Bomba Demirören iddiası! Gazeteyi Ziraat Bankası'na bırakıp gidecekler!

Hürriyet Gazetesi Yan Yayınlar Yönetmeni Çınar Oskay evlerine tebligat gönderilerek işine son verilen isimler arasındaydı. Oskay, Demirörenleri, Hürriyet'in ve medyanın geldiği noktayı anlattı.

Doğan grubundan Demirören ailesine satılmasının ardından Hürriyet’te görev yapan 45 gazeteci adreslerine yollanan tebligatlarla işten çıkarıldı. Kovulan gazetecilere tazminatlara hala verilmedi. 

Uzun yıllar Hürriyet’in ek yayınlar yayın yönetmeni olarak görev yapan Çınar Oskay da o isimlerden biri. Oskay ile hem o süreci hem de Türkiye’de gazeteciliğin nereye nasıl getirildiğini Diken'den Minez Bayülgen ile konuştu.

İşte o röportaj:

Hürriyet’ten nasıl kovuldunuz?

Bir haber için yurt dışındaydım. Eve bir zarf gelmiş. Binadan dayıma ulaşmışlar. Aradı, “Neredesin” diyor ısrarla. Anneanneme bir şey oldu zannettim. “Yok, o iyi de seni gazeteden kovmuşlar” deyince ‘oh’ çekip rahatladım.  

Ne yazıyordu zarfta? 

Bir tebligat, “İş akdiniz işletmesel sebeplerle feshedilmiştir” gibi bir şey yazıyor.

Ne yaptınız? 

Genel yayın yönetmeni Vahap Munyar’ı aradım. “Kovmuşsunuz beni” dedim. “Ne kovması” deyince rahatladım. O da bilmiyordu. Ona beni bir mektupla kovduğu için kızabilirdim, çünkü o bir gazeteci. Diğerlerinin nesine kızayım. Vahap Munyar da bir iki saat içinde istifa etti zaten.   

Neden attılar sizi? 

45 kişinin 43’ü atıldıkları gün sendika üyesiydi. Sendikanın toplu sözleşme hakkını almasına ramak kalmıştı. Bu sayıya ulaşmasını engellediler. Ayrıca atılanların hepsi iyi gazetecilerdi. Banu Tuna, Sebati Karakurt, Serkan Ocak, İpek Özbey, Emre Özpeynirci, Şebnem Turhan bu anlamda sıkıntı yaratabilecek insanlardı. Eski Hürriyet’ten kalma gazetecilik tortularından kurtulmuş oldular. Bana da çok bayıldıklarını sanmıyorum.   

Kaç senedir Hürriyet’te çalışıyordunuz? 

Hürriyet’te yedi buçuk yıl, grupta 20 yıla yakındır çalışıyordum. 

Tazminatınızı ödediler mi? 

Hayır ve açıklama bile yapmadılar. 45 kişinin gazetede geçirdiği süre toplam 503 sene! Yani beş asır! Sendika üyesi diye insanları işten çıkarmak bir suç. Bu anayasal bir hak. Bu rehavet nereden geliyor merak ediyorum doğrusu. Kemer Country’deki golf sahalarını imara açarken güzel hukuki sürprizler yaşanmış, anladığım kadarıyla. Ama iş mahkemelerinde hukukun hala işlediğini biliyoruz. Bu kadar rahat davranmak için Türkiye’nin bir hukuk devleti olmadığından emin olmak, buna bel bağlamak gerekir. Bence o kadar da emin olmasınlar.   

Ne yaptı atılan 45 kişi?

Kanser tedavisi gören bir arkadaşımız var, kovulunca sigortası iptal edildi. Sonra bunu duyup korkup çağırdılar ama o tenezzül etmedi pazarlık etmeye. Atıldığı hafta doğum yapan bir arkadaşımız var. İnsanların anneleri, hamile eşleri aldı eve gelen zarfları. Bir araya geldik ve bu insafsızlığın hesabını sormaya karar verdik. 

Demirörenlerin çalışanlara bakışı Sanayi Devrimi öncesinde kalmış

Kim vermiş atılma kararını? Hangi Demirören yönetiyor Hürriyet’i?

Duyduğum kadarıyla Meltem Hanım (Demirören) yönetiyor medya işlerini. 

O sizin atılmanızda rol oynadı mı? 

Bilmem, olabilir. İstediğini yapabilir ama insan bir kadın yöneticiden farklı bir yaklaşım bekliyor doğrusu.  

Nasıl?

Ya bu insanlar uyuşturucu kaçakçısı değil. Maaşlarıyla ev geçindiren, mütevazı hayatlar yaşayan insanlar. Düşünüp taşınıp, “Bu 45 kişiyi ayın 30’unda atalım, 1’inde maaşları yatmasın. Kiralarını, borçlarını ödeyemesinler. Onlarca yıllık haklarının da üzerine yatalım” diye karar almak, inanılmaz bir şey. Kime söylesem, inanmıyor, “Nasıl yani, hem kovup hem tazminatlarınızı ödemiyorlar mı” diye soruyor. Golf turnuvaları düzenleyen, müzayedelerde en pahalı tabloları satın alan, modern görünümlü bir aile. Ama insani anlamda, çalışanlara bakış anlamında Sanayi Devrimi öncesinde kalmışlar. 

Kaç yıldır sendikalıydınız? 

Çok yeni, Demirören grubu gazeteyi satın aldığı hafta üye oldum.

Neden daha önce değil de Demirören gelince sendikalı oldunuz?  

Bu bile bir şeyler anlatıyor aslında. Sendika Türkiye’de pek yaygın değildi. Bu 12 Eylül ve sonrasındaki neo-liberal politikalarla ilgili bir durum. Ayrıca Doğan grubu döneminde böyle bir ihtiyaç da hissetmedim açıkçası. Onların haklarımızı gasp etmeyeceğini bilirdik. 

Nasıl? 

2011’de gazetenin yayın politikasını eleştiren bir yazı yayımladım ve Radikal’den istifa ettim. İhbar ve kıdem dahil tüm tazminatımı o hafta bankaya yatırdılar. Demirören gelince sendikaya üye olmam bir tavırdı. 

Orada bir gelecek görmediğimi ve artık haklarımı Türkiye Gazeteciler Sendikası gibi örgütlü bir yapının savunması gerektiğini ortaya koyan bir tavır. 

Ben işimi yapayım, atarlarsa atarlar dedim

Hürriyet’ten kovulmasaydınız orada çalışmaya hala devam edecek miydiniz? 

“Ben işimi bildiğim gibi yaparım. Atarlarsa atarlar” diye karar aldım. 

Peki neden hemen bırakmadınız?

İki sebebi vardı, birincisi tazminatımdı. İnsan gençken daha rahat hareket edebiliyor. 2011’de Radikal’den ayrıldım. Rusça öğreneceğim diye Moskova’ya taşındım. Bir yıldan uzun süre işsiz kaldım. O zaman bunu göze alabilmiştim. İnsan evlenince, çocuğu olmak üzereyken o kadar cesur olamıyor. Bekar olsam belki Şam’a taşınır, bir sene orada yaşar, kitap yazar, belgesel çekerdim. Ama o yaşları geçtim. Kendim bıraksam onca yılın üstüne bir bardak soğuk su içecektim; hakkımı almak için kovulmam gerekiyordu. 

Kalmamın iki sebebi vardı dediniz, ikincisi neydi? 

Son dönemde gazetecilik bir inatlaşmaya dönmüştü. Çekip gidersiniz, yerinize dışardan biri ya da ürkek bir yönetici atanır. Hem yayınların hem orada kalan arkadaşlarınızın canına okunur. Orada kalarak bizim yayınlara müdahale ettirmemiş oldum, arkadaşlarım da bir nebze rahat çalıştı diye umuyorum.   

Milliyet’in, Vatan’ın geldiği nokta içler acısıydı

Demirören gelince neler yaşandı gazetede? 

Yıllar süren bir mücadele sonrası işgale uğramak gibiydi. Bu grubun koskoca Milliyet’i, iyi bir gazetecilik ekolünü devam ettiren Vatan’ı taşıdığı nokta içler acısıydı. Bir iki meczup dışında sevinen yoktu. Hürriyet’in başına gelecekler belliydi. Şimdi düşünüyorum da o günler ne kadar yıpratıcıymış. İnanılmaz gergindik, hayal edemezsiniz. Defolup gitmek istiyorsun, gidemiyorsun. Sağda solda tuhaf insanlar görüyorsun ve meydanı onlara bırakmak istemiyorsun.  

Nasıl tuhaf insanlar? 

Gazeteciye benzemeyen insanlar… “İyi günler” diyorsun, selamını almıyor, tedirgin oluyor filan. Sanırım idari işlerle ilgili insanlardı. Sonra grubun diğer gazeteleri binaya taşındı, aslında eski arkadaşlarımız ama onların hali de hoşuma gitmedi. 

Ofiste masamın karşısına kamera koydular

Neden? 

Sanki her şey normalmiş gibi, havadan sudan konuşuyorlar. Alışmışlar. Oysa bu alışılacak bir durum değil. Bazıları etrafta kendilerinden epey memnun şekilde geziyordu. Takım elbiseler, lüks otomobiller filan… Ben böyle bir gazete yayımlasam insanların yüzüne bakamam diye düşünmüştüm. Bunları görünce kendimi geri çekmeye karar verdim. Ofisten, bizim kattan dışarı çıkmadım. Gerçi o da çözüm değildi.  

Niye çözüm değildi? 

Bir gün ofise geldim, masama oturdum. Bir baktım tam karşıma bir kamera koymuşlar, bana bakıyor. O sıralar akademik bir çalışma yapıyorum, tam  Foucault okuduğum dönemler. Teorideki her şeyi günlük hayatımda görüyorum. Gazete distopik bir hal aldı, ülkedeki otoriterleşmenin laboratuvarı gibi olmaya başladı. Sonra alıştım, arada el sallamaya, ‘nanik’ yapmaya başladım.  

Her odaya koydular mı kamera? 

Sanmıyorum ama eskiden dışarıya yönelik olan güvenlik önlemleri içeriye, bizlere çevrildi. “Büyük birader sizi izliyor” havası vardı. Giriş-çıkış, ödemeler, ulaştırma saatleriyle ilgili iç yazışmalar da tuhaflaştı. Buyurgan, güvenlikçi bir dil. Hapishane değilse de fabrika gibi yönetmeye başladılar. Güvenlik görevlilerine önden asansör tutturuyorlardı, gazetecilerle birlikte binmemek için. Hiç görmediğimiz, duymadığımız şeyler…   

Doğan ve Demirören dönemlerinin farkı

9 Nisan 2018 tarihindeki el değiştirme sonrası gazetenin yayın politikası nasıl değişti? 

Politikası mı çizgisi mi?

Ne fark var? 

Politika için yayın çizgisinin kurallara dökülmüş, belirli ilkeler çerçevesinde yürütülen hali diyebiliriz. Evet, mesela eskiden Doğan Yayın İlkeleri vardı. 

Şu anda Demirören Yayın İlkeleri var mı?  

Umarım yoktur diyelim. Eskiden de bu bahsettiğimiz ilkeler biraz yara almıştı açıkçası. Türkiye’de basın politikadan bağımsız olamıyor ne yazık ki. Siyasi konjonktürün izin verdiği ölçüde özgür olabiliyor. 

Doğan’da daha mı özgürdünüz ? 

Kesinlikle. Evrensel anlamda gazetecilik yapabildiğimiz, epey özgür dönemlerimiz oldu. 

Gezi’yi işleyebilmiş miydiniz mesela? 

Evet, Hürriyet Pazar’da altı hafta manşet yaptık. Ben o senenin sonunda ‘Haziran’ adında bir kitap yayımladım. 

Nasıl manşetlerdi bunlar?  

Gazetecilik yapmaya çalıştık. İlk hafta, parkta yatıp kalkan Y kuşağından 100 gençle konuştuk. Hepsinin fotoğrafını çekip bir kolaj yaptık ve ‘Yüzde 100 demokrasi’ başlığıyla kapak yaptık.   

Bir şey dediler mi? 

Hayır, müdahale olmazdı. 

Gezi sırasında CNNTürk’te penguen belgeseli yayınlanıyordu. Sonuçta aynı grup. 

Orası nasıldı, bilemem. Biz işimizi yapabildik. Ana gazete daha dikkatli gitmek durumundaydı. O zamanki genel yayın yönetmeni Enis Berberoğlu zarif biçimde biraz dikkat etmemi istedi sonraları. Biz manşetlere devam edince bir ara iletişimimiz koptu. Birkaç hafta hiç konuşmadık. Enis Abi Alman ekolüdür. Stratejik, soğukkanlı tavırları vardır. Aramızda “Bizi tak diye kovacak mı acaba” diye şakalaşıyorduk. (gülüyor) Böyle bir şey olabilir diye düşünmedim diyemem doğrusu (gülüyor). Olmadı neyse ki. Gazetecilik ilkelerine uygunsa itiraz etmezdi. Sonra yaşadıkları da malum, sevdiğim, iyi bir insandır. 

Doğanlar başta boyun eğse tüm ihalelerin verildiği o üç beş ailenin belki de birincisi olurdu
Doğan yönetiminin farkı neydi?  

Aydın Doğan’ın gazetecilik nosyonu vardı. Gazete yayıncılığının ruhunu, temel esprisini benimsemiş biriydi. Başından beri boyun eğmemesini buna bağlıyorum. Eğselerdi, tüm ihalelerin verildiği o üç beş aileden biri, belki birincisi olurlardı. Bunu yapmadılar. Bu grup yıllarca küfür yedi, çok sert eleştirildi. Ama bunun da görülmesi ve haklarının verilmesi gerekir.  

Siz boyun eğmediğini mi düşünüyorsunuz?

Meşrepleri buna uygun değildi. Basın tarihinin önemli bir yayıncı ailesiydi ve hepsi bunu içselleştirmişti.   

Nasıl? 

Benim birlikte çalıştığım Hürriyet yönetim kurulu başkanı Vuslat Doğan Sabancı Columbia’daki dünyanın en iyi gazetecilik okulunda master yapmış, gazetenin farklı kademelerinde çalışmış biriydi. Bir gün New York Times gazetesinin sahibi Arthur Sulzberger’i gazetesinde ziyaret etmiştik. Dünyanın 1 numaralı gazetesi… Bizi çok sıcak ağırladı, ekibiyle tanıştırdı. Benim gibi genç bir gazeteci için özel bir anıydı. Arthur Sulzberger Vuslat Hanım’ın eski arkadaşıydı. Doğan ailesi uluslararası yayıncılık dünyasının bir parçasıydı. Gazetecilere, mesleğe yaklaşımları doğal olarak farklıydı. 

80 bin basılı gazeteyi çöpe attılar

Demirören dönemine gelelim. Hiç engellenen, sansürlenen haberler oldu mu? 

Oldu tabii. Bir keresinde 80 bin basılı gazeteyi çöpe attılar. 

Neden? 

Ahmet Ümit’le röportaj yapmıştım. Okursa buradan öğrenecek o da. Başlığı riskli bulmuşlar ama o saate kadar Hürriyet Pazar’ın bir bölümü basılmış. Ben uyurken başlığı değiştirip, yeniden baskıya girmişler, basılanları ise çöpe atmışlar.  

Neydi başlık?

‘Milliyetçilik ve din ayrımı İstanbul’un katili’ gibi biraz sert bir şeydi. 

Tepki verdiniz mi? 

Hayır, röportaj girmişti. “Ben işimi bildiğim gibi yapayım, isterlerse beni kovsunlar” diye bakıyordum. Vahap Munyar da kibarca idare etmeye çalışırdı.

Vahap Munyar güç meraklısı biri değildi

Nasıldı ilişkiniz?

Vahap Munyar’ı severim, muhalif gibi görünen pek çok kişiden daha hassas davrandı. Güç meraklısı biri değildi. Ki başta korkmuştuk ondan. Yıllarca uçaklarda gezdi, kuşkusuz Ankara’nın onayıyla geliyor. “Acaba burayı Sabah mı yapacak” diye düşünenler oldu ama öyle yapmadı. 

Kıdemli bir gazeteci ve düzgün bir insandı. Bunlar hep karakter meselesi. O kadarına yüreği el vermedi. Bizimle beraber bıraktı. Başta da çok istemeyerek yayın yönetmeni olduğunu anlıyorum. O gezmeyi ve köşesine uzun ekonomi ve sektör haberleri yazmayı severdi.  

Hiç karışmadı mı size? 

Müdahale etmemek için elinden geleni yaptı. Bir noktada büyük bir kriz çıkınca “Baskıdan önce birinci sayfayı gönderir misin” dedi. 

Ne dediniz? 

Ancak cumartesi sabaha karşı gönderebileceğimizi söyledim, yokuşa sürdüm. İki hafta gönderdim, üçüncü hafta kestim. Bir şey de demedi, sağ olsun. Diyebilirdi oysa genel yayın yönetmeni olarak. 

Sorun çıkarmadı mı? 

Aramızda az görüşmeye dayalı, benim onu çok zor durumda bırakmadığım, onun da bana çok ilişmediği bir centilmenlik anlaşması var gibiydi. Mesela, 80 bin gazete çöpe gidince telefon açıp “Abi, kusura bakma, yorduk seni” demiştim. Halimizden şikayet edip, gülmüştük. Bu önemlidir. Bu ruh karartıcı yıllarda elindeki güçten haz alan, insanları birbirine düşüren, kendinden memnun görünen insanları sevmedim hiç. Vahap Munyar öyle biri değildi. Baktı, ben birinci sayfayı göndermiyorum. Cuma geceleri evinden sisteme girmeye başladı. Majör bir şey varsa Whatsapp’tan mesaj yazar: “Çınar, gözünü seveyim, şunu biraz yumuşatsak” derdi. “Ok” der, haftaya o mesajları attıracak haberleri yapmaya devam ederdim.

Çevre ve maden haberleri konusunda uyarı aldım

Ne tür haberlere uyarı gelirdi? 

İktidarı sinirlendirecek şeylere. Ama özellikle çevre, maden haberlerine. Bu konuda doğrudan uyarı aldım. Serkan Ocak ve Yücel Sönmez gibi iki sıkı çevre muhabirimiz vardı ama bu, grubun hassas olduğu bir alandı. Uyarı gelince biraz ara verir, sonra devam ederdik. Altın madeni skandalı patladığında Serkan Ocak’ı Kaz Dağları’na gönderdik. Ana akımda sadece biz işliyorduk bu konuları. Şahane de haber çıkarıyordu arkadaşlarım. Başka kimse gidemiyordu ki. Ama gece mesaj geldi. Ekibe “Maalesef yakalandık” dedim. Haberi çıkardık. Yine de böyle zorlayarak sayısız haberi de sokmuşuzdur.      

Demirörenler tirajı önemsemiyor mu? 

Önemsiyorlardır eminim. Ama önceliklerinin tiraj olduğunu sanmıyorum. Her zaman böyledir: Eleştirel gazeteler satar ama reklam gelirleri düşer. İktidarla iyi geçinen gazeteler az satar ama iyi reklam alır, özellikle kamu kurumlarından.  

Sonunda gazeteyi Ziraat Bankası’na bırakıp gidecekler

Ama Hürriyet’in hem tirajı hem reklam geliri düşüyor… 

Evet, o biraz tuhaf. Yandaş gazetelere giden kıyak reklamların Hürriyet’e de aktarılması konusunda eli açık davranılmadı gördüğüm kadarıyla. Sonunda gazeteyi Ziraat Bankası’na bırakıp gidecekler diye düşünüyorum. 

Demirören’in yönetimi de değişti. İlk başta grubun başına Mehmet Soysal’ı getirmişlerdi. Soysal kimdir?  

Bir anda basının en güçlü kişisi oldu. O kadar kıymetli bir yazardı ki bir noktada hem Milliyet’in hem Hürriyet’in başyazarıydı! Tarihte görülmemiş bir şey. 

Ne yazıyordu?

Birkaç yazıda kendimi zorladım ama anlayamadım. ‘Füj’ diye bir yazısı vardı, işte o kült bir yazıdır! Köşesi anlatım bozuklukları ve yazım hatalarıyla doluydu. Sanırım editörler düzeltmekten korktuğundan ya da “Battı balık yan gider” dedikleri için böyle çıkıyordu. Kimseyi bu tonla eleştirmek istemezdim ama mesleğimizi getirdikleri yer ortada. 

Hürriyet’teki gazetecilerin durumu ne?

Geçenlerde künyeye baktım. Memnun olduğunu sandığım çok az kişi var. Biri Ahmet Hakan tabii…    

Ahmet Hakan yine tavla oynamıştı!

Ahmet Hakan, Aydın Doğan’ın yatıyla tatile çıkan, o aileye yakın bir insan. Şimdi Demirörenler’le mi daha yakın?  

Satıştan sonra aylarca aramamış Aydın Bey’i. Demirörenler geldiğinde yöneticilerle tanışma yemeği oldu. Gergindik çoğumuz. Ahmet Hakan güle oynaya geldi, Yıldırım Demirören’le önceden iyi tanışıyor gibiydi. Ve ilk iş tavla konuşuldu, biliyor musunuz? Yine tavla oynanmış!  

Ahmet Hakan’lı Hürriyet artık iktidara yakın hangi gazeteye benziyor? 

Yapılmak istenen o değil bence. Aynısından bir tane daha yapmaya gerek yok.  Biraz daha ortada gözüküp kritik noktalarda iktidara destek veren bir formül deniyor olabilirler. Ahmet’in rolü böyle bir şey diye tahmin ediyorum.  

Başarabilir mi? 

Hayır, bunun için çok geç. Ayrıca ortada bu tür ince bir düşünce, Putinvari rafine bir zeka yok. Herkes günü kurtarma derdinde. Yaptığı işin ayan beyan görülmesini istiyor. Herkesi salak zannettiği için göstere göstere yapıyor. Ekranda gördük geçenlerde. Cumhurbaşkanı bile şaşırdı bence bu kadarına, gülümsüyordu. Böyle yaparak konumunun hakkını vermiş oluyor ama zeka düzeyini o kadar düşürüyor ki bahsettiğimiz tarz bir strateji kurma şansı kalmıyor. Sadece yukarıya “Bakın, kendimi ne güzel kullandırıyorum” demiş oluyor. Artık eleştirilerden, hakaretlerden de rahatsız olmadığını düşünüyorum, tersine bunları kullanıyor olabilir.  

Nasıl yani?

Bu hüzünlü bir şey. Türkiye’de bir huyumuz var. Bir şey kötüyse onunla ilgili her şey kötüdür, iyiyse onunla ilgili her şey iyidir. Hayat böyle bir şey değil. Ahmet beğendiğim bir köşe yazarıydı. Üslubu, esprileri, fark ettiği detaylar ve köşesinin formatıyla çok özgün bir tarzı vardı. Kişisel tarihi de ilgimi çekiyordu. Benim bilmediğim bir dünyadan geliyor ama temel noktalarda benim gibi düşünüyor, demokrasiyi, modernleşmeyi savunuyor vesaire. Yıllarca böyle gitti. 

‘Dayak önemli bir şeydir, yola getirir’

Ne oldu sonra? 

Önce dayak olayı oldu. Buna çok üzülmüştüm. Sonra Tahir Elçi Ahmet’in programına çıkmasının akabinde öldürüldü. O süreçteki tutumuna, merhametsizliğine çok şaşırmıştım. O günlerde Beyoğlu’nda Yıldırım Türker’le karşılaştım, “Dayak önemli bir şeydir, yola getirir, bak görürsün” gibi bir şey söylemişti, unutmuyorum. 2017’deki Anayasa değişikliği referandumundan sonraki gün, başkanlık sistemiyle ilgili aylardır savunduklarının tam tersi yönde bir yazı yazdı. Gözlerime inanamamıştım. Orada o defteri kapadım ben.   

Gazeteyi nasıl yönetiyor sizce? 

Ben mutfaktan gelen biriyim. Ahmet’in nasıl bir gazete yapabileceğini aşağı yukarı tahmin ediyordum. Başlıkları toparlayacağını, içeriğe bir şekilde zekasının yansıyacağını öngörüyordum. Manşetler fena değil, sayfayı tutuyor. İç sayfalara da biraz renk geldi. Fakat genel vizyonu sandığımdan çok zayıf çıktı.

Neden?

Getirdiği yazarlar ve sonrasında kadın gazetecileri duyurma biçimi vahimdi. Gazetenin kadınlara verdiği önemi “Hürriyet’e kadın eli değiyor” başlığıyla duyurursanız, değişen dünyayı, onca yıldır yandan kaynak yapmaya çalıştığınız moderniteyi hiç anlamamışsınız demektir. Şiraze de tutmuyor artık sanırım. “Üç gün şöyle yazayım, iki gün böyle yazayım, üç kutuda iktidarı övüyorsam bir kutuda da muhalefeti öveyim” diye tombalacı numaralarıyla gazetecilik yapınca şiraze kaçıyor, saçmalıyorsunuz. 

Özkök bunları yapmasa daha çok ilgi görür, daha çok para kazanırdı

Hürriyet’ten kovulduktan sonra sizi gazetenin önemli isimleri örneğin Ertuğrul Özkök aradı mı?

Aradı birkaç gün sonra. 

Ne dedi? 

“Vah vah” filan demiştir, ne desin. 

Hürriyet’te kalmaya devam ediyor. Önemli bir gazete olduğunu mu düşünüyor hala? 

Herhalde öyle düşünüyor ki bırakmıyor. Özkök’ü bir kalemde silenlerden değilim. Keyif aldığım, renkli, eksantrik biridir. Ama durumunu biraz yadırgadığımı söylemeliyim.  

Neyi?     

Ülkede bir demokrasi mücadelesi var. Bu mücadele kaybedilirse bir Orta Asya diktatörlüğüne -hadi onun seveceği dille söyleyeyim- bir Mad Max sahnesine dönüşeceğiz. Maç ortada. Bunu çok iyi biliyor. Ülkeyi bu hale getirenlerin masasında oturmayı bu kadar istemesi, gözlerine girmeye çalışması o kadar masum bir şey değil. Bunu neden yaptığını anlamıyorum. Yapmasa, kendisi için de çok daha iyi olurdu. Daha çok sevilirdi, ilgi görürdü. Bence daha çok para da kazanırdı. Ama kendini bir köşeye hapsetti.   

Bu insanların hayatları çok mu konforlu? Onu mu bırakamıyorlar?       

Artık belirli bir isimden bahsetmeyelim, genel olarak söyleyeyim. Ben bazı kişilerin zaman içinde bizim bildiğimizden vahim seçimler yaptıklarını düşünüyorum.  

Ne gibi?

Mesleği paraya çevirme gibi. Bir kere tamam dedin mi gerisi gelir.  Ayrıca Türkiye’de bunu ödüllendirecek insan bulmakta sıkıntı çekmezsin. 

Hepimiz güce tapma kültüründe yetiştik

Nasıl?  

Hepimiz bu ülkenin güce tapma kültüründe yetiştik. Sizin mahallenizin en itibarlı kişisi oranın en zengini değil miydi? Bu taşralılıktan, Doğululuktan kurtulamıyoruz. Yoksul bir ülkeyiz. İki, üç nesil öncesine gidin, herkes yoksulluktan ve köylülükten geliyor. Yoksulluk korkusu, kompleksi ve bununla el ele giden güç, gösteriş merakı içimize işlemiş. Ve en kötüsü derin, insani bir yoksulluk da var.  

Nasıl bir şey o? 

Haftasonu Mezzo’da uzun uzun La Boheme’i dinledim. İnsanın ruhu temizleniyor. Ne kadar zamandır odaklanarak müzik dinlemediğimi fark ettim. Hayatımızda güzellikler çok az. Sokağa çıkınca görüyorsunuz. İnsan ilişkilerindeki güzellik de kaybolmuş durumda. Böyle bir hayatta herkes kendi derdine düşer, ilkeymiş, ahlakmış, toplummuş, umurunda olmaz. İlkelerinden taviz verdi diye dışlanan, ayıplanan insan duyuyor musunuz? Bu bahsettiğimiz insanların etrafında dolananlar var hala. Bu utanılacak bir şey. 

Yeni çıkan gazetecilere bakamıyorum bile

Son dönemde palazlanan yeni gazetecilere ne diyorsunuz peki? 

Bazılarına bakamıyorum bile, inanın. Bu hayatın bir estetiği de var. İnsanı fiziksel olarak çirkinleşiyor. Kötü, makyaj, zevksiz giysiler, abartılı renkler, kaba saba yüzükler, saatler… Korkunç tipler.   

Çok mu para kazanıyorlar? 

Bilmiyorum ama en azından rüyalarında göremeyecekleri kapılar açılıyor. Geçenlerde Cumhurbaşkanı’nın uçağından bir fotoğraf gördüm. Resimde 10-12 kişi vardı. 20 yıldır gazetecilik yapıyorum, sadece bir kişiyi tanıyordum. Mesleğe başladığım Mehmet Ali Birand’lı CNNTürk’ü, karşımızdaki NTV’yi hatırlıyorum. Eski Hürriyet’i, Milliyet’i, Sabah’ı, Radikal’i, Vatan’ı, Habertürk’ü hatta Yeni Şafak’ı düşünüyorum. Bu insanlar kapıdan içeri giremezdi.

‘Bu da oldu. Evden dışarı çıkmaya utanıyorum’ dedim

Ayşe Arman 45 kişinin atılmasının ardından istifa etti. Sizlere destek verdiği için mi ayrıldı? 

Bilmiyorum. 

Sizi aramadı mı? 

Hayır. Ama orada kalmaması doğru karar, yolu açık olsun. 

Arman hakkında parayla röportaj yaptığı iddiaları çıktı. Hürriyet’te gerçekten para karşılığı işler yapıldı mı? 

Bu konuda kendisi ve gazete yönetimi açıklama yaptı o dönem. 

Ne dendi? 

Bunların projeler olduğu, gazetenin bilgisi dahilinde yapıldığı açıklandı.

Siz biliyor muydunuz? 

Hayır. Bu benim onay vermeyeceğim bir şeydi. Hatta bu haberlerin yayıldığı gün epey üzülmüştüm. O sabah lisemde bir tören vardı, konuk olacaktım. Ama mesajlar geliyor, sosyal medyada bu konuşuluyor. Kendimi çok kötü hissettiğimi hatırlıyorum. 

Ne yaptınız? 

Sedat Ergin’i aradım, Hürriyet’in önceki genel yayın yönetmeni. Yakın hissettiğim, sevdiğim bir insandır. “Başımıza onca şey geldi, sonunda bu da oldu. Şu anda evden dışarı çıkmaya utanıyorum” dedim.  

Ne dedi?

Teselli etti.  

Sizin sayfalarınızda mı çıktı mı bu röportajlar? 

Hayır. Ayşe’yi aradım ve sordum: “Bu işlerden herhangi biri Hürriyet Pazar’da ya da bizim eklerde çıktı mı” diye. “Hayır” cevabını aldım.  

Nerede çıkmış?

Dijitalde ve başka eklerde yapılan projeler olduğu söylendi. Ben sadece hafta sonu eklerinden sorumluydum. Reklam kokan, şüphe duyduğum haberleri yayımlamazdım, geri çevirirdim. Bu bilindiği için bize çok ender geldi böyle şeyler.    

Yüzlerine gülmeyin artık bu insanların

Köşe yazılarında yatak markaları vesaire reklamları bile yapıldı…

“Çok beğendiğim için yazdım” demişti galiba o kişi. Eminim öyledir. Çünkü öyle değilse, “Etik değil, ahlaki değil” filan demeyeceğim. Suç bence bu! Gazeteci haber yapmak için gizlice para alıyorsa, bu bir siyasetçinin rüşvet almasına eşdeğerdir. Ahlaksızın biridir. Mesleğin yüz karasıdır. En azından meslekten, gazetesinden ihraç edilmesi gerekir. Bunu yapan insanlar ödüllendirildi, genel yayın yönetmeni yapıldı, döneme uygun şekilde… Toplumun bu insanlara haddini bildirmesi gerekiyor. Görüşmeyin, yüzlerine gülmeyin artık bu insanların. Biraz ne halt ettiklerini anlasınlar.

Peki gazetenin bilgisi-onayı olan projelere ne diyorsunuz?

Yazarların bu işlerde kullanılmasını doğru bulmuyorum. İlla yapılacaksa sayfanın tepesine “Bu bir ilandır ya da advertorial” yazmak gerekir. Böylece bu iş için para aldığınızı deklare eder, okuyucuya dürüst davranmış olursunuz.  

Neden yapılıyor böyle şeyler? 

Gazeteler irtifa kaybetti. Reklam veren gazeteleri diz çökmüş halde bulunca uyanık davrandı ve haberlere, köşelere sızmak istedi. “Şu yazar köşesinde markamdan bahsetsin” filan demeye başladı. Eskiden bunları sopayla kovalardık ama artık durum öyle değil galiba. Herkes yangından mal kaçırıyor.  

Hapse giren, işinden olan arkadaşlarımızı mahcubiyet içinde, utanarak izleyebildik

Hürriyet’ten kovulmak size yaradı mı?

Geçenlerde yakın arkadaşlarımla içmeye gittik. Bir an kendime “Ya” dedim “Ben ne kadar mutluyum, ne kadar eğleniyorum.” Artık bir yemeğe gittiğimde,  biriyle buluştuğumda o anın tadını alabiliyorum. İçimizde hep bir sıkıntıyla yaşamışız. Bunun Türkiye’yle ilgili olduğunu sanırdım. Değilmiş kardeşim! 24 saat üzülmek gerekmiyormuş. Bir şekilde akıp giden bir hayat da var. Ama her gün o binaya gidip, mesleğin, insanların düştüğü hali görünce, işini hakkıyla yapamayınca, bunu hissedemiyorsunuz. Yaşadıklarımdan bir tür kahramanlık hikayesi çıkarma niyetinde değilim. Bunu söylemeliyim. Bizler hapse giren, işinden kovulan arkadaşlarımızı mahcubiyet içinde, utanarak izleyebildik sadece. Bağımsız medya kurma yolunda adımlar atan insanları da. Onlara minnet borçluyum. Bu insanlar bizim mesleğimizin kahramanları. Erdal Güven gibi, Doğan Akın, Ali Topuz, Cansu Çamlıbel gibi pek çoğu da arkadaşım, ne mutlu ki. 

Mesleği bitirenlere son ana kadar rahatsızlık, huzursuzluk vermeye çalıştım

Siz çıkıp bu tür bir şey yapmadığınız için pişman mısınız? 

Bazen, ana akımdan çıksaydım mesleğe daha çok yararım dokunurdu diye düşünüyorum. Ne bileyim, bağımsız gazetecilik için gelir modelleri geliştirebilir, daha etkili haberler, söyleşiler yapabilirdim. İstediğim kadar siyasi gazetecilik yapamadım. Başıma bir işler de gelebilirdi tabii. Yine de içim rahat; bunu söylemek epey zor geçen o yıllara, kendime ve çalışma arkadaşlarıma borcum. 2019’un sonuna kadar ana akımın kalbinde, dimdik durabildik. Sorumlu olduğum yayınlarda, ona buna hoş görünmek adına bir cümle bile yayımlanmadı. Tersine, mesleği bitirenlere son ana kadar rahatsızlık, huzursuzluk vermeye çalıştım. Türkiye’nin en önemli gazetesinde insanlar yıllarca bizim önemsediğimiz hikayeleri okudu. Umarım bunun birilerine küçük de olsa faydası olmuştur. 

RÖPORTAJIN TAMAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ