Medya
26 Eki 2011 10:47 Son Güncelleme: 23 Kas 2018 12:56

“MÜGE ANLI VE ONUN GİBİ DÜŞÜNEN ARKADAŞLARIMA BİR İKİ KÜÇÜK SÖZ!..”

Vatan yazarı Reha Muhtar, Müge Anlı ve onun gibi düşünenler için bir öyküyü kaleme aldı...

Bundan milyarlarca yıl önce dünyamız daha genç ve pırıltılıymış...

Yaşayanlar, evrende güzelliğinin benzeri olmayan bir genç kıza benzetirmiş dünyanın o halini...

Herkes sevgi içinde, korku ve endişeden uzak sürdürürmüş yaşamını...

Sonra bir gün, bir ‘insan’ değişmiş, sonra bir çok insan değişmiş, en sonunda da her şey değişmiş...

Dünya bugünkü haline gelmiş...

İnsanlık bir “ayrım” sanatı inşa etmiş...

Sınıflar, gruplar, astlar, üstler, zenginler, fakirler, iyiler, kötüler, doğrular, yanlışlar gibi bir çok etiketler oluşturulmuş...

Lakin kimse kendi yaka kartında hangi etiketin olduğunu okuyamamış...

Bu etiketler durum ve şartlara göre değişken olduğundan ezberi oluşamamış...

Akıllar karışmış, yürekler karışmış ve ‘mutsuzluk hastalığı’ dünyayı hızla saran bir mikrop olarak çağımızın en hızlı öldüren salgın hastalığı olmuş...

***

Herkes “mutsuzluk”u; zatürre, veba, grip, kanser gibi farklı isimlerle anıyor ve ilaçlarla çare arıyormuş...

Oysa hastalığı asıl adı ‘mutsuzluk’muş...

Bu salgın hastalığı durdurmanın tek yolu; koşulsuz, şartsız, önyargısız sevebilmekmiş... İnsanlığın “mutsuzluk” çırpınışlarını, yakarışlarını duyan melekler kendi aralarında “sevgi üretmeye” başlamışlar...

Ne kadar sevgi varsa üretilmiş olan; en saf ve en arı halde dünyaya aktarmışlar...

Biraz zaman geçmiş; iyileşmek bir yana her şey daha da kötüye gitmeye başlamış...

Sevgiyi alarak şifa bulması gereken insanlar sevgi ile güçlendikleri ilk anda biriken tüm enerjilerini, iyilik yerine, egolarını ve ayrımcılığı büyütmek için kullanır olmuşlar...

Melekler çok üzülmüş bu duruma....

İyileştirmek isterken, kötülüğün büyümesine vesile oldukları için kendilerini kötü hissetmişler. Çünkü vesile olmak önemli bir sorumlulukmuş... Hepsi birden ağlamaya başlamış...

Meleklerin ağlaması sel olmuş yeryüzünde...

***

Günlerden bir gün melekler yine toplanmış ve insanlığa yardım üzerine formüller geliştirmeye çalışmışlar...

Çalışmalarının sonunda görmüşler ki onlar insanlığı anlayamıyorlar..

Anlayamadıkları için de kurtarıcı formülü üretemiyorlar...

“Ne yapalım” diye düşünmüş ve onları anlamak için “onlar gibi yaşamak üzere içlerinden birini” görevlendirmişler...

Görevli melek bu karar üzerine derhal Allah’ın huzuruna çıkmış;

- “Yarabbim!” demiş;

“Biz insanlığa hizmet için varız...

Fakat artık görevimizi yerine getiremiyoruz... Hatta varlığımızla onların mutsuzluklarını arttırır olduk...

Yolumuzu, yönümüzü şaşırdık, bilgimizi öğretemez olduk...

Çünkü biz ve insanlık parçalandık...

Koptuk...

Senden, beni bir insan formatında yeryüzüne göndermeni istiyorum ki; bizi sevgiyle birleştirecek olan şeyleri bulayım...

Ben melekler arasından gönül rızası ile kabul ettim bu görevi...

Senden de gönül rızası ile izin verip, göndermeni isterim beni”

***

Bunun üzerine Allah, meleğini; isteği üzerine, insan formatında yeryüzüne göndermiş ve otuz gün süre vermiş...

Melek yeryüzüne iner inmez vakit kaybetmeden başlamış çalışmaya...

Tam otuz gün boyunca mümkün olduğunca çok olayı, durumu ve duyguyu deneyimlemiş...

Otuzuncu günün sonunda bir tepeye oturmuş ve tekrar melek formuna dönüştürülmeyi beklemeye başlamış...

Kısa bir süre sonra ‘Rab’bın sesi duyulmuş;

- “Kalmak mı istersin, gelmek mi?..

Bir otuz gün daha vereyim mi?..”

Melek yanıtlamış;

- “Ben sana gelmek isterim, kendi melek formatımda devam etmek isterim...

Burada değil otuz gün, üç yüz otuz gün geçirsem dahi bir şey değişmeyecektir...

***

Bunun üzerine Allah, görevli meleği geri almış ve tüm meleklerini de toplayarak, görevli meleğin insanlık hakkındaki deneyimlerini aktarmasını istemiş...

Görevli melek başlamış raporunu okumaya;

- “1)İnsanlığın büyük bir bölümü mutsuzluktan şikayetçi değil...

Onlar mutsuzlukları ile mutlu...

Ellerinden mutsuzlukları alındığında, oyuncağı elinden alınmış çocuk gibi çaresiz kalıyorlar...

2) Diğer bölümü mutlu gibi görünmekte ve mutlu olduğunu söylemekte...

Aslında mutluluğun gerçekte ne olduğunu bilmediklerinden kendilerini farkında olmadan kandırmakta...

3) Bir diğer bölümü için durum daha vahim...

Onlar bilerek kendini kandıran ve oyun içinde oyun yaratanlar...

Mutsuzluklarını farkında olmalarına rağmen mutlu gibi davranmakta...(Samimiyetsizler!)

4) Az bir bölümü de var ki gerçekten mutlu ama mutsuzların arasında kendi koruma alanını yaratamak için çaba sarfetmekte (Pozitif kalabilenler)...

Yani melek kardeşlerim; insanlık bilerek ve isteyerek ‘bugün olanları’ yaşamakta...

Bizim onlar için yapabileceğimiz hiçbir şey yok onlar kendileri için bir şey yapmadıkça...”

***

Yine Burçin Alp Acar’dan gelen bir öyküydü bu...

“İnsanlık bir ayrım sanatı inşa etmiş...

Sınıflar, gruplar, astlar, üstler, zenginler, fakirler, iyiler, kötüler, doğrular, yanlışlar gibi birçok etiketler kullanır olmuş...

Çünkü yeni insanlık esasen ‘kör’ olarak doğmuş” diyor öykü...

Kim bilir belki de Van’da yüzlerce insanımızı göçük altında bırakıp öldüren, binlerce insanı zifiri karanlıklarda sakat bırakan bir deprem, “din, dil, ırk, zengin, fakir, öteki, beriki” ayrımlarını dimağımızdan toptan silip, “kör”lüğümüzü sonlandırır...

Van’daki depremden ve yüzlerce ölümden sonra, belki yeniden görmeye başlarız, hayatı, insanlığı, dayanışmayı, kardeşliği, barışı ve sevgiyi...

Belki deprem “körlük sonrası” oluşturacağımız sonsuz barışımıza bir “temel” teşkil eder...

Hiçbir fay hattının deprem şiddetinin yıkamayacağı kadar sağlam bir temel!..

*****

MÜGE’YE BİR İKİ KÜÇÜK SÖZ...

Sevgili Müge...

Elbette, programında o konuşmayı yaparken amacın, ayrımcılık yapmak, “İzmirli, Vanlı, Adıyamanlı, Maraşlı” farkı üzerinde ahkam kesmek değildi...

Bunu yapmak istemediğin aşikar...

Fakat mesele Vanlı veya İzmirli ayrımı değil...

Mesele insanları kategorize etme hastalığı...

Allah askere, polise ve devlete zeval vermesin elbette...

Fakat söyler misin, ne işi var, taş atan çocukların, taş attıran azmettiricilerin böyle bir günde, böyle bir deprem anında şimdi?..

İnsanları ayırma, insanları kafanın içinde kategorize etme...

Deprem ve ölüm onları kategorize etmiyor...

Hepsini ve hepimizi öldürüveriyor...

O acıya ve ölüme inat; sevgini ver hepsine...

Önyargısız, hesapsız, taş atan ve taş attıran ayrımı yapmadan, insanı insan olarak kucaklayarak...

Depremin coğrafyasında yaşayan insanlara “başka hatırlatmalar”da bulunmadan, onlara sadece sevgi sunarak...

Yaşamak mümkün arkadaş!..

Sevgiyle kal...