BİR ZAMANLAR TRT VARDI, TEK KANAL BİR BAŞKA GÜZELDİ!

Eskiden tek kanal vardı, ama izlediğimiz yayınların ve dizilerin çeşitliliği ve biricikliği daha yoğun hissedilirdi.

BÜLENT Arınç CHP’yi “Aşk Gemisi”ne benzetince, kendimi “bir zamanlar” nostalji yaratığının ellerinde buldum. TRT’yi andım dün gece.

Aşk Gemisi’ni sevmezdim. “Yapmacık” sözcüğü bu dizi için icat edilmiş olsa yeridir. Böyle beher sekans başına 5 öpüşmenin düştüğü başkaca bir dizi de Flamingo Yolu’ydu. Dallas’ın adı boş yere çıktı. O dönem her ilde bir caddeye Flamingo Yolu denilir olmuştu misal. Constance’ın Batılılaşma tarihimizde önemli bir yeri vardır.

Evet eskiden tek kanal vardı, ama izlediğimiz yayınların ve dizilerin çeşitliliği ve biricikliği daha yoğun hissedilirdi.

Şahin Tepesi, Remington Steele (Kim derdi ki oradan bir James Bond çıkacak), Mavi Ay (Bruce Willis’in doğuşu) Charles İş Başında (şarkısı da var), Tehlike Çemberi (evlilikte monotonluk sorununu çözmüş bay ve bayan Heart’ın maceraları), Cinayet Dosyası (meraklı teyzelerin taşıdığı dedektiflik potansiyeli), Yedi Kardeşe Yedi Gelin, Muhteşem İkili (Balki’nin köyden şehre göçü ve adaptasyonu bizde pek sevilmişti), İnsanlık için (Bugünün ER, Grey’s Anatomy türü hastane dizilerinin ilk versiyonu; biri yaşlı diğeri genç iki doktorun maceraları, Dr. Trooper ve Ganzo idi adları yanılmıyorsam), Cennete Dönüş (Kocası tarafından timsahlara atılarak öldürülmek istenen zengin ve çirkin kadının Tara Wells adıyla yeniden doğuşu, estetik ameliyatla güzelleşerek aldığı intikam, kurduğu pusu) ve diğerleri...

İzlerken kendimizi verebiliyorduk, dikkatimizi dağıtacak o kadar az şey vardı ki.

Benim favorim “Atlantis’ten Gelen Adam“dı. Beyaz atlı prens standartlarını değiştirmiş arkadaştır. Adı Mark Harris. Parasız pulsuzdu ama suyun altında nefes alır, parmakları arasında yüzgeç bulunurdu. Nereden geldin denildiğinde denizi gösterir ve “uzaklardan” derdi. Az konuşurdu, kafası kızdı mı basar yüzerdi. İyilik yapıp denize atıyordun balık bilmezse Mark biliyordu. Patrick Duffy‘’nin Dallas’ın Bobby‘si iken kaybettiği karizmaları beşer beşer toplamıştı.

“25. yy” vardı bir de. Hey gidi. Buck Rogers, Vilma ve Prenses Ardala. Buck Rogers Hollywood’da daha sonra çok sık göreceğimiz, “dünyayı kurtarırım, hayatı hafife alırım” ya da “aaa eğleniyorduk biz, bi’ baktım yanlışlıkla dünyayı kurtarmışım” adamlarının ilk versiyonlarındandı. Ayrıca “madem ki gelecekte yaşıyorsun metalik gri giymelisin” şeklindeki gizli kuralın tüm sakilliği ile uygulandığı bir dizi olsa da, güzeldi yine de. Ya da ben çocuktum ve her şey daha lezzetliydi.

TRT KAYIP KUŞAK!
80’lerin ikinci yarısında, pazartesiçarşamba- cuma gibi sürükleyici bir periyotla yayımı gerçekleştirilen mini diziler söz konusu olmuştu. Aralarında çok iyi hikâyeler vardı.

Bir elmas tüccarının sıfırdan başlayan yükselme ve torunlarına tevarüs eden ihtiras hikâyesini anlatan “Oyunun Kuralı”... Aynı şekilde Charlton Heston‘un da rol aldığı ve “seri katil” kavramıyla tanışmamızı sağlayan “Şefler” dizisi.

Başrolünde Jane Fonda‘nın olduğu, yoksulluk, çaresizlik, annelik üzerine etkileyici bir dram: “Oyuncakçı”.

Yakışıklı bir adamı delirtip intiharına sebep olan ve sonra gidip süper çirkin birine yâr olan hafif akıllı bir Prenses Daisy...

Hepsi çok güzeldi. Ama hatırlayan bir kişiye bile rastlamadım daha, acaba bu kuşağı ben kendi zihnimde kendi kendime mi oynattım diye şüpheleniyorum.

Keşke tekrar yayınlansa.
En azından yerli yapımlar için bu yol açık tutulmalı.

Sözgelimi Üç İstanbul!
Mithat Cemal Kuntay‘ın kitabından uyarlanan ve İstanbul’un istibdad, ittihatterakki ve mütareke dönemlerini anlatan Üç İstanbul’da Adnan karakterini Burçin Oraloğlu canlandırıyordu. Burçin Oraloğlu‘na ne oldu sahi? Süheyla‘yı oynayan Nilgün Akçaoğlu‘na?

Tarık Buğra‘nın “Küçük Ağa” ve Refik Halid Karay‘ın “Bugünün Saraylısı”, Reşat Nuri‘nin “Çalıkuşu” uyarlamaları günümüzün Yaprak Dökümü ve Aşk-ı Memnu gibi esinlenmelerinden çok daha akıllı ve zevkli yapımlardı.

Ya da orta ikiye gidiyordum ve her şey daha lezzetliydi.

Nihal B. KARACA / GAZETE HABERTÜRK