Bir suikastçının “Sinematografik” sayılabilecek portresi

Medyaradar medya-siyaset analisti Atilla Akar, Karlov suikastı’nın bazı tarihsel örneklere paralel yanlarını ele aldı ve ilginç noktalara parmak bastı…

Efendim; şu hayatta birkaç alışkanlığım var. Birincisi film izlemek. Günde en az bir film izlerim. (Daha ziyade, tarihi olaylar, savaş, tarihteki kişilerle ilgili biyografik filmler.) İkincisi; kitap okumak. Haftada en az bir, iki kitap. (Daha çok komplolar, provokasyonlar, casusluk, istihbarat, derin mevzular, vb) Üçüncüsü; tabii ki yazmak. Hem de frenleyemediğim bir duyguyla yıpratıcı şekilde yazmak. Makalelerimi geçtim, kitaplarım bu yüzden iki düzineye yaklaştı. Onların içinde de en takıntılı olduğum konu da suikastlar konusudur. (Sırf bu konuda üç ayrı kitabım var) Bu konularda defalarca yaptığım uyarıların dikkate alınmadığını, aptalca hareketlerin sürdüğünü gördükçe üzülüyorum o başka. Başka ülkelerde yaşasaydım bu konularda bilgisine değer verilen bir tür “uzman kişi” sayılırdım herhalde. Bu “Cahiller hegemonyası” nda ise takan yok o başka!..

Tabii bütün bunları yazarken sadece olayların siyasi sonuçlarını değil, aynı zamanda olayın öncesi ve sonrası gelişim seyirlerini, yetişme tarzlarını, katillerin kişilik yapılarını, huylarını, vb’de dikkate aldım. Hayli zengin bir fotoğraf çıktı ortaya. Herhangi bir inanca fanatikçe  bağlananların akıbetlerini de ele almaya çalıştım. Bir yere “Ait olma” duyguları, kimlik arayışları ve körlemesine inanç nelere yol açabiliyor bir bilseniz!

Neyse; son Rusya Büyükelçisi Andrey Gennadiyeviç Karlov’un öldürülmesi olayına da bu birikimlerimin ışığında bakmaya çalıştım. Doğrusu kafamda çok ilginç çağrışımlar, tarihsel paralellikler oluştu. Buradan bir yerlere varmak gibi özel bir amacım yok. Ancak bütün bu olayları “birebir” olmasa da ilginç kılan ve çakışan enteresan noktalar var. Şimdi yakalayabildiğim kadarıyla onlara bir bakalım… 



LİNCOLN’Ü VURAN BOOTH’UN SON TİYATROSU!..

Bu olayı duyduğumda nedense aklıma ilk ABD’nin 16. Başkanı Abraham Lincoln’ün öldürülüşü geldi. Ne ilgisi var derseniz? Şöyle ki Lincoln, 14 Nisan 1865 akşamı Washington Ford Tiyatrosu’nda “Amerikalı Kuzen” oyununu izlemeye gitmişti. Kendisine ayrılmış locada oyunu seyrederken, arkadan yaklaşan John Wilkes Booth tarafından kafasından vurulacaktı. Başkan Lincoln ertesi gün yani 16 Nisan’da hastanede ölecekti. O esnada balkondan atlarken bayrağa takılıp ayağı sakatlanan ve aslında bir “aktör” olan Booth, bu “Büyük gösteri” fırsatını kaçırmadı.

Doğruldu ve sahnede son tiradını attı: “Sic Semper Tyrannis!..” yani “Zalimler Böyle Ölsün!..” Aslında Roma imparatoru Julius Sezar’ın katillerinden Brütüs’ün Sezar öldürülürken söylediği sözlerdi bunlar. (Ki, nedense hep “Et tu Brutus” yani “Sen de mi Brütüs” sözü hatırlanır.) Bu arada ilginç bir not Booth’un babasının adı da “Brütüs”tü! “Hayatının rolü”nü oynayan Booth, 11 gün sonra bir çiftlik evinde kıstırıldı ve “sağ yakalanması” yönündeki uyarılarına rağmen Teğmen E. P. Dorety tarafından “şüpheli” şekilde öldürüldü.



Peki bugünle ilgisi ne? Dikkatinizi çekti mi bilmem. Aslında Rusya Büyükelçisinin öldürüldüğü sergi salonu da bir tür tiyatro sahnesi gibiydi. Polis memur katil Mevlüt Mert Altıntaş’da belki aktör değildi ama son rolünde bir “aktör”den farkı yoktu. Altıntaş’da ajitasyon-propaganda amaçlı olsa da bir nevi son tiradını atacaktı.

O da sanki rolünü çalışmış, söyleyeceklerini önceden ezberlemiş gibi belki biraz heyecanlı ama net şekilde mesajını vermişti. Büyükelçiyi arkadan vurdu ve  güvenlik güçlerince öldürüldü. Tabii Lincoln öldürüldükten sonra Booth’un sadece “Güneylilerin intikamı” peşinde olan bireysel bir saldırgan olmadığı, büyük bir komplonun parçası olduğu, kanıtlarıyla ortaya çıktı. Şimdilik bizde “oyun”un en “Eksik kare”si bu görünüyor ama olsun. “Hayat tiyatrosu” saldırgan ölse de devam ediyor!..



LEE HARVEY OSWALD’DA ÖLDÜRÜLMÜŞTÜ!..

Geçtiğimiz yüzyılın en önemli suikastı hiç şüphesiz ABD’nin 35. Başkanı. John F. Kennedy’nin 22 Kasım 1963’te Dallas’ta öldürülmesidir. Hiç şüphesiz olayın gelişim seyri Büyükelçi Karlov’un öldürülmesine benzememektedir. (Kennedy tüfekle, uzaktan, üstü açık Lincoln model araba içinde vuruldu.)  İddiaya göre Dallas Okul kitapları deposunda çalışan Lee Harvey Oswald, üst kattan ateş ederek Kennedy’yi öldürmüş, oradan kaçmış polis memuru Tippit’i de vurduktan sonra bir sinemada yakalanmıştı. Yakalandıktan sonra da polis sorgusundan çıkartılırken Dallas Emniyet Müdürlüğü içinde mafya mensubu ve striptiz barı işleten, polislerle içli dışlı Jack Ruby tarafından vurulacaktı. (Ruby’de bir süre sonra hapiste “şüpheli” şekilde ölecekti.) Tabii bizdeki olayda katil net. Ancak katilin bir şekilde öldürülmesi ister istenmez akla kimi soruları kaçınılmaz olarak getiriyor.



AĞCA VEYA DEMİRAĞ KONUŞTU MU Kİ?..

Bu konudaki en spekülatif yanlardan birisi “Sağ yakalansa konuşur muydu?” sorusudur. Hiç şüphesiz sağ yakalanabilseydi daha iyi olurdu. Konuşma ihtimali de teorik olarak var. Ölmesi kaçınılmaz mıydı yoksa “birileri” öyle olsun mu istedi bilinmez. Ancak giderek güçlenen şahsi kanaatim saldırgan sağ yakalansa da “konuşmayacağı”, varsa arkasındaki bağlantıları açık etmeyeceği yönündedir. Eğer bu “Yalnız kurt” saldırısı değil de varsayıldığı gibi örgütlü bir saldırı ise muhtemelen bu derece şartlanmış, ölümü göze alacak kadar kesin inançlı birinin konuşmama ihtimali daha mantıklıdır. Yani ki “konuşma” garantisi yoktur. (Tabii “dolduruşa getirildiğini” anlarsa işin rengi değişebilir!)  Bu tarz işlerin tabiatına daha uygundur.



Hatırlayın; onca emare ve izi olmasına rağmen Mehmet Ali Ağca ne Abdi İpekçi suikastında ne de Papa suikastında konuşmamış hep “bireysel” bir saldırgan olduğunu öne sürmüş, muhtelif hikâyeler uydurmuştu. Bu çapta hiçbir suikastçı “konuşmak” üzere harekete geçmez veya bu ihtimal çok zayıftır. (Ancak onu kullananlar kelek atarsa veya öldürüleceğini düşünürse belki konuşur) Aynı şekilde Özal suikastçısı Kartal Demirağ’da konuşmamıştır. Başka benzerleri de vardır. Bunlar “Bu sırlar mezara gider” modundaki suikastçı türleridir.



ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞINA YOL AÇAR MI?.. 

Hemen bu paralelde akla gelen bir suikast ise 1. Dünya Savaşı’na yol açan “Saraybosna Suikastı”dır. Niçin derseniz? Çok basit. Avusturya-Macaristan Arşidükü Franz Ferdinand 28 Haziran 1914’te Saraybosna’yı ziyaret edecekti. (O tarih Sırplar için “Aziz Vitus Günü”ydü. Yani 1. Kosova savaşı esnasında Osmanlı Padişahı 1.  Murat’ı Miloş Kabloviç’in zehirli hançeriyle öldürdüğü gün.) Sırplar kendileri için “bağımsızlık ve intikam” simgesi sayılan bu günü kaçırmadılar. Hapsburglardan nefret eden “Kara El” örgütünün üyesi Gavrilo Princip (“Prensip Müjdecisi” demektir) tarafından öldürülecektir. Aslında bu suikast yeter güvenlik önlemi alınmaması ve ilk girişimi atlatan Arşidük Ferdinand’ın yaralanan emir subayını beklemesinin bir neticesiydi. Ayrıca şehrin askeri valisinin onu uzaklaştırması gerekirken korumasız şekilde tekrar şehre salmasının bir sonucuydu. Ferdinand arabasında iken Hohenburg düşesi eşi Sophie ile birlikte öldürülecekti. Bir ay sonra yani 28 Temmuz 1914 günü Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Sırbistan’a resmen savaş açacak ve 1. Dünya Savaşı başlamış olacaktı.



Bilemiyoruz; Rusya Büyükelçisi Andrey Gennadiyeviç Karlov’un öldürülmesi( Ki o da korumasızdı) yeni bir bölgesel savaşa veya açık bir 3. Dünya Savaşı’na yol açar mı? (Zaten “Derin savaş” sürüyor!)  Ancak bu suikastla bölgedeki ve dünyadaki gerilimin, saflaşmanın arttığını varsaymak mümkün. İşin sonu nereye varır acaba?



BAZI FİLM KARAKTERLERİNİN BİR “KOLAJ”I GİBİYDİ!

Bu olayda dikkat çeken bir yan da suikastçının oldukça artistik duruşlu ve giyimli olduğuydu. Mevlüt Mert Altıntaş alışılagelmiş bütün “suikastçı” kalıp ve imajlarını yıkmıştı. Bilhassa “saçı sakalı birbirine karışık İslamcı militan” tipine tam aykırıydı. (Daha önce de Norveç’li katil Andreas Behring Breivik böylesi farklı bir tipti) Hareketlerine son derece hakim, soğukkanlı, karizmatik ve şık duruşluydu. Bilhassa takım elbisesi ile 007 James Bond filmlerinden fırlamıştı sanki.  “Licence To Kill” yani “Öldürme yetkisi”ne sahip bir Bond gibiydi. (Bilhassa son James Bond Daniel Craig’i –sarışınlığı dışında- andırıyordu) Silahı tutuşu, ayakta duruşu, ateş etmesi, vb. Tek farkı her çatışmadan MI6 ajanı 007 James Bond sağ çıkarken, o ölmüştü!



Hemen buna paralel “Fanatik İdealist” yanıyla biraz da “Taksi Şoförü” filmindeki Robert De Niro’yu çağrıştırdı bana. (Gerçi Niro filmdeki karakterde “toplumdaki pisliklerden” nefret eden ve en sonunda çocuk sayılabilecek yaştaki fahişeyi –Jodie Foster- kurtarmaya çalışan “bireysel idealist” tipte birini canlandırıyordu) Bilhassa orada kendi kendine silah çekme talimi sahneyi hatırladım nedense. Acaba Mevlüt Mert Altıntaş’ta saldırı öncesi böylesi “provalar” yapmış mıdır? Belki başka bazı benzetmelerde yapılabilirdi ama suikastçı sanki bütün bunların bir “kolaj”ı, toplamı gibiydi? Bir gün hayatı ve olay filme de çekilir mi acaba?

Öyle veya böyle yeni bir “olgu” ile karşı karşıyayız. “Suikastçı profili”miz değişiyor. Artık toplumun ve devletin en beklenmeyen kademelerinden “yeni suikastçı tipleri” türeyebilir. Tabii bu çok tedirgin edici bir durumdur. Her birinin de gerek suikastlar tarihinden gerek sinemasal hafızadan ilginç olay ve karakterlere denk gelen bir yanı olacağından eminim!..

22.12.2016.

atillaakar@gmail.com