İki Lafın Beli
01 Haz 2015 09:48 Son Güncelleme: 23 Kas 2018 17:36

Tuluhan Tekelioğlu suskunluğunu Medyaradar'a bozdu, tartışılan belgesel için konuştu: Persona Non Grata'nın sonuna dek arkasındayım!

Son günlerin en çok ses getiren 'Persona Non Grata' belgeselini hazırlayan Tuluhan Tekelioğlu, yönetmenliğini yaptığı belgeseli ilk kez Medyaradar’ın usta röportajcısı Alev Gürsoy Cimin’e anlattı. Ünlü gazetecinin belgesele yönelik eleştirilere de çok çarpıcı yanıtları vardı.

'Persona Non Grata'… “Yani İstenmeyen Adam”… İçinden geçtiğimiz şu dönemde 'Persona Non Grata'lar git gide çoğaldı. Böyle giderse çoğalmaya da devam edecek… Birinin de çıkıp, bir önderlik yapıp bu istenmeyen adamları bize anlatması gerekiyordu ama kimsenin böyle bir gayreti yoktu. Bunun adına ister korku diyelim, ister oto sansür, ister gelecek kaygısı… Medya garip bir süreçten geçiyor ve bunu tarihe kalın harflerle düşmek gerekiyordu. Bayrağı eline gazeteci, yazar, televizyoncu ve önemli belgesellere imza atan Tuluhan Tekelioğlu aldı. Kendisi de kıyıma uğramış gazetecilerden biriydi, öyle ki bir tweet ile işten olmanın en acı örneğini yaşayanlardan biriydi. Yani o da aslında istenmeyenler listesindeydi. Birbirinden çok uçlarda olan; çok sayıda İstenmeyen adama ulaştı ve her biri ile bire bir konuştu, çok ses getiren bu belgesele imza attı.

Belgeseli izlemenizde fayda var. Yayınlanır yayınlamaz medya dünyasında kızılca kıyametin kopmasına neden oldu. Bırakın izleyenleri, belgeselde yer alanlar arasında bile tartışma yarattı.
Bu belgeselde bir zamanlar iktidara yakın olan gazetecilerin yüzleşmeleri de var;  3 kuruş maaşa çalışan da var, 700 bin dolara ev alan da.

Persona Non Grata’yı izlediğinizde şunu çok rahat görebiliyorsunuz: Bu ülkede gazeteciliğin önündeki en büyük engel, gazetecilik yapan/yaptığını zanneden kişilerin ta kendisi.

İşsiz bırakılan gazetecileri ele alan ‘Persona Non Grata’ (İstenmeyen Adam) adlı belgesel, Türkiye’de gazeteciliğin düzeyini göstermesi bakımından ibret verici bir örnek.

Görüşleri nedeniyle işsiz bırakılan gazetecileri ve bu bağlamda medyaya yapılan baskıları ele alan belgeselde anlatımlarıyla yer alan gazeteciler aslında sektörün geldiği noktayı gözler önüne seriyor.
Belgeselde aslında olması gereken ama olmayan daha birçok ‘Persona Non Grata’lar var. Tuluhan Tekelioğlu da bunu doğruluyor ve 40 dakikalık bir belgesele herkesi sığdırabilmek mümkün değildi diyor ama ekliyor: “İkinci de yolda”…

Tuluhan Tekelioğlu kendisi ile çalışma şansı yakaladığım işini en iyi yapan meslektaşlarımdan biri. Cesur, omurgalı ve gazeteciliği gazetecilik gibi gören ve bunun dışına çıkmayan bir isim. Röportajı insanın içini açan o güzel evinde yaptık. Misafirperverliğine doğrusu diyecek yoktu. Bizim için hazırladığı güzel kahvaltı masasını da anlatıp daha fazla sizleri kıskandırmak istemiyorum. 

Belgeseli çok tartışıldı, eleştiriler aldı. Eleştirilere “Belgeseli anlayamamışlar” diyerek cevap veriyor.
Ona göre bu belgesel, sektörün üç boyutlu selfiesi',  bir yüzleşme filmi! “Biz gazeteciler içinde yüzdüğümüz suyun ne kadar kirli olduğunu zaten biliyoruz ama kamuoyu bizim kadar bilmiyor.” diyor ve ekliyor: Hiçbirimiz masum değiliz!

Persona Non Grata, medyanın üç katmanlı bir yüzleşmesi. Emekçi muhabirler, editörler, medyanın en tepesindeki yöneticiler ve patronun da olduğu bu belgesel son yılların en iyi işlerinden biri… Bence izlemenizde fayda var.

Herkes bir şeyler söyledi, eleştirdi ama o hep sustu, suskunluğunu ise bu gün bozuyor ve bakın belgeselle ilgili neler anlatıyor… İşte bu çarpıcı röportajla baş başa bırakıyorum sizleri ve güneşli güzel günler diliyorum ve ekliyorum: Onurluysan ‘Persona Non Grata’ olmak da mühim, herkes olamaz…

RÖPORTAJ: ALEV GÜRSOY CİMİN
TWİTTER: gazetecialev
Mail: alevgursoy2008@gmail.com


Çok dikkat çeken, önemli bir işe imza attın öncelikle tebrik ederim. Bu belgesel fikri nereden çıktı?
Dördüncü belgeselim. Her çalışmamda aslında kendi hayatımdan bir kesit oldu. Bugün gazetecilerin aşina olduğu zor bir dönem yaşıyoruz. O da yeni sansür biçimi; İşsiz bırakılmak! 2013 yılında Gezi Hareketi sonrasında sadece görevini yaptığı için, işten çıkarılan arkadaşlarımızın sayısı binlere ulaştı. Ben de onlardan biriyim. Gezi olaylarının yaşandığı süreçte  Sabah Gazetesi’nde Pazar röportajları yapıyordum.  Dönemin Başbakanı  Tayyip Erdoğan’ın Fas ziyareti sırasında Fas Kralı 6. Muhammed ile görüşmeyi beklerken reddedildiğini yazan Fransız Haber Ajansı’ndan o haberi ilk öğrenen Türk gazeteci olarak bir tweet attım. Önce hükümet yanlısı gazetecilerden Twitter’da tepki aldım, bu olaydan üç hafta sonra  gazete bana, “Artık senin röportajlarını istemiyoruz” dedi. 

“SANSÜRÜN ADI İŞSİZ BIRAKMA OLDU”
Ne kadar vahim!
Aslında bir tweet attığı için 10 yılla yargılanan meslektaşım Sedef Kabaş’ın yanında benim maruz kaldığım olay, sıradan bir durum bugünün Türkiye’sinde. Neyse ki, gazetecilikte 21. yılına giren biri olarak sadece gazeteciliğe aidiyet duygum var. Kurumlara değil.

“HÜRRİYET'TEN KOVULMAM BENİ TELEVİZYON HABERCİSİ YAPTI”
Neden?
İlk işten atılma tecrübemden sonra aldığım bir karardır bu. İlk işim, ailem olarak gördüğüm Hürriyet Gazetesi’nde 7 yıllık muhabirken, bir gün kendimi kapının önünde buluverdim. 2001 yılıydı. 5 yılımı çoktan doldurduğum halde kıdem tazminatımı da alamadım. Çünkü iki buçuk sene Hürriyet’te sigortasız çalıştırıldım. Pek çok arkadaşım gibi. Mine Kırıkkanat Hürriyet’ten kovulmamdan  bir hafta önce, köşesinde benimle ilgili  bir övgü yazısı yazmıştı. Sanırım bu yazı yüzünden işten çıkarıldım!  Çünkü o yazıdan bir hafta sonra kendimi kapının önünde buldum. Dava açmaktan korktum. Çünkü bir kuruma dava açmak o zamanlar, sektörde bir daha asla iş bulamamak anlamına geliyordu. Ya da bizi öyle korkutmuşlardı. Oğlum 3 yaşındaydı. Zor günlerdi. Bundan böyle hiçbir kuruma aidiyet duygusu taşımayacağım dedim. Hürriyet'ten kovulmam beni televizyon habercisi yaptı. Aslında daha iyi oldu (Gülüyor) Birçok TV kanalında çalıştım. Her kurumla sözleşme yaparak ve serbest meslek makbuzu keserek çalıştım. Artık bağımsız gazeteciydim. Bu da bir bedel aslında. Bir ekibin parçası olmadan tek başınıza mesleğinizi sürdürüyorsunuz. Dolayısıyla Sabah Gazetesi ile ilişkim de sadece telif ilişkisiydi. Yazılarımı  istemediklerini söylediklerinde üzülmedim bile…



“BU BELGESELİ ÇEKTİM ÇÜNKÜ SUSAN HER GAZETECİ İLE GERÇEĞİN BİR PARÇASI DAHA KAYBOLUYOR”
Bu belgeseli neden çektin?
İktidarlar gelir geçer ama kamuoyunun doğru bilgilenmesi adına görev yapan gazete ve haber kanallarının kaybettiği güven geri gelir mi? Bilmiyorum. Medyanın içinde bulunduğu durumu kamuoyu bilsin istedim. Basın sektörü bir kıyıma uğradı. Bu kıyım devam ediyor. Her gün işsiz bırakılan gazetecilere bir meslektaşımız daha ekleniyor. Muhabir, kameraman, editör, sayfa sekreteri arkadaşımızın her biri birinin babası, birinin annesidir. Geçimlerini sağlamak zorunda oldukları çocukları, aileleri var. Bu kıyım binlerce aileyi etkiledi. Hayatını küçülterek başka şehirlere taşınanlar, evinin kirasını ödeyemediği için anne-babasının yanına taşınmak zorunda kalanlar oldu. Ne yazık ki bu kıyım şu an merkez medyada çalışan gazeteci arkadaşlarımızı haklı olarak korkutuyor, bu durum ister istemez oto sansüre yol açıyor. Ve susan her gazeteci ile gerçeğin bir parçası daha kayboluyor. İşte bu yüzden bu belgeseli yapmak istedim.

“HİÇBİRİMİZ MASUM DEĞİLİZ!”
Peki bu belgesel çekilirken hangi kriterler baz alındı?
Basının bugünkü durumunu  üç boyutlu göstermek istedim.  Kamerayı kendimize çevirdim. Sektörün üç boyutlu selfiesi'dir bu film. Bir yüzleşme selfiesidir! Biz gazeteciler içinde yüzdüğümüz suyun ne kadar kirli olduğunu zaten biliyoruz ama kamuoyu bizim kadar bilmiyor.  Çağının tanığı olan gazetecilere bu kez izleyici tanık oluyor. Medyada büyük sansür var. Siyasi baskı ile yaşanan sansürün yeni şekli; işsiz bırakma oldu. Gücü eline alan diğerini yuttu. Ancak burada hiçbirimiz masum değiliz! Ve sonunda bir gün duvara tosladık.

“MEDYANIN ÜÇ KATMANLI BİR YÜZLEŞMESİ”
Nasıl bir belgesel bu?
Persona Non Grata, Medyanın üç katmanlı yüzleşmesi. Emekçi muhabirler, editörler zamanın ruhundan en kötü etkilenenler oldu. Bedeli sektörün emekçileri, dürüst gazeteciler çok çok ağır ödedi. Profesyonel yöneticiler kendilerine göre “mağduruz” diyebilirler ancak yaşam standartlarında hiçbir değişiklik olmadı. Çocuklarını okullarından almak zorunda kalmadılar, kira korkusu yaşamadılar, sınıf düşmediler. Persona Non Grata, kendi kendimize ağlamak yerine nerede hata yaptığımızı sorguluyor biraz. Bütün tezatlıklarıyla medyanın bugününü anlatıyor. Filmi youtube’dan günde ortalama 2 bin kişi izliyor. İzlenme yüksekliği ve tepkilere baktığımda Pandora’nın kutusunu açtık sanırım. Dayanışma için geç kalmış değiliz. Bu film basın özgürlüğüne yeniden sahip çıkmak için bir başlangıçtır.

“MESLEĞİN GELDİĞİ NOKTAYI ANLATIYOR”
Belgesele nasıl başlandı ve nasıl finans edildi?
P24 ile proje ortaklığı içinde bir çalışma oldu. İsveç Başkonsolosluğu, 3 Mayıs Dünya Basın Özgürlüğü Günü’nde yapılacak Mehmet Ali Birand’ı anma etkinliğinde gösterilmesi için filme destek oldu. Bu etkinliği geçen yıl olduğu gibi bu yıl da P 24 düzenledi. Persona Non Grata, o etkinliğin filmi olarak önce İsveç Konsolosluğu’nda gösterildi. Yapımcı P24 oldu.
Film ruhuna uygun bir şekilde youtube’dan yayıldı. Etkisi bir anda Türkiye’yi sardı.Türkiye’de belgeseller bu kadar izlenmez, biliyorsunuz. Bir  tartışma ortamı açtı. En azından mesleğin geldiği noktayı tartışmaya açması iyi oldu. 

“SADECE ÇALIŞANLAR DEĞİL PATRON DA OLMALIYDI”
İsimleri belirlerken en çok neye dikkat ettin?
Hasan Cemal 46 yıllık bir gazeteci.  En kıdemli işsiz bırakılan gazeteciden yeni muhabire, foto muhabirinden köşe yazarına, editörden TV programcısına, bir dönem hükümet yanlısı gazetede çalışmış ve yazıları ve fikirleri iktidarı rahatsız ettiği için işten çıkarılmış insanlara, profesyonel yöneticilere ve patrona kadar her katman olmalıydı. Aydın Doğan’la neden aynı belgeseldeyiz diye eleştirdiler. Sektör sadece muhabirlerden oluşmuyor. Patronun da olması da gerekliydi. Ve profesyonel yöneticilerin de.



“SANSÜR DE, SANSÜR ZAAFI OLAN PATRONLAR VE YÖNETİCİLER DE VAR”
Belgesele itirazlar da vardı. Hem de belgeselde yer alan isimlerden geldi bu eleştiriler. Eşit değiliz diyordu Ahmet Şık da, Tuğçe Tatari de kendileri ile birlikte belgeselde yer alan bazı isimler için?
Tabii ki eşit değiliz. Ama hepimiz birbirimizin gözünde istenmeyeniz.  Gücü alan diğerini yuttu. En son da iktidar Aydın Doğan’ı vergi baskısıyla yutmak istedi. Herkes birbirinin gözünde Persona Non Grata! Bu sansür baskısı, baskıdan nasibini alan tüm patron ve yöneticilerin zayıf yanı. Mine Kırıkkanat geçen gün bana  “Bu çıbanı patlattığın için konuşuluyor film” dedi. Çünkü hiçbiri masum değildi ve bedeli dürüst gazeteciler ödedi. Bu filmdeki her bir kişi, bulunduğu  yeri temsil eden bir sembol. Her biri Persona Non Grata, bir başkasının gözünde ve tabii ki eşit değiller. Bir zamanlar iktidara yakın olan gazetecilerin de yüzleşmeleri var. Önünde 10 yıllık kredi borcu bulunan da,  700 bin dolarlık  evde yaşayan da.  Patronun kendisine  aldığı evde yaşayan bir yöneticinin sansüre karşı durması nasıl mümkün olabilir? Kimseyi zorla konuşturmadım. Bu resmi ben çizmedim. Var olan durumun fotoğrafını çektim. Medya kirlendi ve bu kirlilik bugün olmadı.  Bu kirlilik 90’lı yıllardan bugüne gelen bir kirliliktir.

“BELGESELİ SADECE GAZETECİLERE DEĞİL, KAMUOYUNA YAPTIM”
Ama medyayı kirleten isimler de var bu belgeselde?
Bu fotoğrafın tüm unsurları olmalıydı. Bu belgesel  bir dayanışma ruhunun eksikliğini anlatıyor.  Niye bunu tartışmıyoruz? En azından kadın meslektaşlarımız içinde bizler başlatalım bu dayanışmayı. Neden bunu başaramıyoruz?



“SUYUN NE KADAR KİRLİ OLDUĞUNU HEPİMİZ BİLİYORUZ”
Umarım bir gün başarırız. Ve o gün geç olmaz bizler için... Peki, bu eleştirileri bekliyor muydun?
Bekliyordum tabii, kayıkçı kavgasına dönüştü.  Biz birbirimizi iyi tanıyoruz; bu suyun ne kadar kirli olduğunu biliyoruz. Bu eleştirilerin gelmesi bence iyidir. Bu belgeselin üç haftadır tartışılması çok önemli. Geçtiğimiz günlerde Halk TV’de yayınlandı ve çok izlendi, giderek de yayılıyor.  Birtakım eleştirilerin geleceğini zaten tahmin ediyordum. Asıl halkın izlemesi önemli. Gençler çok izliyor.

“BU BELGESEL 12 EYLÜL’ÜN PERSONA NON GRATA’SI TEYZEMİN RUHUNU TAŞIYOR”
Kendinden de izler taşıyor mu belgesel?
Bir ülke düşünün siz ne kadar başarılı olursanız olun ya da işinizi ne kadar tutkuyla yaparsanız yapın, o ülke başarısızsa siz de başarısız ve mağdur oluyorsunuz.  Bu filmdeki ilk teşekkürüm teyzemedir. Teyzem Gülen Tunguz, 80’den sonra TKP’li olduğu için iki buçuk yıl Mamak Askeri Cezaevi’nde kaldı. On iki, on üç yaşlarındaydım. Birbirimize gönderdiğimiz mektuplar mühürlenirdi. Teyzem her olaya mizahi açıdan bakardı. Cezaevinden Mamak pastası tarifi yazardı. Ailecek mizahı hayatımızın bir parçası olarak benimsedik. Yoksa o acıya dayanmak zordu. Emniyette gördüğü İşkenceyi yıllar sonra bana anlattı.Teyzemi cezaevinden çıktıktan yaklaşık 7yıl sonra karaciğer kanserinden kaybettik. Bu belgesel 80’li yıllarda Persona Non Grata ilan edilen teyzem Gülen Tunguz’un ruhuyla yayılıyor…


“BİR DALLAS FİLMİNE DÖNÜŞMESİNİ İSTEMEDİM”
Ne kadar sürdü çekimler?
Her bir kişiyle ortalama  25 dakika konuştum. Birçok insan birileriyle kapışmasını anlattı. Bu belgeseli biz kendimize, gazetecilere yapmadık. Bir Dallas filmine dönüşmesini istemedim.

“KİMSEYİ KAFASINA TABANCA DAYAYIP KONUŞTURMADIM”
Yer vermek istediğin ama kabul etmeyen isimler oldu mu?
Elbette oldu. İsim vermem doğru olmaz. Haklı da buluyorum konuşmak istememelerini. Çünkü birçoğumuz ciddi bir korku içinde. Baskı, sansür devam ediyor. Bugün bu  belgeselde yer almak, cesaret isteyen bir durum. Bu cesareti gösterdikleri ve kalpten konuştukları için herkese içtenlikle teşekkür ederim. Kimsenin kafasına tabanca da dayayıp konuşturmadım.  Herkes kendi öz iradesiyle konuştu.

“MAĞDURİYETİ ANLATAN BELGESELİN İKİNCİSİ YOLDA”
Peki, yer almak isteyen ama yer bulamayan isimler var mı? Mesela Nedim Şener’e galiba haksızlık etmişsin. Önce aramışsınız. Sonra aramamışsınız. Nedim Şener de ‘Bu belgeselin istenmeyen adamı ben oldum’ dedi.
Nedim Şener çok sevdiğim biri. Eğer kabul ederse ki çok sevinirim,  en mağdur olanlar aslında cezaevine giren gazetecilerdi. Sadece bunu anlatan bir belgesel yapma durumu söz konusu. 40 dakikalık belgesele sektörün tüm segmentlerinden insanlara yer vermek çok zordu. Nedim Şener yerine Ahmet Şık oldu.

“ASLINDA HERKES BU BELGESELDE OLMALIYDI”
Bu belgeselde olmayan ve olmamasıyla dikkat çeken isimler var. Mesela Mustafa Hoş, Abluka isimli bir kitap yazdı. Medyadaki en büyük mağduriyeti yaşayan kişilerin başında o geliyor. Kitabında da medyaya yönelik sansürü, baskıyı anlatıyor.  Neticede bir haber kanalından bir alt yazı yüzünden istifa etmek zorunda kaldı ve sonra istenmeyen adam ilan edildi. Olması “hoş” olmaz mıydı?
Herkes olmalıydı.  Bu belgeselde keşke ben de olsaydım diye tweet atan çok sayıda arkadaşım da oldu. Onlar benim yakın arkadaşlarımdı. Aslında çekimlere başlamadan önce bir tweet attım, ‘Arkadaşlar işsiz bırakılan gazeteciler konusunda bir belgesel hazırlıyorum. İçinde yer almak isteyenler bana ulaşsın’ dedim. Cevap gelmedi.



“AYDIN DOĞAN OLMALIYDI ÇÜNKÜ…”
Mesela Aydın Doğan var ama Yılmaz Özdil, sektörün duayeni Uğur Dündar yok. Onlar en büyük mağdurlar değil mi?
Persona Non Grata bir ilkti. İnşallah yeni filmler gelir arkasından. Ulusal kanattan Bekir Coşkun olsun istedim. Çünkü 10 yıldır ekrana çıkmıyor. Bu ilkeyi bu belgeselle bozmuş oldu. Çok ısrar ettim konuşması için. Sarı İnek hikâyesi müthiş renk kattı. Mizah kattı. Arkasından gazeteciliği bırakıp çoban olmaya karar veren Yekta Kılıç’a Urfa’ya gittiğimde çiftlikte sarı ineği görünce çok mutlu oldum. Biraz sarkastik bir film yaptık…



“POP STAR GAZETECİLİĞİ, ŞÖHRET GAZETECİLİĞİ HÂKİM”
Bu belgesel bize aslında gazeteciler arasındaki statü farkını da gösterdi değil mi?
Muhabirden tepe yöneticisine kadar herkes “gazeteci” ve sektörün bir parçası. Ne yazık ki 90’lı yıllarda Pop Star Gazeteciliğine geçiş, Uğur Mumcu tarzı gazeteciliği gölgede bıraktı. Haberin değil,  o haberi yapanın kimliği önemli oldu.



“EN AĞIR BEDELİ YİNE EN ALTTAKİLER ÖDEDİ”
Burada tam bir Pop Star Gazeteciliği havası var diyenler de oldu, onca mağdur muhabir, emekçi varken adeta yıldızlar geçidi havası var diyen de?
Sansür yüzünden artık gazetecilik yapamayacağını anlayıp alıp başını köye giden ve çobanlık yapan gazeteci  (Yekta Kılıç) de var, Amerika’da yaşasaydı Pulitzer Ödülü alabilecek ancak o haberi yaptığı için hayatı kaydırılan bir adliye muhabiri (Fatih Yağmur) de var,  Önünde 10 yıllık kredi borcu olan başarılı bir kültür sanat yazarı (Sevim Gözay) da var, gazetesinin önünde protesto yapanlardan biri arkadaşı çıktığı için ona "merhaba" demekten dolayı işinden atılan foto muhabiri (Uluç Özcü) de…Türkiye’nin en iyi belgeselcilerinden biri olan 30 yıllık gazeteci (Rıdvan Akar) de var, Hükümet yanlısı gazetesinden vicdan muhasebesi yaparak istifa eden bir yazı işleri müdürü de (Doğan Uluç)…



“BU BELGESELİ YENİ KUŞAĞA BIRAKIYORUM ÇÜNKÜ”
Belgesele dair en dikkat çeken yorum kimden geldi?
16 yaşındaki oğlum “Anne, sizin sektörün bu kadar acımasız olduğunu bilmiyordum” dedi. Belgeseli bizim sektördeki birçok insandan daha dikkatli izlemiş. Belgesel Ankara’da mezun olduğum Ankara Üniversitesi İLEF’te 50. kuruluş yıldönümünün filmi olarak gösterildi. Okulum filme sahip çıktı. Pek çok İletişim Fakültesi’nden davet geliyor. Yeni kuşak sektöre adım atmadan bu fotoğrafı görsün ona göre karar alsın. Her yıl ortalama 1000 öğrenci iletişim fakültelerinden mezun oluyor. İyimserim. Gerçekten gazeteci olmak isteyen gençler, her şeyi bilerek, Yeni medyayı onlar inşa edecek. Sosyal medyadaki etkinliklerini gördük. Zaten yeni medya, artık sosyal medyadır.

Sen de kıyıma uğramış gazetecilerdensin ama belgeselde yoksun, neden?
Benim belgeselin içinde olmam demek,  bir kişinin daha tanıklığının eksik olması demekti, buna da gerek yoktu. Nasılsa filmi çeken benim.

“BELGESELİMİN SONUNA DEK ARKASINDAYIM”
Hiç pişman olduğun konular var mı?
Hayır. 26 Şubat’ta çekimlere  başladık ve 3 Mayıs Dünya Basın Özgürlüğü Günü’ne yetiştirdik. TT Films olarak Balkan Tekelioğlu ile ikinci ortak belgeselimiz. Balkan erkek kardeşim. Fransa’da yaşıyor. Bir reklam ajansının Kreatif Direktörü. Usta bir kurgucudur. Filmin kurgusunu iki haftada tamamladık. Çekimler 1 ay sürdü.  Yedi yirmi dört çalıştık.  Kamerada Ethem Tosun, yapım sorumlumuz Neyran Günüçer, fotoğrafçımız Ferhat Züpçeviç, Julien Aksoy, Ege Kavaz, hukuk danışmanımız Özlem Bakırcı ve ayrıca annem, babam da var bu ekibin içinde. Annem lojistik destek verdi, babam görüntülerin ilk elemesinde destek! İmece usulüyle çalıştık.  P24’e de  teşekkür ederim. İsveç Konsolosluğu için çok komik şeyler söylediler. Bu M.Ali Birand’ı anma etkinlikleri için yapılmış o günün filmiydi. “Birand hayatta olsaydı yaşşa kız derdi" dedi, Cemre Birand. Filmi en çok beğenenlerden biri Cemre Hanım. Beni TV habercisi yapan kişidir Mehmet Ali Birand. “Soru sormaktan çekinme” derdi.  Açıkçası demediklerini bırakmadılar ama belgeselimin sonuna kadar arkasındayım.



“KEŞKE ONLAR DA AYDIN DOĞAN GİBİ OLSA"
Bu belgeselde benim en çok dikkatimi çeken kişi Aydın Doğan, Çünkü belgeselde yer alan herkes zaman zaman konuşuyor ama Aydın Doğan bunlardan değil. Sahi kendisini ikna etmek zor olmadı mı?
Konuşacağını  tahmin etmiyordum. Açıkçası çok içten bir mesaj bıraktım sekreteri Arzu Hanım’a. Ve bu mesajdan sonra Fransa’ya, montaja gittim. Biz montajda ilerlerken bir telefon geldi. Arzu hanım “sizi Aydın Doğan’a bağlıyorum’ dedi. Şaşırdım. Aydın Doğan  “Bir hanım bana mesaj bıraktığı için  nezaketen döndüm. Neden böyle bir film yapıyorsun? “ diye sordu. Çekim günü bu cümlesini şöyle açtı. “Dört kızım ve eşimle, beş kadınla, evde bir  hayat geçirirken  erkek olarak bana şunu öğrettiler” dedi: “Erkeğin görevi kadına nazik davranmaktır.” Çok şaşırdım. Aydın Doğan’la ilk kez karşılaşıyorum. Keşke Doğan grubundaki erkek yöneticiler de onun kadar kadınlara karşı nazik olsa...



“BELGESELE TAYYİP ERDOĞAN’IN DOĞUM GÜNÜNDE BAŞLADIK, AYDIN DOĞAN’IN DOĞUM GÜNÜNDE BİTİRDİK”
İki buçuk yıl Doğan Grubu’nda sigortasız çalıştırılmışsın. Bunu Aydın Doğan’a söyledin mi?
Tabii ki söyledim. Seni ben mi işten attım? diye sordu. Siz beni 2001’de işten attınız, dedim ve anlattım tabii. Çekim yaptığımız gün Aydın Doğan’ın doğum günüymüş.  Bu belgeselin hoş tesadüfleri var. Çekime başladığımız gün 26 Şubat’tı. Can Dündar’ın duruşmasını takip ederek başladık. O gün  Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın doğum günüymüş. Ve  15 Nisan’da bitirdik. O gün de  Aydın Doğan’ın doğum günüymüş.



“AYDIN DOĞAN O ÖZELEŞTİRİYİ YAPACAK OLGUNLUKTA”
Aydın Doğan’ın olması çok önemli. Merak ettiğin her soruyu tüm samimiyetinle sorabildin mi?
Evet, filmde olması gerçekten çok önemliydi. En merak ettiğim soruyu yönelttim kendisine. Yaşının verdiği olgunlukla konuştu, özeleştiri yaptı. “Benim de hatalarım oldu, sütten çıkmış ak kaşık değilim dedi “. Penguen belgeselini sordum.  Önemli bir toplumsal olay gerçekleşirken ülkenin önemli bir haber kanalında Penguen Belgeseli’nin yayınlanması utanç vericiydi. “O tamamen ‘şapşallık’ dedi. Bu büyük bir özeleştiridir. Bu özeleştiriyi yapacak olgunlukta ve doğallıktaydı Aydın Doğan.

“BU BELGESELDE HERKESİN YÜZLESMESİ VAR”
Sanki bu belgeselde sadece mağduriyet yok bir de yüzleşme var değil mi?
Bu herkesin yüzleşmesidir. Aydın Doğan’ın da yüzleşmesidir. Siyasi baskı yüzünden kimlerin işine son verdiniz diye sordum. Cevabını biliyorsunuz. “Siyasi baskıyla kimsenin işine son vermedim. Bize vergi baskısı yapıldı. Küçüldük ve bu yüzden işten çıkarmalar oldu” dedi. Bir tek insanın işine kendisinin son verdiğini söyledi. O da bu belgeselin konusu değil. Persona Non Grata’nın kitabını hazırlıyorum. Orada yer alacak. Aydın Doğan ilk kez konuştu, çok şey anlattı. Bu belgeselde kendisine sadece 3 dakika yer verdim.

“ BİR GÜN CNN TÜRK’TE YAYINLANACAĞINA İNANIYORUM”
CNN Türk belgeseli yayınlamayı kabul etmemiş. Bir haber kanalı kendi patronunun konuştuğu bir belgeseli neden yayınlamaz sence?
Evet doğru.  Aydın Doğan  kanalın onursal başkanı. Yönetime sunacağını iletti bana. Filmi izledi. Hatta sadece Derya Sazak’a değil 10 kişiye villa aldığını söyledi. Kanal yönetimi film için formatımıza uygun değil dedi. Onları da anlıyorum. Zor bir dönemden geçiyoruz. Bu filmi yayınlamak risk almak demek. Ancak belgeselin bir gün CNN TÜRK’te yayınlanacağına inanıyorum.

“YAYINLAMASALAR DA HALK İZLİYOR”
Yaptığın eserin haber kanallarında yayınlanmamasına üzülüyor musun peki?
Halk TV haber kanalı değil mi? Halk belgeseli takdir etti. İki kez daha yayınlamak istediler. Bunu her TV kanalı yayınlayabilme cesareti göstermeli.  Ne yazık ki Türkiye, 2015 yılında Küresel Basın Özgürlüğü haritasında Özgür Olmayan Ülkeler arasında yer aldı. Biz bu dönemi tanıklarıyla tarihe not düştük. İnşallah yeni filmler gelir..20 yıldır bu sektördeyim.  Merkez medyada yaşadıklarımın, acıların, sevinçlerin mutlaka bir etkisi oldu bu filme. Kırgınlık ve kızgınlıklarımla çoktan yüzleştiğim için objektif bir bakış açısıyla çektim bu filmi. Birlikte çalıştığım her insan aynalık yaptı bana. Belgeseli çekerken dejavu oldum. İşsiz bırakılmanın çocuk gözünde ne olduğunu biliyorum. Rıdvan Akar’ı, Murat Aksoy’u anlıyorum. Çünkü 80 darbesinden  sonra annem de işsiz bırakılmıştı.  Bir gün elinde kocaman bir çikolatayla eve geldi. Kardeşimle bana, bugün anneniz işten çıkarıldı, şu güzel çikolatayı afiyetle yiyelim dedi. Bu filmde çocuklara çok atıf var bu yüzden…

“POLİS ANKETİ DEĞİL, BİR BELGESEL BU”
Gazeteciliğin temeli soru sormaktır,‘Persona Non Grata’, çok soru sormamayı seçmiş. Neden?
Tam tersine çok soru sordum. 19 kişiyle konuştum. Filmin süresi 40 dakika. Bu bir belgesel, bir polis anketi değil. Bu soru cevap yapılan bir röportaj da değil. Konuşanların insanların en kalpten anlattıkları bölümü koydum filme.  

“İKTİDAR DEĞİL, TEK SUÇLU GAZETECİLER”
AK Parti karşıtlığı, bizatihi iyi gazetecilik olmadığı gibi, gerçeği karartabiliyor da.‘Persona Non Grata’daki herkes mağduriyetini iktidarla açıklıyor? Tek suçlu, iktidar mı?
Hayır, tam tersine bu belgeselin sonunda hatanın biz gazetecilerde olduğunu görüyoruz. Ne sadece iktidardan kaynaklanan siyasi baskı, ne de sadece korkan patronlar… Çünkü bu siyasi baskı ve sansür AK Parti döneminde olmadı sadece. Yani her dönemde bu böyleydi. Her gelen iktidar basını elinde tutmak ister. Buradaki en temel suçlu biz gazetecileriz. Filmin temel cümlesi budur. Kalemler biraraya gelse kırılamaz. Her bir kalem tek tek çok kolay kırılır. Haklarımıza sahip çıkmazsak başımıza gelecek olan budur. Sendikaya geri dönmeliyiz. Sendikalı olmalıyız.




“O GAZETECİ ŞU AN ÇOBANLIK YAPIYOR”
Hamza Aktan diyor ki o kadar gazeteci varken numunelikte olsa neden tek bir Kürt gazeteci yok?
Yekta Kılıç ‘ı tanıyor mu?  Kürt’tür. Her şeyi bırakıp Urfa’ya gitti. Artık gazeteciliğin yapılamayacağını anladım dedi ve gitti. Yekta, o kadar özlüyormuş ki İstanbul’u. Dört yıldır İstanbul ile ilgili işlerim oluyor ve gelemiyorum İstanbul’a diyor.
Ne hissettin onca gazeteci, onca meslektaşınla konuştuktan sonra?
Gandhi: 'Dünyada görmeyi istediğiniz değişimin kendisi olun” demiş. Hangi siyasi görüşten olursak olalım, değişimi başlatalım. Mesleğimize ait olalım. Gazeteciliğe sahip çıkalım. Komik bir anekdot; Hürriyet Gazetesi’nde çalışırken bir gün gazetemde şu manşeti gördüm. “SSK’nın sigorta yolsuzluğu!” SSK bazı  çalışanlarını sigortasız çalıştırdığı için Hürriyet bunu manşetten vermişti. Oysa o sırada ben ve pek çok gazeteci Hürriyet’te sigortasız çalıştırılıyorduk! Trajikomik değil mi? 
Bu belgeseli yapmakla büyük bir risk aldın farkında mısın, belki iyi bir iş bulma, yine program sunma şansın vardı ama onu da bitirdin?
Gazetecilik her mecrada yapılabilir. Bunu kanıtladığımı düşünüyorum. Muhabirlik, editörlük, televizyon programı yapmak,  köşe yazısı yazmak değildir sadece. Gazeteciliği farklı mecralarda yapmanın tadını aldım. Bu dördüncü belgeselim. Mesela ‘Yeni Hayat’ı izleyen ( organ nakli konulu belgeselim) çok sayıda insan organ bağışladı.  Dolayısıyla gazetecilik sadece televizyon ya da gazetede, bir kurumda çalışmak değil benim için. Belgesel çekmek de mutlu ediyor beni.



“BEN ATATÜRK’ÜN KIZIYIM”
Cemaate yakın bir isim misin?
Atatürk kızıyım. İdealist, Mülkiyeli 68 kuşağından gelen bir babanın kızıyım. Sol gelenekten gelen Ankara Üniversitesi iletişim Fakültesi’nde okudum. Annem Selanikli. 12 Eylül Askeri darbesinin hafızamda ayrı bir yeri var. Her hafta görüş gününe gitmenin ne demek olduğunu, ağlamamak için ellerimi sıktığımı hatırlıyorum. Mamak Askeri Cezaevi, mühürlü mektuplar, haksız yere hapis yatan insanların gözleri hep gözümün önünde. Bu ülke; kadını ve erkeğiyle yan yana  yücelir. Kadınlardan korkan hükümetlerle değil. ’40’ında 40 Kadın” adlı ilk belgeselimle birçok kente davet edildim. Konuşmalar yaptım.  Kadınlara çağrıydı. ‘Sen neye hazırsan o senin için hazırdır’, diyordu. Basın özgürlüğü, öteki hürriyetlerin emniyet sübabı. Susan, susturulan her gazeteciyle, her bir bireyin haber alma özgürlüğü elinden alınıyor. Bu sadece gazetecilerin değil bu ülkede yaşayan herkesin meselesi artık. Bu mesleği seçenlerin kamuoyu sorumluluğu yok mu? O zaman  haber verme ve haber alma özgürlüğüne  sahip çıkmak için tek yol; örgütlenmek. 
Sana bu güzel röportaj ve bu güzel kahvaltı için çok teşekkür ediyorum… Dilerim daha nice güzel belgesellere imza atarsın…