''BANA BİR AVANS VERİN SİZE NASIL VEKİLLİK YAPILIR GÖSTEREYİM!''

Radikal yazarı ve yönetmen Sırrı Süreyya Önder'i içimiz kan ağlayarak uğurluyoruz.

Çünkü o artık BDP’den bağımsız milletvekili adayı. Biz onu niye bu kadar çok sevdik, cevabı bu röportajda.

Sizin Kürt olduğunuzu zannediyor herkes, neden?
Kürt meselesine gösterdiğim yakınlık ve duyarlılık herkeste böyle bir algıya sebep oldu. Adıyaman’da 15-20 tane Türkmen aile vardır. Hem ana hem baba tarafım bu ailelerden gelmedir. Dolayısıyla Türk’üm ama orada asimilasyon tersine çalışmış! Öyle diyeyim.

Nasıl bir ailede büyüdünüz?
Adıyaman’ın merkezinde doğdum. Babam hem berberdi hem de arzuhalci. Aynı zamanda da 1960’lardaki Behice Boran’lı Türkiye İşçi Partisi’nin Adıyaman kurucusu ve il başkanı. Öldü ben 8 yaşındayken. Sirozdan. Sonra annem ve dört kardeşim dedemin evine sığındık. Dedem de solcu bir adamdı ama İşçi Partili değildi. CHP’liydi.

Nasıl geçiniyordunuz?
Ben 8 yaşında fotoğrafçıya çırak olarak girdim. Adıyaman’ın iki fotoğrafçısından biri. Haftada 125 kuruş alıyordum.

Ne yaparak?
Su getir, orayı süpür… İlkokulu bitirdiğimde kalfa olmuştum. Rötuş yapıyordum fotoğraflara.

Siz kardeşler arasında en büyük müsünüz?
Evet. Onlar çok küçük olduğundan çalışmazdı. Lise ikiye geldiğimde fotoğrafçılıktan aldığım para evi geçindirmeye yetmiyordu. 16 yaşından önce asgari ücret alamazdınız. 16’yı bitirince Sıtma Savaş ve Eradikasyon’a mevsimlik işçi olarak girdim.

Niye orada çalıştınız? E Adıyaman’da sıtma vakası çoktur. Çok olan yerde de sıtma savaş vardır. Biz de sırtımızda 40 kiloluk pirinç bronz pulvarizatörle ilaçlama yapıyorduk. Çukurova’ya pamuk işçiliğine gitmiş olanların parmağından kan almışlığım da vardır tabii. Yaz tatillerinde ve 15 gün de okulun başlangıcından çalarak çalışırdım. İyi para kazanıyordum ama. 1100 lira filan. Amcam öğretmendi, ondan fazla maaş alıyordum. Çünkü sendikalıydık.

Sendikacılık ergenlik döneminizde başlıyor yani…
Tabii. Sıtma işçileri olarak devrimci bir sendikaya girdik. İşyeri temsilcisi olmuştum. Fakat Milliyetçi Cephe hükümeti kurulunca beni attılar işten. Ben de kirvemin oğluyla bir lastik tamirci dükkânı açtım.

O niye?
Çünkü bir balyoz ve bir levye, o dükkânı açmak için kâfiydi. Liseyi bitirene kadar hem lastik tamirciliği yaptım hem de amatör olarak fotoğraf çektim. O zaman Türkiye’de nüfus cüzdanları değişmeye başlamıştı. Çok yapraklı cüzdanlardan tek yapraklıya geçiş… Fotoğrafçıda kalfalık yaptığım dönemde 3 yıllık harçlıklarımdan arttırdıklarımla aldığım çakma Mamiya bir makinem vardı, Lübitel marka. Hafta sonları köyleri gezer, şehre inemeyenlerin vesikalıklarını çeker, tab ettirdikten sonra da teslim ederdim.

Tüm bunlar arasında Ankara Siyasal Fakültesi’ni nasıl kazandınız?
Bende üniversite kazanacak bir adam hali yok mu? Okula yarım yamalak gidiyorum gibi görünse de çok sıkı bir öğrenciydim. Söylemesi ayıp, liseye kadar hep çok iyi derecelerle bitirdim. Lisede çatışma ve can güvenliği sorunu başlamıştı. Biraz tavsadı ama Siyasal’a da üstlerden bir sırada girdim. Birkaç başarı bursu almıştım o zaman.

Aileniz Ankara’ya gitmenize ses çıkarmadı mı?
Yok çünkü kardeşim de çalışacak yaşa gelmişti. Ayrıca Ankara’da da hem çalışıp hem okuyordum.

Ne zaman ve niye hapse girdiniz?
Yıl 1981. Üniversite ikinci sınıftayım. 12 Eylül’e karşı direnen örgütlü bir siyasal yapının içindeydim. Cuntayı protesto ediyorduk, geceleri duvarlara yazı yazıyorduk, pankartlar asıyorduk. Sonra bir gün yakalandım. Mamak’a gönderildim. Örgüt üyeliğinden 16 yıl ceza aldım, daha sonra Yargıtay bozdu. 12’ye indirildi. Mamak’tan sonra Ulucanlar ve Haymana Cezaevi’nde de yattım.

Hatıralarınız çok mu berbat?
16 kişiye göre yapılmış bir koğuşta 120 kişi kalıyorduk. Balık istifi yatıyorduk. Buna rağmen güzel anılarımız var. Bütün ülke büyük bir suskunluğa bürünmüşken itiraz eden kim varsa cezaevindeydi. Orada da itirazımızı direnişlerle, açlık grevleriyle sürdürüyorduk.

Çok işkence gördünüz mü?
Herkes gördü o dönem. Bunları anlatmayı sevmiyorum çünkü 16 yaşında idam edilen, işkencede öldürülen insanlar varken kalkıp “Bize de şunu yaptılar” demek ayıp geliyor.

Sizde hiç cezaevi travması olmamış gibi konuşuyorsunuz?
Travma dediğin şeye ben ömrümde hiç düşmedim. Depresyondayım, bunalımdayım diyorlar. İnsan niye bunalır ben onu anlamamışım hiç. Mesela savaş bölgesine giden gazetecilerin ruhsal durumu bozulur. Niye? Çünkü o savaşın parçası değil, izleyicisidirler. İnandığın bir savaşın tarafıysan ve haklı bir savaşsa bu, niye travmaya düşecekmişsin? Onurlu yaşamayı gözetiyorsan insan ömrü çok uzun bir süre.

Sizin gibi o dönemin devrimcilerinin bazıları bugün “Biz ne beyhude çabalamışız, zaten bu millet bizim hayal ettiğimiz dünyayı istemiyormuş” diye söylenir. Siz?
Öyle diyenlerin temel eğitimlerinde sorun var demektir. Bilanço hesabına dayanan bir ilişki değildir senin halkla kurduğun ilişki. Çok uzun soluklu, sabırlı çabayı gerektirir. Asıl problem başka…

Nedir?
Eğer sen sosyalist olmayı içselleştirememişsen, “Halkımız bizi anlamadı” diye dönersin. Bir ömür uğraşırsın, halk da senin yaptıklarından hiçbir şey anlamamış olabilir. Ama bir sosyalist olarak bir ömrü ikmal etmek büyük bir kazançtır. Erdemli bir yurttaş olarak yaşayıp ölürsün, bunun keyfi bile yetmeli bir insana.

Sosyalist olmayan erdemli değil mi?
Olmaz olur mu? Ama sosyalist olmak bundan biraz daha fazlası. Temelde emeğin sömürülmesine itiraz etmek, herkes için adil, eşit ve özgür bir dünyayı savunmak demektir. Sosyalizmin bilimsel olarak önerdiği dünyayı bilmeden de hayatını böyle inşa eden insanlar vardır. İşin aslı bir sistem meselesi. Elbette insanın erdemli olması için sosyalist olması gerekmez ama her sosyalist erdemli olmak zorundadır.

İmkânlarınız olsa, yeni Türkiye sistemini nasıl inşa ederdiniz?
Eğitimin, sağlığın, iletişimin bütün yurttaşlar için eşit ve parasız olmasını sağlardım. Bu toplumda sadece dört kesimi imtiyazlı sayardım: Kadınlar, çocuklar, yaşlılar ve engelliler. Betonların istila etmediği herhangi bir kara parçasına 500 tane fidan diken, can suyunu veren, en az yarısının hayata tutunmasını sağlayan bütün gençleri askerlikten muaf sayardım. Bu sayıyı yükseltenlere de rütbe verirdim. Düşün sen 2 bin tane ağaç dikmişsin, seni general yapardım. Askerlik denilen mesleği de tarihe terk etmiş olurduk.

İletişimi niye bedava yaptınız?
Tabii ya, iletişim de bedava olmalı! Asgari bir konuşma dilimi, anayasal bir hak sayılmalıdır. Bunun üzerindeki iletişim için sadece maliyet üzerinden bir tahsilat yapılmalıdır.

BDP tüm Türkiye için bunları öneriyor mu?
BDP’yi bugün için başka türlü konuşmak lazım çünkü şu anda ülkede ağır bir savaş-barış gündemi var. Benim BDP’ye katılmamın en büyük nedeni bu savaş halinin onurlu bir barışla finalize edilmesine katkı sunmak. Bu konuda safımı ezilenlerden yana konuşlandırıyorum. BDP şu anda henüz en temel hak ve özgürlüklerin peşinde.

Saf tuttuğunuz ezilenlerle ilk nasıl yüzleştiniz?
Bizim evimiz Adıyaman’da Oduncu Pazarı denilen yerdeydi. Köylüler oraya odun satmaya gelirlerdi. Onların başka bir dilde konuştuklarını işitince çok şaşırmıştım. 7-8 yaşlarındayken. Bunlar kim diye sormuştum. Kürtler demiştiler. Sonra okulda da çocuklarını görünce daha da şaşırmıştım. Çünkü önce Türkçe öğreniyorlardı.

Evinizde Kürt sorunuyla ilgili bir bilinç var mıydı?
Babamda çoktu. Adıyaman’daki Türkiye İşçi Partisi’nin neredeyse tamamı Alevi Kürtlerden oluşuyordu. O zaman duyduklarım Kürt sorunuyla ilgili ilk bilgilerimdi. Ortaokul yıllarında sosyalist külliyatı okumaya başladığım için meseleye iyice hâkim oldum. O günden beri hep Kürtlerin ulusal hak ve demokratik taleplerinin yanında durdum.

Kürtçeyi nerede öğrendiniz?
Kürtçeye hâkim değilim, öğreneceğim. Bir borç olarak görüyorum.

Sizin gibi bir insan niye milletvekili olmak ister?
Bir istekle aday olmadım. Emek Demokrasi ve Özgürlük Bloku oluştu. 17 sol siyasal parti ve sivil toplum örgütü toplandı ve belli isimler üstünde mutabakata vardılar. Onlardan biri de bendim. Başta beni bağışlamalarını istedim ama arkadaşlar bağışlamadı.

Niye hayır demiştiniz?
Hayatın içinde bir mevzi olarak sinemayla uğraşmanın, köşe yazmanın da Meclis’te olmak kadar önemli yer tuttuğunu düşünüyordum. Ama arkadaşlar önümüzdeki dönemin tarihsel öneme sahip olduğu, neredeyse kurucu Meclis olacağı konusunda beni ikna ettiler. İkna oldum çünkü bu savaş tıkanmış durumda. Barışı inşa etmek savaştan daha zor ve zahmetli bir süreç. Bu konuda heybesinde turpu olan herkes barış sürecine katkıda bulunmalı.

“Keşke yazar kalsaydı, sürece daha çok katkı yapardı” diyenler var.
Yazarlığımı biliyorlar ama vekilliğimi henüz bilmiyorlar. Yazı yazmaya başlamadan önce de bana “Sen sinemacısın, ne işin var gazetede köşe yazıyorsun” diyorlardı. Ama o zaman daha benim nasıl bir köşe yazacağımı bilmiyorlardı. Halk bana bir avans verirse size nasıl milletvekilliği yapılacağını gösterebilirim.

Kendinizi yemin ederken hayal edebiliyor musunuz?
Osmanlı döneminin son zamanlarında bir bölgeden çok şikâyet gelmiş. Yöneticilerin, yolsuzluk, haksızlık ve zulümle uğraştığı sadarete bildirilmiş. Sadaret de denetlemesi için bir adamı göndermiş. Adam da tüm erkân-ı devleti dizmiş karşısına. Herkes sırayla yemin içmeye başlamış. Allah, kitap, Kuran, şeref üzerine “Vallahi iftiradır biz öyle şey yapmadık” demişler. Giden adam bakmış ki birisi sessiz duruyor. “Sen niye yemin içmiyon, yoksa bir halt mı işledin?” diye sorunca cevap şöyle gelmiş: “Bekliyom, 5-10 dakika içinde bunlara bir şey olmazsa bir yemin de ben içeceğim.” Yani yemini bizim karşımıza büyük bir kıymet gibi indirenler, kendileri bu yemine ne kadar sadakatle bağlı kalmışlar dönüp ona baksınlar.

Radikal’e nasıl veda ettiniz?
Kolay bırakmadılar. Hatta genel yayın yönetmeni bir sürü ek sosyal vaatlerde bulundu. Sigara içilebilecek bir oda bile bu vaatlerin arasındaydı. Ben dedi, grubun yasağına karşı bu odayı savunurum! Ama artık her şey için çok geçti. Zamanında yapacaktı bunu.

Ezgi Başaran/Radikal