'3 YÜZ' PROGRAMININ 3 ÜNLÜ İSMİ MEDYARADAR'A KONUŞTU!

Medyaradar'ın usta röportajcısı Yüksel Şengül, TV 8'de hafta içi her gün yayınlanan ‘3 Yüz' adlı programla izlediğimiz Özlem Gürses, Ayşe Böhürler ve Vivet Kanetti ile ekranın ve kadınların durumunu konuştu.

O gün TV 8’de önce “3 Yüz” adlı programın sona ermesini bekledik, ardından Özlem Gürses, Ayşe Böhürler ve Vivet Kanetti ile buluşup, siz Medyaradar okurları için keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. İşte, konuştuklarımız.

“3 Yüz” programını üçünüzün şahsında kutluyorum ama hemen sormadan da yapamayacağım. “Üç kadının bir arada olduğu bir programın ömrü uzun olmaz” diyenler de vardı, onlara bir mesaj verebilir misiniz öncelikle?

Vivet Kanetti: Biz sizden mesaj alalım… Kim demiş bunları?

Özellikle TV eleştirmenleriyle bazı köşe yazarlarının fikirleri bu doğrultuda oldu…

Ayşe Böhürler: Özlem, sen böyle bir eleştiri gördün ya da okudun mu?

Özlem Gürses: Görmedim ama demek ki böyle bir tevatür yürümüş. Şunu söylemekte fayda var ki, biz de işte bu şehir efsanelerine karşı durmaya çalışıyoruz. Dilimizde de vardır ya, ‘Kadın kadının kurdudur, kadın kadınla çalışamaz’ diye... Amacımız, bu öngörüleri yıkmak. Çünkü hiçbirine katılmıyoruz.

Ayşe Böhürler: Özlem’in dediğine katılıyorum, böyle bir şey olması mümkün değil. Kaldı ki medyada çok sayıda kadın yönetici ya da sunucuyla çalıştık. Kadınlarla çalışamama gibi bir duyguyu ben hiç yaşamadım.

Özlem Gürses: Yok, ‘Üç kadının olduğu bir program uzun ömürlü olmaz’ demişler. Bence bütün bunlar, erkeklerin bu tarz programlara girmek adına uydurdukları bahaneler olmalı.

Vivet Kanetti: Şunu anlayamadım, acaba kadınların sunduğu çok sayıda tutmamış ya da kaldırılmış program mı var?

Özlem Gürses: Üç kadının olduğu çok sayıda yok…



Belki de şu söylenmiş olabilir; “Üç kadın zaten kendi aralarında da anlaşamazlar...”

Vivet Kanetti: Haaa, o zaman ben de size bir şey söyleyeyim mi, sadece erkek erkeğe yapılan o kadar çok program izledik ki, maşallah yani… Dördü, beşi, altısı bir arada… Bu defa da üç kadının birlikte olduğu bir program ekranlarda var olsun yani.

Özlem Gürses: Herhalde Türkiye bu tarz manzaralara alışacak (gülüyor).

Artık erkeklerin ya da erkek penceresinden ekrana bakanların bunlara alışması, kadın sesinin de yükselmesi gerekiyor.

Vivet Kanetti: Kadınların sesinin yükselmesi tabi ki önemli ama biz aynı zamanda bireyiz. Kadınlık,  kimliğimizin bir parçası ama onun yanında bir sürü şey var. Yani siz nasıl günlük hayatta, bu erkek demeyip de ismiyle hitap ediyorsanız…  Mesela ‘Mehmet Barlas,  Emre Kongar’ diyorsanız, bizler de tıpkı onlar gibi birer bireyiz. Bizim de kişiliğimiz, farklılıklarımız, ideolojik fikirlerimiz var. Kadınlık, kimliğimizin sadece bir bölümü, yani her şeyimiz değil.

Özlem Gürses: Çok doğru, katılıyorum.



Bu program nasıl ortaya çıktı?

Özlem Gürses: Daha önce içinde bulunduğum medya grubundan böyle bir proje üretmem teklifi gelince, sabah kuşağında üç kadın gazetecinin bir araya geleceği bir program fikrini ortaya attım. Vivet’i aradım ve fikrimi söyledim. Ayşe’yi tanımıyordum. Vivet’le Ayşe çok iyi iki arkadaş ve Vivet de bana onu önerdi. Ardından tanıştık ve ‘Neden böyle bir program yapmıyoruz?’ dedik. İlk başta cemiyet ya da iş dünyasından kadınların da programda olması fikri vardı ama sonrasında üç kişinin yeteceğine kanaat getirdik ve iki üç sene önce programı yapmaya başladık. Şimdi de aynı isim, aynı kadro ve hatta aynı jenerik müziğiyle yeniden TV 8’e taşımış olduk.

Vivet Kanetti: Arkamızdan tabi ki taklitlerimiz çıktı (gülüyor).

Sizin taklitleriniz de oldu demek ki...

Vivet Kanetti: Olmaz mı, elbette oldu... Bizim ardımızdan ‘Dört yüz’, hatta ‘On Kadın’ gibi programlar yapıldı.

İlk sizsiniz o zaman...

Vivet Kanetti: Tabi ki ilk biz olduk. Kanal 1’de başlamıştık.

Özlem Gürses: NTV’de ‘On Kadın’,  Habertürk’de de ‘İki Yüz’ yapıldı. ‘Üç Nokta’ diye bir program devam ediyor. Yani pek çok kişiye ilham kaynağı olduk.

Burada farklı olan ilk ve orijinal olabilmek...

Özlem Gürses: Evet, çok doğru, haklısınız.

Ayşe Hanım, siz bu üçlüde muhafazakar kanadı temsil ediyorsunuz.

Özlem Gürses: (Gülüyor) Ayşe’nin her zaman için böyle olduğundan emin değilim.

Vivet Kanetti: Her zaman görüldüğü ya da düşünüldüğü gibi olmuyor.



Acaba sekiz yıl önce olsaydı, ekipte yine bir Ayşe Böhürler olur muydu?

Ayşe Böhürler: Bizim Vivet’le çok daha eski bir dostluğumuz var. Vivet, eskiden Kanal 7’deki programlarıma konuk olarak katılırdı. On yıl önce de olsaydı, bence yine bu kadroda yer alırdım.

Özlem Gürses: Sen olurdun ama böyle bir program ekranda olabilir miydi?

Ayşe Böhürler: Evet, haklısın, 10 yıl önce böyle bir program olsaydı, o zaman ekranda olmazdı. Belki bir tek Kanal 7’de olabilirdi.



Neden, Kanal 7?

Çünkü, farklı formatta programlarımız vardı Kanal 7’de. Yaygın medyada bu tarz programların olması mümkün değildi. Bu anlamda Türkiye’de bir şeylerin değiştiğini söyleyebiliriz. Kanal 1’de yayına başladığımızda yaptığımız şey bir ilk oldu.

Özlem Gürses: Sadece üç kadın olarak değil de, aynı zamanda başörtülü bir kadının sunucu olma konusu da var…

Ayşe Böhürler: Başörtülü bir kadının sunucu olarak göründüğü ilk programdı ama Kanal 7’yi ayırıyorum. Çünkü onda bu tarz programlar olmuştur. Yüksel Bey, dediğiniz gibi muhafazakarım.

Özlem Gürses: Bazı açılardan öyle

Vivet Kanetti: İnsanlar kendilerini nasıl ifade etmek isterlerse, öyle tanıtırlar. Biz ondan yanayız, insanlar kendilerini iyi tanımalı ve tanıtmalı.

Ayşe Böhürler: Biz zaten bu programda kalıplara ve klişelere karşı çıkıyoruz. Çünkü, muhafazakar olmanın da bir kalıbı yok. Tek tip bir dindar, tek tip bir başörtülü yoktur. Bunların hepsinin içinde farklı ve bir sürü değişik şekil vardır. Bütün bunların hepsini bir şekilde programa taşımaya çalışıyoruz. Muhafazakârlarla ilişkili olarak insanların kafasındaki şablona her zaman uymayabilirim. Orada birey olarak olmayı önemsiyorum.

Vivet Kanetti: Çok doğru. Bir de şöyle diyelim; insan kendisini muhafazakar olarak tanımlayabilir ama insanların kafasındaki muhafazakar tanımıyla Ayşe’nin muhafazakarlığı hiç örtüşmüyor. Çünkü, insanlar böyle şablonlar kurmayı seviyor, cansız, köşeli bir şey…

Ayşe Böhürler: Aslında çok esnek bir şey… Hayatın içinde ve hayata ilişkin her şey çok esnek… Hayata ilişkin hepimizin görüşler ve fikirler üretmesi, sorunlara çözümler sunması gerekiyor. O yüzden katı kalıplı bir muhafazakar değilim.

Vivet Kanetti: Ayşe’yi burada tanımlayan ve Ayşe kılan başörtü değil, çünkü onun yerine bir başka başörtülü koyduğumuzda acaba Ayşe kadar mizah duygusu yüksek olacak mı? Ayşe kadar dış politikayı biliyor mu? Ayşe kadar kanıksanmış bir şeyi tersine düşürmeyi seviyor mu? Bütün bunlar onu Ayşe yapan özellikler.



O zaman ‘Yaşasın Ayşeler’ diyelim...

Özlem Gürses: (Gülüyor)...

Vivet Kanetti: Ayşeler değil, Ayşe... Çünkü o tek ve o bir insan...

Başka Ayşeler de vardır...

Ayşe Böhürler: Var tabi ki, çok var.

Vivet Kanetti: Ama biz bir şeyin temsilcisi ya da sözcüsü değiliz.

Özlem Gürses: Vivet bireysel duruşları ve alanları çok önemseyen, hayatını da buna göre kurgulamış biri. Hepimizin hayatı da buna göre şekilleniyor. Sınırlarımızı sadece tercihlerimiz belirliyor.

Vivet Kanetti: Doğru.

Özlem Gürses: Mesela ben zaman zaman son derece muhafazakar yorumlar yapabiliyorum  (gülüyor). Belli konularda kalıpçı ve değişime ayak direyen, ondan korkan biri olabilirim. Aslında üçümüzü bu programda buluşturan ve bizlere de keyif veren, seyirciye geçmesini istediğimiz farklılıklar bunlar. Birlikte düşünmeyi seviyoruz.

Üç farklı bakış, üç farklı kadın. Sanırım bu da ‘3 Yüz’ün sihri, güzelliği… İşin sırrı da bu uyumda mı yatıyor?

Özlem Gürses: İşin sırrı galiba burada yatıyor Yüksel Bey.

Üç farklı insan olunca fikirler de farklı olacaktır mutlaka. Arada kamera önüne yansımayan minik kavgalarınız, atışmalarınız oluyor mu?

Özlem Gürses: Kamera önünde de çekişiyoruz (gülüyor).

Vivet Kanetti: Biz kamera önünde daha fazla çekişip, didişiyoruz.

Yani her şey kamera önünde oluyor, kamera arkasına bir şey bırakmıyorsunuz, öyle mi?

Ayşe Böhürler: Kamera önünde gördüğünüz, TV – 8 ekranından izlediğiniz her şey zaten son derece doğal bir süreçte gelişiyor. Hatta bazen Vivet, programda konuşacağımız haberlere posta bile koyuyor.

Mesela...

Ayşe Böhürler: Mesela, “Böyle bir haberi programa nasıl taşırsınız?” diyebiliyor. Aramızda son derece liberal bir bakış açısı tutturduk.

En liberaliniz kim?

Ayşe Böhürler: En liberalimiz Vivet...

Özlem Gürses programı o kadar güzel idare ediyor ki…

Ayşe Böhürler: Özlem’in de bu posta koymalardan tırstığı çok oluyor (gülüyor).

Vivet Kanetti: (Gülüyor) ‘Vivet tırstırıyor’ diyorsun ama bize tuzak kuran da Özlem… Programın kaptanı o ve programla ilgili her şeyi o kuruyor. Bazen konuları o kadar geç yolluyor ki, biz bunları programda keşfediyoruz ve ‘Bu konuyu ne diye karşımıza çıkardın?’ diyebiliyoruz.

Özlem Gürses: Gece 01.00’da gönderiyorum.

Vivet Kanetti: Şaka bir yana, gerçekten bu programın yükünü Özlem taşıyor.

Nasıl taşıyorsunuz o yükü Özlem Hanım?

Özlem Gürses: Programın televizyon ayağında daha yoğunluklu olduğumdan, gündemi ben oluşturuyorum, haklılar. En azından şöyle hazırlıyorum; bir taslak gündem oluşturuyorum. Gün içinde üniversitedeki işimi yaparken, bilgisayar ekranımda belki yirmi otuz pencere açık oluyor. Çeşitli siteleri sürekli göz önünde tutuyorum. Bunlarda biri de Medyaradar’dır. Sizin siteniz çok önemli.

Vivet Kanetti: Ben de takip ediyorum Medyaradar’ı.

Özlem Gürses: O sayfalardan gündeme dair notlar alıyorum. Sonra onları damıtıyorum ve yatmadan önce bazen saat 00.30 ya da 01.00 gibi, son kez gözden geçirme yapıp, notlarımı arkadaşlarıma gönderiyorum.

Ayşe Böhürler: O saatte atıyor ki, biz bakamayalım diye (hepimiz gülüyoruz). Konuya çalışmayalım ve tamamen olaya yabancı kalalım diye…

Özlem Gürses: (Gülerek) Aslında biraz da haklılar, doğru. Ben moderasyonda da televizyonda da doğallığı seviyorum, o değeri önemsiyorum. Zaman zaman Vivet’in öfkesine ya da Ayşe’nin şaşkınlığına maruz kalmayı göze alıyorum (gülüyor). Bütün reaksiyonlarımızın o anda otantik ve sahici olmasını önemsiyorum. Vivet bir şeye kızacaksa kızsın, Ayşe bir şeye itiraz edecekse o anda etsin, o anda şaşırsınlar ya da öfkelensinler…

“Ne olursa olsun kamera önünde olsun” diyorsunuz...

Ayşe Böhürler: Vivet bir defasında çok kızmıştı, hatta masayı terk edeceğini düşünmüştüm bir an.

Vivet Kanetti: Hasta haklarıyla ilgili bir konuydu.

Özlem Gürses: En büyük paparayı orada yedik. Hasta haklarıyla ilgili bir konuydu… Reklam arasında ben programı terk edebilirdim, öyle bir fırça yedim ki…

Ayşe Böhürler: Özlem ve ben, doktor haklarını savunduk, Vivet de bizim görüşümüze karşı hasta haklarından sözetti.

Özlem Gürses: Ama sonuçta konu, doktor hasta hakları gibi değil de, ‘Sivilleri üniformalılara karşı savunmalıyız’ gibi bir düşünce gibiydi. 

Vivet Kanetti: Doktorlar elbette başımızın tacı, onların gerçekten hakkını ödeyemeyiz. Ben şahsen manevi olarak bazı doktorların bana olan hakkını ömrümün sonuna kadar ödeyemem. 

Ayşe Böhürler: Orada Vivet’in takındığı tavır, sivil olanı üniformalı olana karşı koruma tavrıydı.

Vivet Kanetti: Ama sonrasında öğrendim ki, hasta yakınları da doktorlara felaket şeyler yapmış. Hakaret edenler, dayak atanlar. Dolayısıyla doktorlar hakikaten risk alıyor. Ama televizyon önünde de empati kurmak zorundayız.

Özlem Gürses: Dolayısıyla programa dönecek olursak, oluşum sürecinde arkadaşlarımın ‘Tuzak’, benimse ‘Küçük sürprizler’ olarak nitelendirdiğim şeyleri yapmayı seviyorum. Programda tartıştığımız konuları birlikte öğreniyoruz. Bir konu masaya geldiğinde ‘Bu dersi çalışalım, fikrin takibini yapalım’ diyoruz. Kısa zaman önce Forbes dergisinin bu sene yayınladığı ‘En güçlü 100 kadın’ listesini masaya yatırdık.

Türk var mı içlerinde?

Özlem Gürses: Var elbette. 78. sırada, Güler Sabancı yer alıyor. Biz de dedik ki ‘Kendi alternatif 10 kadınımızı yazalım.’ 

Vivet Kanetti: ‘Dünyanın mı olsun, yoksa Türkiye’nin mi?’ diye üzerinde tartıştık.

Ayşe Böhürler: Sonunda ‘Dünya’ olursa daha kolay işi kotaracağımıza kanaat getirdik.



Hep bir ağızdan bir tartışma ortamı, herkes fikrini savunuyor… Tam bir beyin fırtınası…

Özlem Gürses: Programda da böyle oluyor. Beyin fırtınası (gülüyor).

10’lik listenizde Türk isimler oldu mu?

Vivet Kanetti: Tabi ki, beş yabancı, beş yerli…

Ayşe Böhürler: Kendi çabalarıyla güç olmuş, zivrede olmuş isimleri tercih ettik.

O listede Angelina Jolie de olmalıydı, değil mi?

Vivet Kanetti: Tabi ki, olabilir

Bir sanatçının sosyal yardım kampanyalarına duyarlı olması ne güzel...

Özlem Gürses: Tabi ki, programda da konuşuyoruz bunu.

Vivet Kanetti: Hatta Ayşe onun giyimini de takdir ediyor. Gittiği yerin örf ve adetlerine uyduğu için onu beğeniyor. Mesela Bosna’ya gittiğinde dekolte kıyafet giymek yerine son derece sade, ipek bir kıyafet tercih etmişti. Bana ‘Bak, görüyor musun, gittiği yere ne kadar saygılı’ dedi.

Özlem Gürses: Ayşe, benzer şeyleri başkalarından da bekliyor (Gülüyor). Yerine ve zamanına göre giyinmek çok önemli.

Vivet Kanetti: Sizinle programla ilgili izleyicilerden birinin yaptığı bir yorumu paylaşmak istiyorum. Özlem bize aktarmıştı. Yorum aynen şöyleydi:

‘TV 8’de çok tuhaf, çok matrak bir program var. Kadınlardan biri tuvaletli (Özlem’i kast ediyor). Diğeri başörtülü (Ayşe’den söz ediyor), biri de crocslu (Bir terlik markası ve Vivet’i işaret ediyor), o da gerçek değil, ayağındaki çakma.’

Sirkeci’den aldım ve kenarında crocs bile yazmıyor. Canlı yayın sırasında arkadaşlar ayakkabımın kenardan göründüğünü söyledi. İnsanlar, ‘El insaf, canlı yayına da böyle çıkılır mı?’ demişler. Ama neden olmasın, çıkılıyor. Günlük hayatta da giyiliyor. Ayşe de çok sempatik ‘Crocs ne Allahaşkına?’ diye soruyor (gülüyorlar). Yine de stüdyoya topuklu ayakkabı da getirdim, ne yapayım özeniyorum. Topuklu ayakkabıları sadece program sırasında kullanıp sonra dolaba kaldırıyorum.

Ayşe Böhürler: Mesela Louis Vuitton marka ayakkabılar programlarımızdan birinde ciddi ciddi gündemimizi teşkil etmişti.

Özlem Gürses: Ama nasıl etmesin, çifti 1. 500 TL.

Ayşe Böhürler: Jennifer Lopez’in, bu ayakkabıların nasıl giyileceği üzerine şarkısı var. Aslında çok sıradanmış gibi görünen konular da bizim masamızda yer alıyor.

Sizin dilinizde o konular pek hoş duruyor olmalı...

Vivet Kanetti: Aslında insanlar nasıl konuşuyorsa biz de öyle konuşuyoruz. Ekranlarda yapay işler de oluyor, onları hiç beğenmiyorum. Mesela birbirleriyle dalaşmaları için iki kadın konuk ediyorlar. Onlar politik bir konuda birbiriyle tartışmaya başlıyor derken, reklam girince ‘Aaaa ne kadar güzel eşarbın var, nereden aldın onu?’ sohbetine giriyorlar. Bunlar hayatın parçası işte…

Bizim sohbetin tansiyonu, doğal olduğu için asla sırıtmıyor. Kamera önünde ya da arkasında tatlı tatlı hayata dair sohbetler ediyoruz. Çünkü hayat da böyle bir şey. Güneydoğu meselesinden konuşurken, o gün vefat eden değerli şair dostumuz Seyhan’ın (Erözçelik) konusuna geçmemiz gibi mesela… Gazeteler bizim şair dostumuza pek yer vermediler. Türk dilinin çok önemli bir şairiydi o. Google, Arjantinli bir şairin doğumunu ya da ölümünü veriyor diye o şairin çok önemli bir şair olduğunu düşünebiliyorsunuz. Keşke aynı önemi 49 yaşında ölen ve ardında muazzam şiirler bırakan Seyhan için de gösterebilseydik. Medya bunu yapmıyor, kültürsüz bir toplum yetiştirmekte de çok büyük bir payı var. Biz bu arayı kapatmaya çalışıyoruz işte. Programda Seyhan’ı uzun uzun konuştuk. Özlem, fazlaca yer verdi. Şiirlerinden bazılarını okuduk, hakkında konuştuk. Bütün medya bu özeni göstermeli.

Sizin programda konular çok renkli, çok çeşitli...

Ayşe Böhürler: Biz edebiyattan da, geleneksel sanatlardan da konuşuyoruz. Mesela minyatürün batı resmi üzerine etkisinden yola çıkmıştık ve bu konuya da camilerden konuşurken gelmiştik. Yani yeri geliyor camileri ve sarayları konuşuyoruz, yeri geliyor yemek kitaplarından ve magazinden bahsediyoruz. Ayrılıklar, boşanmalar hakkında konuştuğumuz da oluyor. Dış politika, güneydoğu sorunu, siyaset, dünya siyasetçileri de  üzerine yorum yaptığımız, tartıştığımız konular. Aslında hepsini bir arada konuşuyoruz ama bunları yapay diyaloglarla değil de son derece samimi, içten bir şekilde yapıyoruz. Bilmediğimizi gocunmadan söylüyoruz, konuları masamıza yatırıp farklı fikirleri seslendiriyoruz. Konuşup tartışıyoruz, kendimizi allami cihan gösterme derdimiz yok.

Aranızda olmak gerçekten çok hoş ve keyifli...

Üçü birden: Sağolun...

Ayşe Böhürler: İzleyiciye anlatırken, biz de öğreniyoruz. Onlardan gelen feedbacklar da bizi yönlendiriyor. Onlar da bize bir şeyler söylüyor.

Kadınlardan geri dönüş nasıl oluyor?

Vivet Kanetti: Genelde iyi oluyor.

Ayşe Böhürler: Biraz daha fazla magazin konuşmamızı isteyenler var. Magazin konuştuğumuz bölümlerle daha çok ilgilendiklerini söylüyorlar.

Vivet Hanım’ın Hülya Avşar’ı taklit ettiği bölüm izlenme rekorları kırdı mutlaka...

Vivet Kanetti: (Gülüyor) Onu biz düşünemedik. Zaten ben onu seyretmedim, hayatta olmaz bir daha, o bölümü izlemem.

Özlem Gürses: Aslında orada çok özel bir mesaj var ve onu söylüyor. Programımızda doğan görünümlü şahinler yapıyoruz. Anlattığımız konuya bir kılıf buluyor ve mesajımızı gizleyerek herkese ulaşmasını sağlıyoruz. Aslında son derece kritik mesajlar veriyoruz ve insanların bunları duymasını istiyoruz. Türkiye’de şöyle bir mesele var; bazı ciddi konu başlıkları gereğinden fazla ciddiye alınıyor. Politika, futbol gibi genellikle erkeklerin sevdiği konular ekranda aşırı ciddi bir şekilde ele alınıyor. Erkek yayıncılar, kravatlarını gevşetip bu konular dışında bir iki kelam edemiyorlar. Hatta onları o kadar çok dinlemiş ve izlemişsin ki, hangi kanalda olursa olsun aynı cümleyi kuracağını biliyorsun. Bu cümleler hiç mi değişmiyor. Merak ediyorum, yanındaki insanlarla yaptığın sohbetler sana hiç mi bir şey katmıyor mu? Yani bu aşırı ciddiye alış son derece sıkıcı. Diğer taraftan, magazini de çok ciddiye alıyoruz. Sadece işi gücü olmayan, gerizekalı insanların takip ettiği bir dal gibi yaklaşıyoruz magazine. Bu sektörde çalışanları fena halde aşağılayan ve küçümseyen bir havaya bürünüyoruz. İkisinin bir dengesi olmalı. Çünkü ne hayat o kadar ciddi, ne de hayatın içindeki renkler o kadar önemsiz ve sığ… Galiba ‘3 Yüz’ün hoş taraflarından biri de bu.

Kadınların yarattığı farklılık bu belki de...

Ayşe Böhürler: Kadınların bu saatte izleyebileceği farklı bir program yarattık. Genelde bizim saat dilimimizde evlilik programları yayınlanıyor ve bizim haber programı modelimiz, evlilik programlarına tahammül edemeyen çok sayıda kadın izleyiciye sığınacak liman oluyor. Yani o kadın izleyiciler için bir alternatif olduk.

Özlem Gürses: Bence tek alternatif olduk Ayşe...

Ayşe Böhürler: Aslında kadın olmanın da ötesinde bir evde üç arkadaş sohbet eder gibiyiz… O günkü Türkiye gündemini tartışıyoruz ve bu havayı yaratıyoruz. 

Özlem Gürses: Birlikte gazete okuyup sohbet ediyoruz.

Ayşe Böhürler: Zaten o farklı havayı verdiğimiz için seyrediliyoruz.

Vivet Kanetti: Ama çok sayıda erkek izleyicimiz de var.

Özlem Gürses: Bana gelen reaksiyonlardan anladığım, bizi izleyen insanların güne müthiş bir enerji ve keyifle başladıkları. Hem günün erken saatlerinde televizyondan hoş şeyler duyuyorlar, hem de Türkiye ve dünyada neler olduğunu öğreniyorlar.

Ayşe Böhürler: Bir de herkes güne gazete okuyarak başlamıyor. İnsanlar bizi izlerken işlerini yapıyorlar, bir yandan da dünyayı takip etme fırsatını yakalıyorlar. Bunu onlara ağır bir haber programı formatında sunmuyoruz.

Ama zaten sizi izleyenler de o mizahi yönleri alıyorlar. Mesela Hülya Avşar’la ilgili o mizahi cümle çok konuşuldu: ‘Ben asla kocama bir bardak su getir demem’. Ben de sizlere sormak istiyorum. Eşinden bir bardak su isteyen var mı?

Üçü birden: Elbette, eşimizden bir bardak su isteyebiliriz.

Vivet Kanetti: İstenmesi de gerekli. Düşünsenize böyle bir şeyi isteyememek ne kadar korkunç bir şeydir…

Ayşe Böhürler: Bu bana göre, maço zihniyetin devamını sağlayan bir kadın bakış açısıdır.

Özlem Gürses: Görüyor musunuz! Şahane bir cümle. Ben böyle şeyler söylediğinde bayılıyorum Ayşe’ye, ‘Aslan Ayşe’ diyorum.

Genelde bir bardak suyu çoğunlukla isteyen erkekler oluyor galiba...

Vivet Kanetti: Evet, öyle tabi ki...

Üçünüzden de özür dileyeceğim ama ben de eşimden su istemeye bayılıyorum...

Üçü birden: İsteyebilirsiniz, gayet normal.

Vivet Kanetti: Bu arada eşinizin de size ‘Çok yorgunum, sen de bana bir şeyler getir’ diyebilmesi lazım.

Elbette... O da kimi zaman ‘Sen de bulaşıklara el at’ diyebiliyor ve ben de mutfağın yolunu tutabiliyorum...

Özlem Gürses: İşte budur...

Vivet Kanetti: Dediğimiz budur işte.

Ayşe Böhürler:Yazar bir arkadaşımız, eşinden bir şey isterken, ‘Sen mutfağa yakınsın, şunu getirsene’ dermiş (gülüyor).

Vivet Kanetti: Hep bir açıklamayla.

Ayşe Böhürler: Adı, ‘Mutfağa yakın’ kalmıştı. Ondan bahsederken ‘Mutfağa yakın’ derdik…

Vivet Kanetti: Kim kime diyor? Adam mı kadına diyor?

Ayşe Böhürler: Kadın, kocasına diyor.

Özlem Gürses: Süper... Hatta daha bile fazlasını talep ediyorum bazen. İstiyorum ki eşim susuzluğumu ben söylemeden anlasın ve su getirsin (gülüyor).

Ayşe Böhürler: Konuşmaya hiç gerek olmayan, telepatiyle anlaşılan bir dünyayı çok hayal ettim.

Özlem Gürses: Gerçekten mi?

Ayşe Böhürler: Vallahi… Bazen gerçekten çok üşeniyorum konuşmaya ve beni telepatik olarak anlasınlar istiyorum. Çocuklar, evdekiler, iştekiler, izleyenler, okurlar…  

Aman ne olur Ayşe Hanım, bu röportajıı telepatik olarak yapmayalım. O zaman okuyucularımız zorlanabilirler (gülüyoruz)...

Özlem Gürses: Zorlanmazlar, zorlanmazlar

Özlem Gürses: (Ayşe Böhürler’e dönerek) Bence Vivet, seni telepatik olarak çok iyi anlıyor. 

Ayşe Böhürler:  Ben de hissediyorum bunu. 

Vivet Kanetti: İşte bizim kızlar böyle dalgacı, onların diline düştün mü yandın!

Özlem Hanım, bir röportajınızda medyada kadın ayağının bittiğini söylemiştiniz...

Özlem Gürses: Hiç başlamadı belki de.

“Artık televizyon yönetcileri, kadın spikerlerinin göğüs çatallarının görünmesini, mini etek giymelerini istiyor” demiştiniz. Hala aynı düşüncede misiniz?

Özlem Gürses: Elbette aynı düşüncedeyim. Ayşe Arman’ın son dönemlerde yatakta yaptığı röportajlarla birlikte iş tüyler ürpertici boyutlara geldi. Bu çok çok korkunç bir şey, ben hala aynı düşüncedeyim. Hatta belki de medyada kadın ayağı hiç başlamadı. Medyada, gazetelerde ve televizyonlarda kadın bir birey olarak değeri olduğu için değil, erkekler onları orada görmek istedikleri için ve onların görmekten hoşlandığı biçimde oldukları için varlar. Nasıl bir biçim, o biçim!

Ayşe Böhürler: Güzel bir biçim...

Özlem Gürses: Evet güzel bir biçim. Mümkünse güzel, hafif dekolte bir biçim, şimdilerde durum bu oldu. Buna o kadar çok örnek var ki; Ayşe Arman’ın röportajları, Habertürk’ün başlattığı Helin Avşar’la olan röportajlar… Rasim Ozan Kütahyalı’nın göğüs kıllarını sevdiği fotoğraflar. Allah aşkına bunun gazetecilikle ne ilgisi var? CNN Türk çalışanlarının mini eteklerle verilmiş pozları, sırf reklam için yapılıyor. Ekranlarda böyle bir güzel kadın formülü bulunmuş. Bu yüzden Vivet’in yayına crocs’la gelmesine bayılıyorum. Yayına bir tişörtle çıkmaya ya da saçımı fönletmeden kamera karşısına oturmaya bayılıyorum… Bu yaptıklarım ve söylediklerim biraz da yaşananlara tepki mahiyetinde, yoksa ben de topuklu ayakkabı giymeye bayılırım. Sanki bazen inadına yapıyorum. Ülkemizde çok ciddi bir gazeteci sorunu var, sektörün çok ciddi bir erkek yönetici sorunu var. İkisi birbiriyle çok yakın ilişkili ve biri çözülmeden öbürü de çözülemez. Ama bunu sadece medyaya özel bir durum gibi düşünebilir miyiz? Onu da bilmiyorum. Genel düşünmek lazım.

Vivet Kanetti: Aslında Türkiye’de çok ciddi bir kadın sorunu var. Kadına şiddet ne boyutlara varmış, ortalık ne vaziyette? Bu konudan bakınca, medyaya çok ciddi işler düşüyor. Daha doğrusu, medyanın bu görevini yerine getirmemiş olduğunu görüyorsunuz. Eğer medya uzun yıllardan beri üzerine düşen rolü oynamış olsaydı, muhtemelen bugün toplumun bu noktada olması beklenemezdi. Eğer kadını sadece belli kalıplar içine sıkıştırıp modernist olduğunuzu iddia ederseniz, bu eşitlikçi bir yaklaşım olmaz. Düşünsenize, gazetelerin arka sayfalarında yıllardır bikinili kadın resimleri yer alır. 20 – 30 yıldır hep aynı yerde, sanki hapishanede gibiler.

Bazı günler, aynı fotoğraf kareleri, ayrı gazetelerin arka sayfalarını süsleyebiliyor...

Vivet Kanetti: Bazen hiç kimsenin tanımadığı zavallı bir Brezilyalı kız, kışın ortasında bikinisiyle gazetedeki yerinden gülümsüyor. Kızın adı sanı yok. Ve biz Rio plajlarında objektiflere poz vermiş bu kızın adını sanını öğrenmek zorunda kalıyoruz. Topluma, bize, kıza yazık değil mi? Ama biliyoruz ki kendilerini yenilikçi ve medeni gösteren erkek yöneticilerin seçimleri bunlar… Maalesef kendi eşitlikçi devrimlerini benliklerinde ve kafalarında tamamlayamamışlar. Kendileriyle hesaplaşmaları gerekir. Çünkü, büyük ve önemli pozisyonlardalar. ‘Ben ne yapıyorum?’ demeliler. Modernlik dedikleri, kadınlara en kısa eteği giydirip, topukları en yüksek ayakkabılar üzerinde ekrana çıkartmak mı? Parlamentonun yarısını kadınların doldurduğu kuzey ülkelerine bakalım, o kadınlar böyle topuklu ayakkabılar mı giyiyor? Alakası yok, çünkü onlar cinselliklerine hapsedilmemiş. Oysa biz kadını cinselliklerine hapsediyoruz. Kadının sadece cinselliği yok ve her kadının cinsel bir boyutu da var ama 24 saat oraya hapis olmamalıyız. Kadın öyle görünmek istemiyor. Çapkınlığıyla gündeme gelen ve o zamanlar dünyanın en güçlü adamlarından biri olan Bill Clinton, 24 saat cinsellik mi düşünüyordu? Dünyanın gidişatını etkileyecek kararlar veriyordu. Oysa kadından 24 saat cinsellik düşünsün isteniyor ve bu bal gibi bir şiddettir. Hele de gazeteci kadından istendiğinde daha büyük bir şiddet oluyor.

Ayşe Böhürler: Haber kanallarının bir sunucu formatı var. Oradaki kadın sunuculardan istenen, sunum tarzlarıyla öne çıkmaları. Ama mesela Türkiye’de o formatta haber kanallarında bile bir cinsel kimlik durumu ortaya çıkıyor.

Vivet Kanetti: Tabi ki genç ve taze kadın isteniyor ama aynı zamanda bu sunucular izleyici profilinin çok uzağında olmamalı. Mesela çok şükür ki, ben bundan mutluyum, ekranlarda gördüğümüz erkeklerin ecişi de bücüşü de var. Kiminin gözü sağa, kiminin sola bakıyor. Bunlar güzel şeyler ve ben bunu seviyorum, çünkü insanlar eşit yaratılmıştır. Onlar da ekranda olmalı, nasıl ki eciş bücüş bir sürü erkek ekranlara hakimse, kadınları da öyle görmeliyiz ki kadınlar da ekrana çıkma hakları olduğunu anlasın. Her yaşta ve kilodaki kadın ekranda olabilmeli, bu çok önemli. Her fikirden kadını ekranda görmeliyiz.

Ayşe Böhürler: Yöneticiler kendi kafalarındaki kadın tipini modellemeye çalışıyor. ‘Böyle giyinin, şöyle yapın’. Yani, kanal imajı dahilinde kadının nasıl giyineceğini, hangi renkleri tercih edeceğini erkekler belirliyor. Onların görüntüsünde erkek zevkini, beğenisini görüyoruz. İnanın muhafazakar kesimin kanalları da bu konuda çok farklı değil. 

Muhafazakar kesimden bahsederken, sizin gazetede çalışmaya başladığınız dönemlerde yaşadığınız zorluklar oldu mu diye sormak istiyorum? 

Ayşe Böhürler: Ben gazetede çalışmadım, köşe yazdım ama televizyonda çok uzun süre çalıştım. Biz daha özgür bir formata sahiptik. Bu tarz sıkıntılarımız olmadı. Ama ekranın istediği bir estetik, belirli bir sunucu formatı var. Sunucunun dünya güzeli olması gerekmiyor ama sesini, yüzünü ve mimiğini iyi kullanması gerekiyor. Çalıştığım kanal itibariyle böyle bir dayatmayı yaşamadım. Yapımcı olarak da dayatma yapmış biri değilim ama şimdilerde kanallarda kadınlar üzerinde bir terör olduğunu düşünüyorum. Vücut ölçüleri, giyinme biçimleri, makyaj konusunda bir dayatma var ve bunu çok ilginç buluyorum.

Vivet Kanetti: Kadın, tamamen kendisinden istenen şeylere konsantre olunca da program içeriği fiyasko oluyor. Espri ve karizmadan yoksun programlar izliyoruz. Bir kanal yöneticisinin çok beğendiği bir kadın olabilir, buna bir şey demiyoruz. Özel hayatında onunla dolu dolu sohbet etsin, güzelliğinin farkına varsın ama o çok güzel insanı ekrana koyduğunuzda belirli bir karizması ve esprisi yoksa, ne yazık ki bir fotoğraf gibi kalıyor. Yaptığı program da, zekayı açıcı ve bilgi veren bir program olmuyor. Ne oluyor? 25 santim ayakkabı topuğu üzerinde, aşırı makyajlı, saçları fönle çekile çekile ütülenmiş bir kadın izliyoruz. Eee, bunun nesi enteresan hakikaten!

Televizyon yöneticileri “Halk bunu istiyor, reyting için yapıyoruz” diyorlar...

Vivet Kanetti: Hayır hayır.

Ayşe Böhürler: Halk değil, yayın yönetmenleri istiyor. O dizaynı yayın yönetmenleri yapıyor.

Vivet Kanetti: Yayın yönetmenleri ‘Verilmiş iktidar gücümü kullanayım’ diyor. Yok böyle bir şey.

Özlem Gürses: Ben bunu neredeyse cinayete eşdeğer bir şiddet olarak görüyorum. Çünkü bir insanı nasıl göründüğüyle ilgili dizayn etmek, onu yok saymakla aynı şey. Bunu çok çirkin buluyorum. İnsanın kimliğini, sahiciliğini, doğasını yok etmek onu kağıttan bebeğe döndürmekle aynı şey. Bana böyle talepler gelse, kendimi hakarete uğramış hissederim.

Vivet Kanetti: Şunun da altını çizmek gerek, çılgın gözü körleşmiş feministlerden değilim ve bir insana cinsiyeti yüzünden bazı tacizlerde bulunmanın iki tarafı keskin bir bıçak olduğunu düşünüyorum. Tahterevalliye de benzetebilirim. Birileri kadın olduğu için bütün yeteneklerine ve karizmalarına rağmen yaşı yeterince küçük olmadığından ya da bel ölçüsü biraz kalın olduğu için hak ettiği yere gelemiyorsa, aynı anda birçok kadın da hiçbir şekilde dolu olmadığı, bilgisi olmadığı halde sadece belirli kriterlere cevap verdiğinden ötürü yükselir. Yani cinsiyetçilik, iki taraflı bir haksızlık tahterevallisidir. Bazıları hak ettiği halde aşağı çekilirken, bazıları da hiç hak etmediği halde yukarıya çıkar. Bunu da görüyoruz. Soru sormaktan aciz ama imajı yerinde onlarca kadın spiker izliyoruz ekranda. 

Ayşe Böhürler: O soruları da çoğu zaman kumanda odasından kulaklıklarına fısıldanan bilgilerle dillendiriyorlar. 

Vivet Kanetti: Bazıları o fısıldananları bile yansıtacak beceriye sahip değil ne yazık ki. Oysa çok yetenekli sunucularımız da var, onları ayırıyorum ama genelde böyle bir eğilimin de artmaya başladığını söylemek istiyorum. 

Televizyonda her şeyin reyting için yapıldığını hepimiz çok iyi biliyoruz. Peki, bu reyting canavarının gölgesinde başarılı olmanın yollarını nasıl bulacağız?

Ayşe Böhürler: Reyting meselesinin fazla abartıldığını düşünüyorum. Çünkü tüm bu ölçümler sonucunda reyting diye aldığınız liste, reklam grubunun belirlediği bir pazar listesi oluyor. Sonuçta insanların izlediği tüm programlar belirli bir reyting alıyor. Reyting dediğimiz aslında bu. Biz o insanları başka bir şey seyretmeye alıştırsaydık o zaman da öyle olurdu. Evlilik programlarını eleştiriyoruz ama biz onları verdik. Sonuçta yapımcılar olarak biz ne yapıyorsak, halk da onları seyrediyor. TRT’li yıllarda bütün yapımları herkes izliyordu. O zaman alternatif de yoktu ama bizi bir sürü şey izlemeye alıştırdılar. Siz yapıyorsunuz ve izleyiciyi de alıştırıyorsunuz. Reklam verenin isteklerine göre programları planlıyorsunuz. Reklam verenin etkisinden bağımsız hareket edemiyorsunuz. Medyayı yönetenlerin toplum anlayışlarının bunda etkisi var. Evlilik programlarının ne kadar kötü göründüğünü söylemeye gerek yok. 

Özlem Gürses: Ama Ayşecim onların büyük bir kısmı zaten proje, yani o insanlar birbirlerini önceden tanıyor. Onlarla program öncesinde oturup pazarlıklar yapılıyor. Ben aslında Ayşe’den biraz daha farklı olarak buradaki faturanın önemli bir bölümünün de haberci ve belgeselci gibi daha ciddi iş yapan televizyonculara kesilmesi gerektiğini düşünüyorum. Türkiye’de yaratıcı fikir o kadar az ki, üstelik bu sadece televizyonda değil her alanda kendisini gösteriyor. Sanki bütün belgeseller sıkıcı, haber programları anlaşılmaz bir dille yapılmak zorunda. Bunların karşısındaki alternatifse, sığ ve yaratıcılıktan uzak, sadece renkli cahiliye devrine hizmet eden yayınlar oluyor. Oysa bir haberi çok yaratıcı yapmak mümkün ya da belgeseller sıkıcı olmak zorunda değil. Kaliteli magazin yapılabilir, bunun dünyada örnekleri var ve çok izleniyor. Televizyonları yönetenlerin, oralara program yapanların, ekrana çıkanların ciddi anlamda yaratıcı fikir yoksunu olduğunu düşünüyorum.

Ayşe Böhürler:
‘Yaratıcı fikirlerin olduğu programlar izleyemiyoruz’ diyorsun ama bu tarz fikirleri olan insanlar da ne yazık ki patronlar ve yayın yönetmenleri tarafından tırpanlanıyor. Hatta o kadar tırpanlanıyor ki, bugün televizyondaki programların pek çoğu yabancı formatlı programlar. 

Peki, neden “İzlenmez” diyorlar, neye dayanarak söylüyorlar bunu?

Ayşe Böhürler: İzlenmez, yani halk bunu izlemez.

Halkı çok mu iyi tanıyorlar?

Ayşe Böhürler: Tabi ki çok iyi tanıyorlar ve ‘Bu halk bunu izlemez’ diyebiliyorlar. Bazı medya sihirbazları var, onlar neyin izlendiğini, hangi dizinin tutacağını, izleneceğini bilirler. Halkı bir yerde görüyorsun ve onları orada tutmaya çalışıyorsun. Tamamen o halkın isteğine göre program yapa yapa, halk da zaten doğal olarak izlenme alışkanlığını böyle geliştiriyor. Başka türlüsü olmuyor. 



Özlem Gürses: Bence orada iki konu daha var. Bunlardan bir tanesi katma değer kriterlerimizin gelişmemiş olması. Her şeyin reyting olduğu bir dünyada başka değerlerin önemi kalmıyor. Oysa televizyonculukta en önemli konulardan biri ‘Etki’ değil midir? İzlendiğiniz kadar etki yaratıyorsunuz. ‘3 Yüz’ün reyting rekorları kırdığını söyleyemem ama bir etki yarattığını hissediyorum, bu çok önemli bir şey. Televizyondaki tek şey izlenme oranı olmaya devam ettikçe, çeşitli alanlarda etkisi olan yayınlara, yayıncılık anlayışlarına ve kişilere daha dar alanlar bırakılmaya başlanıyor. İkincisi de, bence medya patronojisiyle ilgili, onlar hepsini aynı anda istiyorlar. Hem televizyonda yaptıkları programlar üzerinden ihale almak, hem daha çok zengin olmak, reklamları kapmak, bir yandan da kanallarında en güzel kızların olmasını istiyorlar. O yüzden patronaj sisteminin Türkiye’de hallaç pamuğu gibi atılması lazım. Farklı kafa yapılarında gazeteciliği ve televizyonculuğu seven insanların medya patronu olması gerekiyor. Sadece matematiksel bir bilanço için yayıncılık yapılmamalı diye düşünüyorum. Sonuçta her şeye rağmen kamusal bir iş yapıyoruz.

Bir zamanlar gazete patronlarının asıl meslekleri gazetecilikti biliyorsunuz...

Özlem Gürses: O zamanlar daha mı iyiydi Yüksel Bey? Siz yakaladınız mı o dönemleri?

Tabi ki yakaladım ama şimdi bunu konuşmaya başlarsak, biraz daha karamsarlığa itilmiş olabiliriz.  

Ayşe Böhürler: Yani hayatında bu süreçleri hiç bilmeyen, haberin nasıl yapıldığını bilmeyen, muhabiri, kurgu mekanizmasını tanımayan, haberin toplanmasıyla ilgili hiçbir bilgisi olmayan insanlar, televizyon yöneticisi olup programlara karar veriyor. Tüm bunlara bakınca, ciddi bir yönetim sorunu olduğunu düşünüyorum. Bir taraftan ‘Daha çok kazanalım, reklam alalım’ derken, öbür taraftan da ‘Toplumu en iyi biz biliriz’ düşüncesi içindeler.

Peki, toplum gerçekten bunu mu istiyor?

Ayşe Böhürler: Toplum ona alıştırıldı ve bu şekilde gidiyor. Yoksa tabi ki televizyonda ‘Hafif’ diye tabir edeceğimiz eğlendirici programlar da olmalı. Bunların hepsi olmalı.

Bugün magazin deyip hafife alınıyor ama toplum magazini seviyor.

Özlem Gürses: Seviyor, çünkü magazin hayatın bir parçası.

Ayşe Böhürler: Katılıyorum, hayat magazin. Zaten iyi program dediğimiz şey ağır ve ciddi program değildir. Genelde böyle bir algı var. Oysa iyi program, izlenmesi zor, izlerken insanı bunaltan program anlamına gelmiyor. İyi programın bir sürü başka faktörü var. Bu ikisi arasında bir denge kurmak zor ve bunu çok az yayıncı başarabiliyor. 

Özlem Gürses: Sinan Çetin’e bir sinema semineri sırasında ‘İyi film nedir?’ diye sormuşlar. Çetin de, ‘Bence iyi film, izleyenlerin inandığı filmdir’ demiş. Oğullarıyla ‘Avatar’a gitmişler. Düşünün, büyük prodüksiyon ve filmin her saniyesinde bir şey oluyor. Filmden çıkınca oğlanlar demişler ki ‘Aman Allahım, ne sıkıcı bir filmdi’. Yani diyor ki ‘İnanmadığımız hiçbir şey bize ilginç gelmiyor’. İnsanlar kendilerine sahici gelen öyküleri izliyorlar. Televizyonda da görmek istediğimiz bu… Bize sahici gelecek işlerin yapılması gerekiyor. Sırf reyting için yaratılan içi boş karakterlerin ve projelerin kimseye ilginç gelmemesi lazım.

İşte bu aşamada da sizin sayılarınızın çoğalması gerekiyor. Özellikle medyada sizin gibi sade, sahici, samimi, inandırıcı ve içten isimlerin olması gerekiyor. Bu seslerin gürleşmesi, çoğalması gerekiyor.

Özlem Gürses: Keşke ama bize benzeyen çok arkadaşımız oyun dışı kaldı. 

Bu işin medya boyutu... Bir de siyasi boyuta göz atalım. Ayşe Hanım sizin AK Parti kurucuları arasında olduğunuzu biliyoruz. Neden Meclis’e girmediniz? Bir erkek olarak kadınların Meclis’teki sayılarının artmasından yana olduğum için soruyorum.

Ayşe Böhürler: Ben parti kurulurken zaten özellikle milletvekili olmayacağımı, Meclis’e girmeyeceğimi söylemiştim.

Neden? 

Ayşe Böhürler: Başörtülü olarak zaten girmem mümkün değildi. Bir Merve Kavakçı hadisesinden sonra olmazdı bu…

Peruk taksanız olmaz mıydı?

Ayşe Böhürler: Yok, asla! Sonuçta Meclis’e girmek girmemek gibi bir şeyi önemsemiyorum. Ben merkez karar yönetim kurulundayım ve bu siyasette üst bir yerdir. Dört dönemdir orada görev yapıyorum. Yani bir partinin kuruluşunda yer almak, merkez karar yönetim kurulunda olmak, milletvekili olmak kadar önemli bir şeydir. 

İstemez miydiniz?

Ayşe Böhürler: Özellikle öyle bir talebim olmadı. Zaten Meclis’e girmek için de açılmayı ya da peruk takmayı tercih eden biri değilim. Açıkçısı kendim gibi ve olduğum gibi girmek isterim. Bu şekilde giremiyorsam bunun bir anlamı ve önemi yok. Siyasetse de, zaten bulunduğum ortamlarda en yüksek mekanizmalarda yapıyorum. Yani bu benim için bir eksiklik oluşturmuyor, yani ben biraz sivil kalarak siyaset yapmayı daha çok seviyorum. 

Özlem Hanım, “Başörtülü Meclis olmasın” görüşüne katılıyor musunuz? 

Özlem Gürses: Bu halen üzerinde çokça düşündüğüm bir konu. Açıkça itiraf etmem gerekirse kendimce bütün özgürlükleri savunuyorum. Ama bu konuya ilk yıllarda ben de mesafeyle bakıyordum. Bugün geldiğimiz noktada artık çok daha farklı bakıyorum. Bu konuda toplumsal bir mutabakatın oluştuğunu düşünüyorum. Hayat size bir şeyleri getirip önünüze koyuyor ve onu kabul edip yönetmeniz gerekiyor. Bu tartışmanın ilk yıllarında hakikaten ben de acaba bu bir projemi diye düşünmüştüm. Ama bugün daha çok türbanlı dostum var ve onların en değerlisi de hiç şüphesiz dostum Ayşe’dir. Onunla birlikte bu dünyaya girdim, onları tanıdım. Öncesinde uzak durduğum ve tanımadığım bir alandı ve her insan gibi tanımadığımız her şey ilk başta bizi ürkütür. Beni de ürküttü ama şimdi çok farklı bir noktadayım. Şahsen Ayşe’nin Meclis’te olmasını isterdim. Meclis’te kimlerin olduğunu gördükten sonra, daha da isterdim.



Meclis’teki bu örtünme tartışmaları sürüyor ama başörtüsü hayatımızda var. Annelerimiz, teyzelerimiz, anneannelerimiz hep başörtülüydü...

Özlem Gürses: Ben çok geleneksel bir aileden geliyorum, benim de ailemde başörtülüler vardı. 

Sanırım bu durumlara olan bakış açısı, siyasi bir boyut kazandıktan sonra oldu…

Özlem Gürses: Biraz daha tatsızlaştı. Benim açımdan öyle oldu. Kendi hayatımda kadınların bir biçimde farklı alanlardaki mücadelelerinin sesi olmaya çalıştım. Fikren Ayşe’ye karşı asla saygısızlık yapmak istemem. Semavi dinlere ve dine de mesafeli duruşumun sebebi budur. Kadının hayatını ve nasıl göründüğünü organize etmeye çalışan her sisteme alerjim var. Bu ister din, ister devlet, ister sadece müstakil bir erkek, baba, ağabey ya da eş olsun. Ben orada kaşınmaya başlıyorum, bir alerji oluşuyor. Onu yapmaya çalışan her sisteme mesafeli bakıyorum. Ama görüyorum ki inanç bir tercih, o da özgür alan olabiliyor. O zaman alerjim bitiyor ve bireysel özgürlük olarak görüyorum. Herkesin de öyle görmesi gerektiğini düşünüyorum. Sistem olarak daha büyük fotoğrafa baktığımda, kadının ne yapacağını dikte etmeye çalışan tüm sistemle sorunum var. Belki psikolojik, bilmiyorum ama ben de böyle bir şey var. 

Sizlerle sohbet etmek gerçekten çok keyifliydi. Dilerim Medyaradar okurları da benim aldığım keyfi almıştır. Çok teşekkürler.

RÖPORTAJ: YÜKSEL ŞENGÜL