığım yıllarda şefimden daktilo bile yedim. Bana daktilo fırlattı ve kafamı çekmesem, başıma değebilirdi…

Allah korumuş!

Eskiden bu tansiyon daha fazlaydı, sanki günümüzde biraz daha düşük gibi geliyor. Genç meslektaşlarım ve yönetici arkadaşlarla bir araya geldiğimde çalışanlarımıza yaptığımız tavırların ve hareketlerin eskilere göre daha ılımlı olduğunu görüyoruz.

Yönetici olarak sizin de çalışanlarınıza daktilo ya da kül tablası fırlattığınız olmuyor mu?

(Gülüyor). Geçmiştekiler haksızdı demiyorum, çünkü gazetecilik mücadele mesleği, kol kırılır yen içinde kalır, sabah olunca yeni bir dünya kurabilmek önemli. Personelim bunu iyi bilir, bu konuda mütevazi değilim ve sabah işyerime girdiğimde dünü unutan bir yöneticiyim. Yani sabah yeni bir dünya kurabiliyorum. Bir gün önce tartıştığımız, kızdığımız, eleştirdiğimiz arkadaşımızla sabah hiçbir şey olmamış gibi kahvaltı edebiliyoruz. Kül tablası ve daktiloya gelince (Gülüyor). Onlar geçmişte kaldı.

Kin tutar mısınız?

Hiç kindar olmadım. Yaşamım boyunca kimseye kin tutmadım. Bunu eşim de, kardeşlerim de, buradaki bazı arkadaşlarım da söyler. Hiçbir zaman kinlerimle yönetmedim, önyargılarımla davranmadım. Kavga ettiğim, eksik bir şeyler yaptığına inandığım çalışanıma ertesi gün kinimi ya da kızgınlığımı sürdürmedim.

Ne kadar güzel, dilerim bütün medya yöneticileri bu satırları okumuş olur.

Açıkça iddia ediyorum hiçbir çalışanım “Burada çalıştığım sürece Doğan Şentürk bana kin tutmuştur” diyemez. Bu durum tüm yönetici arkadaşlarımız için geçerli, zaten öyle de olmak zorunda, neyi paylaşamıyoruz ki? Düşünsenize kin tuttuğunuz kavga ettiğiniz bir insan öldüğünde onu kırmışsanız ne kadar büyük bir vicdan azabı duyarsınız. Geçtiğimiz sene İstanbul Haber Müdürümüz Ersan Karaoğlu’nu Mısır’da geçirdiği talihsiz bir kaza sonucu yitirdik. Arkadaşlarımızla konuşurken “Vicdanen ne kadar rahatız, onu hiç kırmadık, iyi ki onunla iyi ayrılmışız” diyoruz. Hatta buradaki haber stüdyomuzun adını Ersan Karaoğlu koyduk. Haberin sonunda, haber merkezi çalışanlarının isminin ardından onun ismi de hala ekrana yazılıyor. Öldüğü günden beri bu devam ediyor, bir kere bile silmedik.

Böyle bir vefa kaldı mı?

Ersan o vefayı hak etmiş bir insan. Ölmesi demek aramızdan ayrıldığı anlamına gelecekse o zaman biz bu mesleği yapmayalım daha iyi.

O zaman ben de şunu söyleyeyim, Ersan ölmemiş ve yaşıyor. Bunu da sizlere borçlu...

Biz de kesinlikle buna inanıyoruz. Haber merkezinde yaptığımız toplantılara onun takip ettiği ve onun tarzı olan haberler geldiğinde, masanın çevresindeki herkesin yüzünde acı bir tebessüm oluyor. Burada olduğumuz sürece onu yaşatacağız. İnşallah bizden sonra gelecekler de onu yaşatır.

İyi bir haber kadrosu kurmanın olmazsa olmaz şartları nelerdir? Kadroda güzel spikerler mi yoksa iyi haberciler mi fazla olmalı?

İyi bir haber kadrosu bir kere sokağı bilmeli. Sokağı bilen ve sokaktan gelen her haber merkezi başarılı olur.

Bir röportajınızda “Ben Bab-ı Ali’de bir gün sokakların kazanacağına inanıyorum” demişsiniz.

Benim lafım değil Rosa Luxemburg’un lafı (Gülüyor). O başka amaçla söylemiş ama ben onu Bab-ı Ali’ye uyarladım. Eşimle de görüyoruz ki ekranda ya da işin arkasında olan iyi isimler sokaktan ve yaşamın içinden geliyor.

Doğan Bey, siz sokağa çıkar mısınız, otobüse biner misiniz?

Elbette haberci halkın arasına karışmalı. Kanala gelip giderken özel arabamı kullanıyorum ama hafta sonlarında halkın arasındayım. Yüksel Bey, ben ekrana çıkmadığım ve ekran yüzü olmadığım için bunun avantajını yaşıyorum. Dolayısıyla bu da bana inanılmaz bir özgürlük sağlıyor. Ekrana çıkmadığım için sıradan bir vatandaş gibi herkesle kendimi tanıtmadan sohbet edip doğallığı sağlayabiliyorum. Türk insanı ünlü biriyle karşılaştığında kendisini gizler ama siz sıradan biri gibi karşısına çıktığınızda daha rahat hareket eder. Ekran yüzü olduğunuzda bunu gizleme şansınız kalmıyor.

Muhabirlik dönemlerimde otobüse de troleybüse de bindim. Yine de yaşamdan kopmuş değilim. Sonuçta ortalama bir Türk ailesinin reisiyim, öğretmen çocuğuyum. Bu anlamda ben hayattan kopsam ailem, eşim, çocuklarım, kayınbiraderim, kardeşlerim kopmama izin vermez. Onlarla hafta sonu ya da akşamları bir araya geldiğimizde gündemden konuşuyoruz. Babam emekli öğretmen, annem bütün alışverişini pazardan yapan bir ev kadını. Hayattan ne kadar kopabilirim ki.

Babanız emekli öğretmen. Habercilik hayatınıza nasıl girdi?

İnsanların mesleğini seçtiği dönemler lise yılları oluyor. O dönemlerde yani 1980 sonrasında tekrar demokrasiye geçişin yaşandığı dönemlerde TRT’de de büyük reform yaşanıyordu. TRT birbiri ardına yepyeni programlar ortaya koyuyordu. İtiraf edeyim ‘32. Gün’ programı beni çok etkiledi. Mehmet Ali Birand’ın sunduğu ve ayda bir kere yayınlanan o programı hiç kaçırmadım. Çünkü ‘32. Gün’ Türkiye ve bizler açısından büyük bir farklılık ve açılımdı. O zamanlar ülke olarak yurt dışına kolayca seyahat edemiyorduk. Biz ‘32. Gün’ sayesinde İrlanda Cumhuriyet Ordusu’nun gerçek niyetini, Polonya’daki dayanışma liderinin direnişini, Ebu Feyz Elçi Bey’i, Haydar Aliyev’i öğrendik. Çok dinamik bir programdı ve orada çalışanlara da hep özendim. “Bu benim için iyi bir meslek, ben bunu yapabilirim” diye düşündüm. İnsanların bir şeyi çok istediğinde olabileceğini düşünüyorum.

Ama olmamış!

(Şaşırıyor) Neden olmamış?

Daha doğrusu tam olmamış demeliyim. Çünkü Mehmet Ali Birand gibi kamera önünde değilsiniz… Neden değilsiniz?

(Gülüyor) Benim de kamera önünde olduğum dönemler oldu. İlk özel televizyon Magic Box’ta çalışmaya başladım. Ardından Kanal D’nin kuruluş aşamasında vardım. Ancak muhabir olarak... Ancak Mehmet Ali Birand gibi olmadım.

Buradan Mehmet Ali Birand’a selamlarımızı, sevgilerimizi ve şifa dileklerimizi yollayalım mı?

Evet, kendisine geçmiş olsun diyorum ve en kısa zamanda yeniden ekranda görmek istdeğimi, bunun için de sabırsızlandığımı özellikle belirtmek istiyorum.

Evet, benim idealim hep iyi bir haberci olmaktı. Bu illaki kamera karşısında haber sunmak anlamına gelmiyor. Ben mutfağı seviyorum. Ama tabi ki istesem bu tarz bir program yapabilirdim. Haber merkezinin içinde olmak bana mutluluk veriyor ve yüzüm tanınsın, ekrana çıkayım düşüncesinde değilim. Hem sıradan değilsiniz hem sıradansınız. İkisini bir arada yaşamak da son derece güzel.

Fox TV’nin sahibi, dolayısıyla patronunuz yabancı... Bunun avantajı ya da dezavantajı nedir?

Valla ben şu ana kadar yabancı patronun dezavantajını görmedim. Bunu çok samimi bir cevap olarak algılayın. Avantajını gördüm, çünkü sadece yayıncılık yapan bir şirket burası ve o yüzden de bir haberci için inanılmaz güzel bir şey. Çünkü kendimizi özgür hissediyoruz ve hassas dengeler gözetmek zorunda kalmıyoruz. Mesela sektörel haberler veriyoruz ve bu haberleri yaparken, herhangi bir kaygı ve endişe duymuyoruz. Haberleri bütün objektifliğiyle veriyoruz ki bence Türkiye’de bu çok iyi bir şey.

Yabancı patronun hiç mi müdahalesi olmuyor?

Hayır, hiç olmuyor. Ben genel yayın yönetmenliğinde beşinci yılımdayım ve Fox Haber’in politikasına hiçbir müdahale görmedim. Bunu haber merkezimizdeki tüm arkadaşlarıma sorabilirsiniz. Zaten müdahaleyi gerektiren bir şey de yapmadığımız ve kendimizi iyi yönettiğimiz için işimizi trafik kazası yapmadan götürüyoruz. Zaten şirketin genetiğinde müdahil olmak gibi bir yapı yok. Ama üç konuda çok hassaslar. Bunlardan biri özel hayat, ikincisi yalan haber ve üçüncüsü de taraflı haber…

Hiç hakkınızda dava açıldı mı? Mahkemede kendinizi savunmak zorunda kaldınız mı?

Açıldı tabi ki ve şu anda da süren davalar var. Ama basın savcısı biliyorsunuz önüne gelen habere dava açabiliyor ama hepsinden de beraat ettik. Aşağı yukarı açılan bütün davalardan net bir şekilde beraat ettik ve daha sonra öğrendik ki o davalar diğer meslektaşlarımıza ve başka şirketlere de açılmış. Düşünebiliyor musunuz, Ergenekon soruşturmasıyla alakalı İçişleri Bakanı bir şey açıklıyor ve siz onu haber yaptığınız için hakkınızda gizlilik ihlalinden dava açılıyor. Savunmanızda “Sayın İçişleri Bakanı’nın demecini verdim” dediğinizde dava hemen düşüyor (gülüyor). Basın savcılarının bu konuda çok özenli olmadıklarını düşünüyorum.

Sizin yabancı patronunuzun, Doğan Grubu’nun satışlarıyla ilgilendiği söylendi. Artık Fox’un da bir gazetesi olacak mı?

Şunu söyleyeyim, bahsettiğiniz konu şirketin makro politikalarına giriyor ve o yüzden de bilgimiz olmuyor. Gerçekten bu konuda bilgim yok.

Peki, bir gazetenizin olmasını ister miydiniz?

Fox’un bir gazetesi olmasını isterdim, çok isterdim. Bu büyük bir avantaj. Çünkü bir haber merkezini kendi gazetesi daima olumlu etkiliyor. Bugün rakiplerimizin gazeteleri var ve Fox TV olarak bunun dezavantajlarını yaşıyoruz.

O boşluğu nasıl kapatıyorsunuz?

Şu ana kadar çok fazla kendimizi pazarlamaya gitmedik. Çok teşekkür ediyorum ki sizin gibi kıymetli meslektaşlarımız iyi işler yaptığımızı fark edip bize geliyorlar. Bazı arkadaşlarımızın sanki bizi ön plana getirirlerse kendi yayın organlarının başındaki isimlerden azar işitirler gibi bir korkuları var sanırım. Yine de güzel işlerimizin övülmesi hoşuma gidiyor. Bu anlamda Medyaradar’daki köşenizi de ilgiyle takip ediyorum. Mesela Banu Güven, Erdoğan Aktaş ve Cengiz Er röportajlarınız çok iyiydi. Köşenizde yer almak iyi bir şey.

Fox’un editöryal masasında her ideolojiden insan var. Dengeyi nasıl kuruyorsunuz?

İşte o dengeyi kurmak önemli, benim de işim orada başlıyor. Genel yayın yönetmenliği dediğiniz olay haberleri alt alta sıralamak değil ki, bunu ekibimde bulunan tecrübeli isimlerin hepsi yapabilir. Önemli olan masadaki insanları ve görüşleri asgari müşterekte birleştirmek, biz o masada her gün Türkiye’yi birleştiriyoruz. Benim yazı işleri masamda muhafazakar, komünist, milliyetçi yani her ideolojiden insan ve fikir bulunuyor.

Hiç mi kavga çıkmıyor?

Çıkıyor tabi ama hiçbir zaman o masadan doğruyu bulmadan kalkmıyoruz. Sadece doğruyu buluyoruz. Hiçbir zaman da kullanılmıyoruz ana ilkelerimizden biri kullanılmamak üzerinedir.

Sabah haberleriniz iyi izleniyor ve Fatih Portakal çok başarılı. Ama bir zamanlar İrfan Değirmenci vardı. Değirmenci’nin gidişi yüreğinizi sızlattı mı?

Ben Fox haber merkezini kurarken İrfan (Değirmenci), Ankara’da muhabirdi. Onu takip ediyordum. İşler ilerledikten sonra Kanal D’ye telefon açtım ve kendisini beğendiğimi ve onunla çalışmak istediğimi söyledim. İstanbul’a geldi ve benimle tanıştığına mutlu olduğunu söyledi ama o süreçte hiç para konuşmadık. İrfan’ı (Değirmenci) muhabir olarak işe aldım. Ancak bir süre sonra çok daha verimli olabileceğini ve ondan farklı bir şey yaratabileceğimi düşündüm. Sabah haberlerini kendisine sundurmayı teklif ettim. Başlarda çok mücadele ettik ve yüksek reyting alamadık ama çok kısa zamanda sabah haberlerinde çok tanındı, öne geçti. Ben de onun yöneticisi olarak elimden gelen desteği verdim. Sonra bir gün her profesyonel ve başarılı insan gibi teklif aldı, ayrıldı.

İrfan Değirmenci giderken yüreğiniz sızlamadı mı?

İrfan giderken elbette yüreğim sızladı, üzüldüm. Ancak engel olmadım. Çünkü engel olmuş olsaydım, içinde bir yerde hep acaba kalacaktı. Ve ben içinde ‘acaba?’ kalan insanlarla çalışmayı çok fazla sevmiyorum.

Onu şimdi Kanal D’de izlerken neler hissediyorsunuz?

Bizim katkıda bulunduğumuz bir insan ve onu izlerken gurur duyuyorum. Asıl gurur duyduğum onun yerine de en iyi editöryal çözümü bulmuş olmamdır. Bu anlamda kendimle gurur duyuyorum. İrfan’dan sonra Fatih (Portakal)  doğru bir seçim oldu ve onunla da gurur duyuyorum. Haber merkezinde insanlar transfer olur, her televizyon ve her haber merkezi zaman içinde yıldızlarını kaybeder. Önemli olan editöryal zeka ve çözümdür. Eğer gidenlerin yerine yeni bir soluk koyup daha yüksek bir ses çıkarabilirseniz o zaman başarılı olabilirsiniz. İrfan’ın gitmesi ve Fatih’in gelmesi haber merkezi olarak özgüvenimizi arttırdı. Hem kişilere bağlıyız, hem de değiliz… Kişilere bağlı olmak, kendi yüzünüzün olması anlamında güzel bir şey ama aynı zamanda o yüzü kaybetmek de dünyanın sonu değil.

“Her zaman bir alternatifim vardır” mı diyorsunuz?

Her zaman herkesin ve her şeyin bir alternatifi vardır. Benim de alternatifim vardır. Mesleğe ilk girdiğimizde ustalarımızın ağabeylerimizin öğrettiği bir şey vardır; sakın kendinizi vazgeçilmez olarak görmeyin. ‘Mezarlıklar vazgeçilmezlerle dolu’ diye bir laf vardır ya (gülüyor) ben bile buranın genel yayın yönetmeni olarak vazgeçilmez değilim. Gazetelerde ve televizyonlarda süreç göstermiştir ki bunlar kendi kendine bile çıkar. Hiç kimse “Bu gazete, bu televizyon bensiz olamaz” demesin. Dememeliyim, dememeliyiz.

Peki, şimdi Nazlı Tolga ya da Fatih Portakal’ın gitmemesi için önlem almayı düşünüyor musunuz?

Ekran yüzünüzü kaybettikten sonra bir yönetici olarak en büyük görevlerinizden bir tanesi de elinizdeki kıymetli insanları bırakmamaktır. Nazlı Tolga, 2007 yılından beri bizimle birlikte kader birliği yapıyor ve ekibin bir parçası oldu. Sadece ekranda değil editöryal manada da bu ekibin parçası oldu. Yıldız bir anchor, sadece kendi çabalarıyla zirvede kalamaz, aynı zamanda takım ruhu içinde çalışmalıdır. Nazlı bunun bilincinde bir isim ve iyi bir ekiple çalışmayı her anchor ister. Tahmin ediyorum ki Nazlı da bu mutfakta ve ekip ruhuyla çalışmaktan son derece mutlu ve onunla gurur duyuyoruz. Nazlı Tolga’yı ekran yıldızımız ve anchor’ımız olarak görüyor ve takımın bir parçası sayıyoruz.

Fatih Portakal da son derece başarılı bir haberci…

Fatih de sizin gibi, benim gibi bu işin çilesini çekmiş ve muhabirlikten gelmiş bir gazeteci arkadaşımız. Bunu zaman zaman avantaja döndürüyor. Fatih aramıza katıldığında şunu gördü, buraya çok önemli ve marka bir haber merkezinden geldi ve burada makas değiştirerek başka bir yola geçti. Artık ekran yıldızlığı yolunda ilerliyor ve taşın yerinde ağır olduğunu da biliyor. İrfan gittikten sonra Fox sabah haberleri denilen kavram eski hızında ve dinamizminde gidiyorsa, demek ki hakikaten burada bir ağırlık var. Tabi ki Fatih de bu kuşağa önemli katkılarda bulunarak daha da ileri götürdüğünün farkında. Ayrıca onunla kısa zamanda kaynaştık ve bir ekip olduk. Burada ekibimizin ona sağladığı özgürlüğü gördü.

Habercilikte özgürlüğün önemini konuşalım mı?

Özgürlük bazen çok önemlidir. Belli bir yere kadar politikayı denetlersiniz ama ilişkiler dediğimiz olay, bir takımın içinde yatay hiyerarşide ilerler. Çünkü yayıncılıkta dikey hiyerarşi yoktur.  İdarecilikte vardır. Ben onların ağabeyiyim, genel yayın yönetmenleriyim. Ama savaşta rütbe sayılmaz, cephede yeri gelir albay da tabancasını çeker ve ilk kurşunu atar. Karargah her zaman karargahtır ama topyekün savaş anında onlar da savaşa katılır. Yine de şunu yanlış buluyorum; karargah karargahlığını asker de askerliğini bilmeli. Burada omuz omuza çarpıştığımız için Fatih bu keyfi algıladı ve biz de onun özverisini ve sıcaklığını algıladık. İyi bir ekibiz diye düşünüyorum. Nazlı Tolga, Fatih Portakal, Gülbin Tosun ve aramıza yeni katılan Murat Güloğlu’yla birlikte iyi bir ekip olduk.

Herkes “Seçim gecesinin ekranın galibi Uğur Dündar” dedi ama bana göre Nazlı Tolga ile Fatih Portakal da çok başarılıydı...

Grafiklerimiz çok anlaşılırdı, ona özen gösterdik ve geri dönüşümünü aldık. Ailemden, iş dünyasından, siyaset ve sanat dünyasından çok sayıda olumlu dönüş aldık. Sadece ben değil yöneticiler, muhabirler, programcı ve reklamcı arkadaşlarımız da gittiği yerlerde pozitif dönüşler aldı. Grafikler iyiydi, ikincisi o gece sonuç ağırlıklı gittik ve bir şey daha yaptık; Madem ki gazetelerimiz ve yorum yapacak köşe yazarlarımız yok ve herkes o gece kendi grubunun televizyonunda olacak, biz onlara gideriz dedik ve bütün kanalların genel yayın yönetmenlerini canlı bağlantıyla yayınımıza aldık. Bütün dengeleri gözettik, laf kalabalığına boğmadan çok derli toplu açıklamalarla hem güçlü gazetecilerle, güçlü kamuoyu araştırmacılarıyla ve güçlü bir ekran sunumuyla iyi bir iş yaptık. Nazlı’nın ve Fatih’in sunumunu o gece herkes beğenmiş, ayrıca stüdyomuz da o gece çok aydınlıktı. Modern bir stüdyo yaratmaya özen gösterdik.

“Kayıkçı kavgasında reyting aramam” diyorsunuz. Reytingi nerede arıyorsunuz?

Kayıkçı kavgasını haberlerde yapmak pek mümkün değil, çünkü sadece paket bültenler veriyor ve geçiyorsunuz. Karşılıklı tartışmayla ilerleyen haber programlarını kast ettim. İtiraf edeyim biz de denedik, televizyonlarda böyle bir moda vardı. Ama modalar gelip geçer, şunu gördük ki günümüz seyircisi artık bu tarz şeylere prim vermiyor. Herkes aklı başında konuşanı, derdini net ve iyi anlatanı dinliyor ve reytingle ödüllendiriyor. Biz bunun bilincine vardık. Pek çok meslektaşımızın da vardığını düşünüyorum. Kayıkçı kavgası lafından kastım oydu, zaten bültenlerde böyle bir derdimiz yok.

Evlendirme programlarını nasıl buluyorsunuz? Siz de ‘Su Gibi’ adlı programı yapıyorsunuz…

Kanallar arasında çok kesif bir rekabet var. Hemen her kanalda bir evlendirme programı ve bol miktarda dizi var. Kanal o an bu ortamda nasıl direneceğini ve nasıl mücadele edeceğini düşünüyorsa öyle savaş veriyor. Önemli olan oyunu kurallara göre oynamak ve bunu yaparken dikkatli yapmak. Dolayısıyla aman evlendirme programı olmasın demem çünkü bu bir rekabet ve ticaret… Nasıl ki ben bu kurum bünyesinde çalışıyorsam ve her ay çocuklarıma, ya da arkadaşlarım ailelerine para götürüyorsa, o programın da benim haberimin de katkısı var. ‘Su Gibi’nin ortasına giren reklamın getirisi de benim haberime ve dizilere gelen reklamlar da maaşımıza yansıyor. Dolayısıyla müessesenin gücüne güç katan her şeye sıcak bakıyorum.

Doğan Bey, Türk toplumunun günümüzdeki en büyük sıkıntıları size göre nelerdir?

Türk toplumu çok sıkıya gelemiyor, çok derin değil, her şeyi hap gibi almak istiyor ve çabuk tüketiyor. Gıdayı da, müzik albümünü de, haberi de çabuk tüketiyorlar. Çok tüketici bir toplum ve sadece tüketici derken kendilerine elbise ve gıda almak anlamında değil, kültürel anlamda da söylemek istiyorum. Çabuk tüketiyoruz ama bilinçli tüketmiyoruz. Mesela İstiklal Caddesi’ne çıktığınızda popüler bir albümün her yerde çalındığını duyabiliyorsunuz. Sonuçta her gün dinlenildiğinde insanlar o işten bıkıyor. O şarkının bir özelliği kalmıyor. Müzik olmaktan çıkıp korna sesine dönüyor. Ayrıca izleyicilerin haberleri çok bilinçli izlediğini düşünmüyorum. O an için izliyor ama o haber üzerine kafa yormuyor. “Bu haberi neden izledim, bana ne verdi ya da bu haber taraflı mı tarafsız mı?” diye düşünmüyor.

Ama burada bir çelişki olmasın, az önce “Seyirci ne istediğini biliyor” dediniz...

Haklısınız ama  ben bilinçli tüketiciyi kastetmedim. Seyirci şu anlamda ne istediğini biliyor ve artık intihar, istismar haberlerini istemiyor. Haberin tamamını bilinçli tüketen bir izleyici oluşmadı. Tabi ki bu durumun oluşmasında medya olarak biz de suçluyuz. Hem rekabet edip hem de insanları bilinçlendirmemiz gerekiyor.

Haber bültenleri televizyonların en ağır programlarından biridir. İdeolojik, kültürel, sosyolojik her türlü konu başlığını kapsar ama ilk yüzde dizilerle yarışıyorsunuz. Rakipleriniz sadece haber değil, aynı zamanda diziler, eğlence ve yarışma programları oluyor. Dolayısıyla insanları eğitirken bir yandan da rekabet edip para kazanmak son derece zor görünüyor. Günümüzde bunu oluşturmak, bu dengeyi kurmak en büyük açmazlardan bir tanesi.

CHP’de ve MHP’de liderlik krizi yaşanabilir mi?

Özellikle MHP kaybettiği oyları geri topladı. Ama CHP’nin hedeflediği oy oranını aldığını söyleyemem. Dolayısıyla her iki partide bunlar sorgulanır hale geldi. Baktığınızda iki partide de bir çalkantı var ama bu nereye gider bilmiyorum. Kişisel fikrim, şu an için ikisinde de çok büyük bir değişiklik olmayacağı yönünde. Özellikle CHP’nin yeni bir genel başkanı var ve kısa dönem içinde yapabileceği buydu. Ama biliyorsunuz Türkiye’de her an her şey olabilir, şaşırmam. Böyle bir liderlik değişikliğinin olacağını sanmıyorum.

AKP’nin genel seçimlerdeki yüzde 50’lik başarısından sonra “Güçlü Osmanlı dönemi başlıyor” denildi, bu tarz yorumlar yapıldı. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Çünkü bazıları bunu eleştirdi, alaya alanlar da oldu.

Başbakan’ın özellikle seçim gecesi konuşması ve ardından gelen helalleşme olayından şunu görüyorum ki, Başbakan’ın “Ustalık dönemim” dediği üçüncü dönem çok daha farklı geçecek. Daha olumlu ve kalıcı olacağını düşünüyorum. “Bir gücüm var, böyle yaparım” gibi değil. Başbakan’ın dış görüşmelerde Avrupa Birliği’ne ve dış ülkelere karşı geliştirdiği bir stratejisi var. Bu politika başarılı bir şekilde ilerliyor. Ortadoğu’da daha güçlüyüz ve şu andaki Dışişleri Bakanı’nın önemli adımları var. Eğer Osmanlı’dan kastedilen buysa evet olabilir, bir güçlenme var ama bundan dolayı ortaya çıkacak kibirden bahsediyorsanız o anlamda bir şey olduğunu düşünmüyorum. Geçmiş dönemlere göre bu kibrin azaldığını ve azalma yolunda adımlar atıldığını düşünüyorum. Yüzde 50, biraz daha olumlu, daha makul bir süreci başlatacak gibi görünüyor.

Gazze’ye gider miyiz ve Barış filosunu İsrail vurur mu?

Geçmişte yaşanan deneyimden sonra İsrail’in daha itidalli davrandığını ve Türkiye’nin de bir ders çıkardığını düşünüyorum. Gazze’ye gidilir, Başbakan da zaten kararlı bakıyor. Ama şu da bir gerçek ki, yeni bir dönem başlıyor. Türkiye bölgede ve Avrupa birliğiyle ilişkilerde lider ülke olacaksa daha itidalli davranmalı diye düşünüyorum. Üstelik karşı tarafın da Türkiye’yle ilişkilerini bozmak isteyeceğini sanmıyorum. İsrail bölgede ve dünyadaki lobi faaliyetleriyle genel olarak güçlü bir ülke ama Türkiye de bölgenin lider ülkesi olmuş durumda. Türkiye’yle ilişkileri kaybetmek Suriye’yle, Mısır’la, Ürdün’le, Lübnan’la ya da Irak’la ilişkileri kaybetmeye benzemez. Kendi gücümüzün bilincinde olalım. Kaldı ki Osmanlı döneminden beri İsrail’le ve Yahudilerle Türkiye arasında hiçbir husumet yok. Azınlıklara en iyi davranan milletiz, bunu herkes çok iyi biliyor. Yahudilerin şu anda dünyada sorun yaşamadığı en önemli ırk Türklerdir.

Titizliğiniz dillere destan. Bu sizde stres yaratmıyor mu ve streslerinizi nasıl veya nerelerde atıyorsunuz?

Futbol izliyorum ve iyi bir Fenerbahçe taraftarıyım. Fırsat buldukça arkadaşlarımla maçlara gidiyorum. Evimde zaten çocuklarım var, onlar benim stres toplarım (gülüyor). Ayrıca işteki arkadaşlarımla röportajın başından beri ekip olduğumuzu söylüyorum. Bir aile gibiyiz, akşam  buradan çıkıp bir yerlere gidiyor ve hayatın kalan kısmını da paylaşıp evimize deşarj olmuş bir şekilde dönüyoruz.

Gazetelerin Bab-ı Ali’de olduğu  zamanlarda gazeteciler, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin lokalinde bir araya gelir, sohbet ederdik.

Ben arada bir ordaki mekanlara uğruyorum. Yan masada eski zamanlardan kalma bir arkadaşımı gördüğüm de çok oluyor. Birlikte o günleri hatırlayıp, sohbet edebiliyoruz. O kadar keyifli oluyor ki, bazen şu anda bulunduğumuz çalışma alanlarının yeniden o trafikten arınmış Bab-ı Ali günlerine dönmesini istemiyor değilim.

Fox TV’nin yeni hedefleriniz nedir?

Kendimizi yenilemeyi istiyoruz. Dekorumuzla, içeriğimizle, ekranımızla yeni şeyler yapmak istiyor ve bütün teknolojik gelişmeleri haberlerimize yaymayı hedefliyoruz. O anki teknoloji neyse, mesela 3D ya da 3G kullanmaya çalışıyoruz. Aynı zamanda biraz daha interaktif olacağız ve bunu sabah haberlerinde de gösterdik. Seyirciyi haberlerimize daha çok katmamız gerektiğine inanıyorum. Başımızda Newscorp adlı bir şirket var. Şirket içindeki bütün kanalların haber çatısı altında toplanıyor olması çok önemli ve bu şirketin düsturu da şudur: “Starınızı sıradan, seyircinizi star yapın.” Önümüzdeki dönemlerde seyirciyi star yapmak için kafa yoracağız. Önemli olan bütün arkadaşlarımızla bu binadan vicdanen rahat çıkmak, bizim reyting ölçümüz bu. Günün sonunda kapıdan çıkarken vicdanen rahat ediyor ve kendimizi empatik açıdan bir eş, bir baba, bir çocuk olarak rahat hissediyorsak, doğru işler yapıyoruz demektir.

Doğan Şentürk’e ve Fox TV çalışanlarına başarılar dileriz. Ve yine Medyaradar olarak dileriz, televizyonlar arasındaki rekabetten her zaman seyircilerimizin karlı çıkar...

RÖPORTAJ: YÜKSEL ŞENGÜL