Röportaj
06 Tem 2014 12:33 Son Güncelleme: 23 Kas 2018 16:24

“Ortadoğu haberlerini gördükçe içim içimi yiyor”

Duayen gazeteci Sami Kohen Milliyet’teki 60’ıncı yılını kutladı. 60 yıl boyunca haber peşinde dünyayı dolaşan ve ilklere imza atan Kohen çarpıcı açıklamalar yaptı.

Milliyet geçtiğimiz günlerde 64’üncü kuruluş yıldönümünü kutladı. Yıllardır Milliyet’e emek veren isimler de onurlandırıldı. Kimi 20 yıl, kimi 30 yıl,kimi 50 yıl heyecanını kutladı. Sami Kohen ise 60’ıncı yılını... Dile kolay... Hem meslekte hem de aynı müessesede 60 yıl! 1950’nin ikinci yarısından itibaren dünyadaki neredeyse bütün savaşları takip eden, Avrupa, Ortadoğu, Latin Amerika ve Uzak Asya’dan birçok özel haber ve röportajlara imza atan Milliyet’in duayenlerinden 86 yaşındaki Kohen’le haber heyecanıyla geçen bu 60 yılı Milliyet'ten Musa Kesler konuştu. İşte Kohen’in dilinden o 60 yılın öyküsü...

Gazetecilik maceranız nasıl başladı?

Lise yıllarından itibaren gazeteciliğe ilgim vardı. 2. Dünya Savaşı’na dair haberler ilgimi daha da artırdı. O zamanlar “gazeteci olmak” herkesin heves ettiği bir şey değildi. Üniversiteye devam ederken birçok gazeteye başvurdum. Hatta Anadolu Ajansı’na da başvurdum. İngilizce ve Fransızcam iyiydi. Talebim kabul edilmedi. Bana destek olacak bir yakınım, tanıdığım da yoktu.

Sonra?

1950’de Yeni İstanbul diye bir gazete kuruldu. Ciddi ve güzel bir gazeteydi. Habib Edip Törehan adlı Zürih’te yaşayan bir işadamı tarafından kurulmuştu. İsviçre gazetesi gibiydi. Resim az, haber çoktu. Ben o gazeteyi seviyordum. “Tetkikler” diye misafir yazarların yorum yazıları yazdığı bir köşeleri vardı. Ben oraya Ortadoğu üzerine bir yazı gönderdim, yayımlandı.

Tarihi hatırlıyor musunuz?

1950’nin ocak ayıydı. Gözlerime inanamamıştım. Sonra tekrar gönderdim, tekrar yayımlandı. Derken bir mektup aldım, gazeteye davet ettiler. “Yazılarınızın bedeli” diyerek bana para ödediler. Ben de yazı göndermeye devam ettim. Sonra Genel Yayın Müdürü Mustafa Nermi
beni mektupla davet etti.

Sizi görünce şaşırdı mı?

Beni gördüğünde gözlerine inanamadı. “Evladım çok gençsin, sen mi yazdın
o yazıları?” dedi. Ortadoğu üzerine konuştuk. “Ne yapmak istiyorsun?” diye sordu. Ben de gazeteci olmak istediğimi söyledim. O zaman dış haberler diğer haber sayfalarının içindeydi. Ayrı bir sayfası yoktu. Ama Törehan dışardan gelen haberlere önem veriyordu ve onları diğer haberlerden ayırmak istiyordu. Bu da benim için bir şans oldu. Nermi, beni patron Törehan’a götürdü. O da bana iş teklif etti. Hemen kabul ettim.

Neler yapıyordunuz?

O zaman bütün haberler ajanstan gelirdi. Teksir makinesiyle bir bülten basılır, ofisboy dağıtırdı. Ama o bülten bize ulaşıncaya kadar zaman geçerdi. Bazen bir gün sonra haber aldığımız olurdu. Devamlı radyo dinlerdim. Dinlediğim haberleri ajansın bir gün sonra geçtiğini farkettim. Bu haberleri not alarak gazeteye koymaya başladım. Çok tuttu. İyi bir başlangıç oldu benim için...

Abdi İpekçi de orada mıydı?

Tabii... Orada Abdi İpekçi ile çalıştık. Bu da benim ikinci şansımdı. O benden
iki ay önce başlamıştı. Abdi iç haberlere bakardı, ben de dış haberlere bakardım, Yılmaz Poda da ekonomi haberlerine bakardı. Abdi ile beraberliğimiz öyle başladı.

“İlk stajyerim Mehmet Ali Birand’dı”

Milliyet’e nasıl geçtiniz?

1954’ün Haziran ayında Ali Naci Karacan, Abdi’ye “Bana sizin gibi gençler lazım, bize gelin!” diyor. Abdi de bana söyledi, kabul ettik. Milliyet’te çalışmaya başladık. Sonra Karacan bir matbaa kurdu, mizanpajı değiştirdi ve ardından 1 Ekim 1954’ten itibaren bu yeni Milliyet’i yayınlamaya başladık.

Hiç ayrılmadınız?

Aynı gazetede bu kadar yıl ayrılmadan çalışmak vaki değildir. Başka sektörlerde de olması zor. Yıllar boyunca başka gazetelerden birçok teklif yapıldı. Kabul etmedim. Çünkü Milliyet’i kendi yuvam olarak gördüm. Başka bir havası vardı. Büyük bir aile gibi. Evlenmeden önce “Yuvam Milliyet” derdim, evlendikten sonra “İkinci yuvam Milliyet” demeye başladım. 60 yıldır çalışıyorum, çok mutluyum. Milliyet ile özdeşleştim.

60 yıl nasıl geçti?

Çok çalışarak, mücadele ederek ve Milliyet’e has bir duygusal ortam içinde geçti. Biz çalışmaya başladığımızda Milliyet yeni bir gazeteydi ve kendimizi kabul ettirdik. İtibar edilen ve görüşleri önemsenen bir gazete haline geldi. Bir dönem yabancı basının en çok atıf ve iktibas yaptığı gazeteydi. Hem kaliteli hem çeşitli haberler vardı. spor bölümünün yanı sıra diplomasi ve
Ankara haberlerimiz çok kuvvetliydi.

Abdi İpekçi’yle çalışmak nasıldı?

İpekçi çok yaratıcı ve yenilikçiydi. İlkleri yapardı. İnsanların önünü açardı. Ufuk ve vizyon verirdi. Cesurdu, insanların görüşlerini önemserdi.

Siz?

Ben dış haberlerin şefiydim. Daha çok yer verilmesini istiyordum. Bir sayfa istiyordum. Bu çok iddialı bir talepti.Abdi İpekçi dünyaya açık bir insan olduğu için bu talebi kabul etti. Sonra bir ekip oluşturmak istedim. İlk stajyer olarak Mehmet Ali Birand’ı aldım. Şeftim ama zor ve önemli haberlere ben gidiyordum. İlk olarak 1955’te Kıbrıs meselesinin görüşüldüğü Londra Konferansı’nı takip ettim. O zaman Kıbrıs İngiltere’nin kolonisiydi. O dönem bu tür haberler ajanstan alınıyordu. Yıllar içinde çok dolaştım. Birçok ilkler elde ettim.

Mesela?

1963’te Demirperde ülkesi Arnavutluk’a ilk giren gazeteci oldum.

“Arnavutluk’a masör olarak girebildim”

Zor oldu mu peki?


Çok... Halit Kıvanç spor haberleri yapıyordu. Arnavutluk’a gitmeyi çok istediğimi de biliyordu. Balkan futbol turnuvası olduğunu, Türkiye’nin de katılacağını söyledi. O zaman sporla bir ilgim yok. “Beni ne yapın edin yanınıza alın” dedim. Kabul ettiler. Masör olarak takıma katıldım ve Arnavutluk’a girebildik. Gerçi orada foyamız ortaya çıktı bir süre sonra. Beni içeri aldılar, sonra salıverdiler.

Başka unutmadığınız bir anınız var mı böyle?

Çin’e gitmek de mümkün değildi. Zaten hiç gidilemeyen yerlere gitmeye çalışıyordum. Çin’in Türkiye’de temsilciliği bile yok. Onlar da Çin’i tanımayan ülkelere vize vermiyor. 1971’in Haziran ayında Paris’e gitmiştim. Orada Türk Büyükelçisi’nden Çin’i tanıma aşamasında olduğumuzu öğrendim. Beni oradaki
Çin Büyükelçisiyle de tanıştırdı. Vize konusundan bahsettim. Başvuru yapabileceğimi söyledi. Birkaç ay sonra da vizem çıktı, Mao’nun yönettiği Çin’e gittim. Haber ve röportajlar çok ilgi gördü.

Uzakdoğu’da başka nereye gittiniz?

Vietnam’a gittim... Kasaba ve köylerde savaş daha çok hissediliyordu. Köylerin etrafına kazılmış hendekler, gece baskınları, gerillalar... Çok insan öldü
hem asker hem sivil...

Kore Savaşına gittiniz mi?

O zaman ben askerdeydim. Genelkurmay’da enformasyon bürosunda yedek subaydım. Sonradan Kore’ye de gittim tabii. Ama asıl önemlisi Kuzey Kore’ye 1985’te ilk giden Türk gazeteci olmam...

Başka?

Makarios o zaman Türk gazeteci kabul etmiyordu. İlk röportajı yaptım. Zordu. Benim için çok önemliydi bu haber...

Dünyanın her yerine gittiniz mi?

Sıcak haber olan her yere gittim.
Haber dışında çok röportajlar da yaptım.
O nedenle çok dolaştım.

Ortadoğu ve Avrupa kaynıyor, “keşke oralarda olsam” diyor musunuz?

İzledikçe içim içimi yiyor. “Ah ben orada olsaydım şöyle bir haber yapardım, şunu yazardım” diyorum. Sahada olmak, olayların heyecanı ve sıcaklığını hissetmek bambaşka bir duygu.

Röportajın tamamını okumak için tıklayınız