İki Lafın Beli
09 Kas 2015 11:00 Son Güncelleme: 23 Kas 2018 18:10

Nedim Şener Gülen Cemaati'ni topa tuttu: Onların gazete ve tv'lerine bizim yatak odalarımıza girdiler!

Posta Gazetesi Yazarı Nedim Şener Medyaradar’dan Alev Gürsoy Cimin’e konuştu. Şener’in hem medya hem de cemaate yönelik çok çarpıcı açıklamaları vardı.

Gerçeğin peşinden koşan adam o. Tüm gerçeklerin karartıldığı ya da karartılmaya çalışıldığı anlarda neye mal olursa olsun, feneri elinden bırakmayanlardan… “Aydınlık yarın” dedi, “Dink için adalet” dedi ve karanlıkta buldu kendini. Taş duvarlar yastığı oldu… Toprak yok, bilgisayar yok, yer taştan, her yer duvar, gök tel örgülü, sevdiklerine hasret. Yine de pişman olmadı; “Gazeteci gerçeği açığa çıkarmaktan pişman olmaz” dedi, sonucu ne olursa olsun.

Düşünsenize meslektaşımız Dink’in katili için 20 yıl hapis istenirken, Dink davası hakkında aylarca araştırma yapan ve kitap yazan gazeteci 17 yıl hapis istemi ile yargılanıyordu.

İçinde gerçeği barındırmayan hiçbir yafta kimseye yakışmaz, işte onun için de “Terörist” dediler, “darbeci” dediler ama gazeteci demeye bir türlü dilleri de elleri de varmadı. Ama gerçeklerin eninde sonunda ortaya çıkmak gibi kötü huyu vardır; ona bunu reva görenler işte bu gerçeği bir türlü görmediler.

Bu haftaki konuğum Posta Gazetesi Yazarı Nedim Şener…Röportajı yaptığımda anladım ki onun için kullanılan “Sesi gür, vicdanı hür” yorumu gerçekmiş…

En son metrobüste karşılaşmış ve ülke ahvalini Bakırköy istikametine kadar da olsa konuşmuştuk, işte o gün metrobüste almıştım bu röportaj sözünü, biraz gecikmeli olsa da gerçekleşti. Posta gazetesinde mütevazı bir masası, çevresinde ise kendi kaleme aldığı onca kitabı.

Medyadan başlıyoruz, seçim sonuçları ve cemaate kadar devam eden sohbette iki lafın belini kırıyoruz. “Mesleki faaliyetleri delil gösterip gazeteciyi darbecilik ile yargılamak darbenin ta kendisidir. “ diyor Nedim Şener, “Korkuyoruz” diyen gazetecilere de kızıyor, “Gazetecilik korkularak yapılmaz” diyor. Rövanşist duyguları yok ama cemaate kızgın, cemaat medyasının başına gelenlerin bir kısmını zorbalık olarak nitelendiriyor. Onlardan itiraf ve özeleştiri bekliyor. Nazlı Ilıcak’a sert sözlerle yükleniyor, o gazeteci değil diyor. Baransu’ya kızgınlığını söndürmüş. İktidarın medya patronlarını korkutmak istediğini söylüyor ve devam ediyor: Amaç biat ettirmek… Çok çarpıcı sözleri vardı gazeteci Nedim Şener’in, bence baştan sona okumanızda fayda var çünkü her şeyin hem öncesini hem sonrasını çok iyi özetliyor… Sizlere güneşli güzel günler diliyorum. Gazetecinin gazeteciyi dizayn etmeye çalıştığı şu günler için de; "Gazetecilik bu ülkenin beyazıdır. Hiç kirletmeyin" temennisinde bulunuyorum…

RÖPORTAJ: ALEV GÜRSOY CİMİN
TWİTTER: gazetecialev
Mail: alevgursoy2008@gmail.com
Fotoğraflar: Emrah Yeşilduman


“UTANMAYI BİLECEKSİN, GEREKİRSE ÇEKİP GİDECEKSİN”
Öncelikle 1 Kasım seçimleri ile başlamak istiyorum. Deyim yerindeyse anket şirketlerinin hepsi sınıfta kaldı. Peki, sizin bu seçimlere dair öngörünüz neydi? Seçimlerde umduğunuzu buldunuz mu?
Hem anket şirketlerinin hem de medyanın yarattığı algıyla aslında hepimiz yanıldık. Bence zaten bu sonucu alan parti de aslında bu konuda şaşırdı. Çünkü onlar bile beklemiyordu. Bu sonuç, özellikle siyasi muhalif olan insanlarda şaşkınlığın yanı sıra bir endişe ve kaygıya da sebep oldu. “Başımıza ne gelecek” kaygısı çok travmatik ve bu toplumu da geren bir şey. Oysa korkunun ecele faydası yok, başına ne gelirse yaşayacaksın! Gazeteci de bir takım durumları korkuyla açıklamaya başladığı zaman artık orada yaşam belirtisi kalmaz çünkü gazetecilik bize ömür boyu iş garantisiyle, yaşam garantisiyle yaptırılan bir meslek değil. Eğer halkın sözcülüğünü üstlenmişsen her türlü riske açık olacaksın. Anayasa güvencesi ile garantiye alınan basın özgürlüğünü halk adına kullanıyorsan; riskleri de hep öngöreceksin ve kabul edeceksin. Tabii ön önemlisi de utanmayı bileceksin, tıpkı siyasilerden, bürokratlardan beklendiği gibi. Sen de hatalar yaptıysan ya bundan ders çıkarmayı bileceksin ve özeleştiri yapacaksın, en önemlisi de gerekirse çekip gitmeyi bileceksin…



“HERKESİN MAHALLESİ VAR, BENSE SOKAK ÇOCUĞUYUM”
Bu son söz muhalefet liderleri için mi, yoksa gazeteciler için miydi, kim “gerekirse gitmeyi bilecek”?
Muhalefet için de elbet söylüyorum ama gazeteciliği siyasi muhalefet aracı olarak görenlereydi o sözüm. Çünkü gazetecilik bu değil… Gazetecilik muhalefet etmektir ama siyasi muhalefet etmek değildir. Muhalefet edeyim diye bir başka siyasetçinin yanında pozisyon almak değildir. Muhalefetin halk adına olmalıdır, halk adına gerekirse muhalefeti de eleştirmektir. Ben Uğur Mumcu gibi bir gazeteciyi anlamaya çalışan, onun yaptığı türde bir gazetecilik yapmaya çalışan, olgular ve gerçeklerle hareket etmeye çalışan bir yapı benimsemişim. Gazeteciliği belli bir gücün yanında olarak, sırtını belli güçlere, hükümete, muhalefet partilerine, askere, cemaatlere, birilerine sırtını dayayarak yapma yanlısı olmadım, hep karşı çıktım. Bu mahalleleşmeyi getiriyor. Yani bir kampa ait oluyorsunuz. Ve o kampın mahallenin yanlışlarına ortak oluyorsunuz, ayrıca onları eleştirmiyorsunuz. Oysa gazetecilik özgürlük, özgürce eleştirebilmek demektir. O yüzden hep bir mahalle tartışması var. Tek başına olamayan mahalle edebiyatına sığınıyor. Elbette dayanışma önemlidir ama ilkeler etrafında olacak, mahalle aidiyeti anlamında değil. Ben kendimi bu anlamda mahalleli değil, sokak çocuğu gibi görüyorum, yalnızım ve sokak çocukları zaten yalnızdır. Mahallesi olanlar ise şimdi endişeleniyor, bizim mahalle sizin mahalle diye bölünmüşler zaten…

“BİR MAHALLEYE AİT OLSAM ÖZGÜR OLAMAZDIM”
Ama o mahalleler ve buna benzer ifadeler sonradan türedi gibi, yanılıyor muyum?
Kesinlikle. Öyle bir mahalle metaforu geliştirdiler, bence bu yanlıştı çünkü biz özgün ve özgür bir iş yapıyoruz. Benim yalnızlığım özgürlüğümdür, özgürlüğüm haberciliğimin garantisidir. Ben algılar üzerinden bir mahalleye ait olsaydım, bu kadar özgür olamazdım çünkü o mahallelerde büyük hatalar yapılıyor ama sokak çocuğu kendi yaptığıyla sorumludur, o nedenle ben kendimi tek başıma düşünürüm. O nedenle birçok olayı zamanında gördüm ve yazdım. Mesela benim 2006 yılında yazdığım Yasin El-Kadı kitabımı şimdi cemaatçi polisler savunmalarında kullanıyor. Bu onlar adına acı bir durum. Hükümet ile cemaat kucak kucağayken o yıllarda yazdığım kitaplar da yine keza öyle. Mesela Recep Tayyip Erdoğan’ın belediye başkanlığı ve sonrası ile ilgili ilk iktidar döneminde yazdığım yolsuzluk haberlerini başkaları başka bir şey ile ilgili kullanıyor, Uzan ile ilgili yazdığım kitabı başkaları başka şey için kullanıyor. Herkes kendine göre kalıba sokuyor. Ama onlar o gün yazıldı bitti… Şimdi konumuza dönecek olursak “korkuyorum, korktuk” şeklinde düşünenlere ve öyle hava estirenlere sadece acıyorum. Bir insanın başına ne gelebilir? Hapishane gelebilir, malını mülkünü kaybedebilir, ya da canından olur. İtibar ve saygınlık kaybından daha iyidir diğerleri…



“MEĞER ARI KOVANINA ÇOMAK SOKMUŞUM, BİLEMEDİM”
Sizin de başınıza hapishane gelmişti maalesef…
Hrant Dink araştırmasını yaparken ben bilemedim başıma nasıl bir olayın geleceğini. En fazla bir kazaya kurban gidersin vs... Meğer bir dönemin en önemli isimleriyle uğraşıyormuşum. Ben nasıl bir arı kovanına çomak soktuğumu bilemedim, sonradan fotoğraf ortaya çıkınca daha net gördüm…

“ÖYLE KAPTIRIYORUZ Kİ KENDİMİZİ EN ÇOK AİLEMİZİ ÜZÜYORUZ”
Hangi türlü olursa olsun. Sadece siz değil ama sizinle birlikte aileniz bedel ödüyor bu durumda?
İşte en kötüsü de bu. Bizim mesleğin cilvesi galiba, biz kendimizi öylesine kaptırıyoruz ki, olaylara bir dalıyoruz onları hem ihmal ediyor hem de çok üzüyoruz. Hiç düşünmüyoruz bizi seven ve bizim için çok canı yanacak olan bir ailemiz olduğunu…

“HALA ENDİŞELİLER”
En büyük mağduriyeti yaşattıklarımız ailelerimiz oluyor… Peki, yaşadıklarınızı eşiniz ve kızınız atlatabildi mi çünkü çok zor günlerdi?
Hala endişeleri var tabii… Hürriyet’te geçtiğimiz günlerde bir haberde fotoğrafım kullanılmıştı, kızım kahvaltıda gazeteyi görünce çok tedirgin oldu, sonra anlatınca da rahatladı.

“YAPTIKLARI KORKUTMUYOR, MİDE BULANDIRIYOR”
Yüzde 49 bazı medya organlarını sanırım panikletti, muhalif medyayı ne bekliyor?
Ben o endişeyi kısmen haklı görüyorum. Çünkü iktidarın en tepesindeki Cumhurbaşkanı’nın ağzından hiç de yapıcı olmayan söylemlere şahit oluyorsunuz, ayrıca muhalif olanlara karşı da sert tutumunu sürdüreceğine dair bir izlenim de ediniyorsunuz. Bir de o görüşü temsil eden bazı gazeteciler var, onların yarattıkları hava da ürkütücü. Korkutucu demeye dilim varmıyor, çünkü korkutamazlar. Yaptıkları rezil bir durum. Beni tehdit etse, ben işimi kaybetsem ne olur, özgürlüğümü kaybetsem ne olur, hayatımı kaybetsem ne olur? Bu yaptıkları beni korkutmuyor ama gazetecilik mesleği adına üzülüyorum. Bu havanın derhal değişmesi gerekiyor.



“GAZETECİ KİMSEYİ TEHDİT EDEMEZ, MESLEĞE İHANET EDİYORLAR, GÜÇ ZEHİRLENMESİ YAŞIYORLAR”
Son zamanlarda iktidara yakın bir gazeteci ekrandan adeta Aydın Doğan’a gözdağı veriyor. “Seni artık biz yöneteceğiz” şeklinde söylemlerin yanısıra bir de işten çıkarılacak gazeteci listesi sıralıyor. Bunlar normal şeyler mi, geçmişte de yaşanır mıydı?
Gazetecilik dün de sorunluydu bugün de. Ama bu kadarı hiç olmamıştı. Bu bir rezalet, bu sözler bile bu kişinin gazeteciliğin dışına çıktığını gösteriyor bize. Gazeteci kimseyi tehdit edemez, tehditle de gazetecilik yapılmaz. Bunu daha önce cemaatçiler yapardı, tehdit ederler, şantaj yaparlar, hatta tutuklatırlardı. Şimdi aynı şeyleri bunlar yapıyorlar, yani aynı noktaya geldiklerinin farkında bile değiller. Güç zehirlenmesi böyle bir şey olsa gerek. Daha dün gibi net hatırlıyorum; cemaatin medya organlarında, internet sitelerinden tutun televizyon ve gazetelerine kadar her yerde bizi hedef gösterirlerdi. Sonunda da malum akıbeti yaşadık ve Mart 2011’de tutuklandık, süreç tam da onların istediği gibi gelişti. Şimdi bakıyorsunuz onlar gittiler; o gücün zararını gördüler; şimdi onlar yerine başkaları geldi ve başkalarını tehdit ediyor. Hangi pozisyona geldiklerinin farkında bile değiller, yaptıklarının gazetecilik mesleğine ihanet olduğunun farkında bile değiller. Bundan 5 yıl 10 yıl sonra birileri dönüp baktığı zaman onları da vicdanlarda yargılayacaklar.

“GAZETECİ BİLE ‘KORKUYORUZ’ DERSE O TOPLUM DEPRESYONA GİRER”
AK Partili Aydın Ünal da “1 Kasım’dan sonra hesaplaşma günü gelecek, Hürriyet, Cumhuriyet, FOX, Sözcü, Zaman gibi medya kuruluşlarının hepsinden hesap sorulacak” dedi. Bu sizi ürküttü mü?
Tabii ki ürkütücü. Niyetlerinin bu olduğu çok açık ortada zaten ve bu çok tehlikeli. Onların başında olan icranın başındaki Başbakan, “Durun arkadaş ne yapıyorsunuz, insanlar böyle tehdit edilir mi” demiyor bile. Ama bu yeni değil, iktidara geldiklerinden beri basına gösterdikleri tavrın devamı. Bence hiçbir zaman basın ve ifade özgürlüğünün yanında olmadılar. Cemaat ile kolkolayken de yine muhalif insanlara karşı tavırları birdi. Ekrem Dumanlı tasfiye edilecek gazeteciler listesi diye haber yazıyordu. İşin kötü yanı gazetecilerin “korkuyoruz ”şeklinde açıklamalar yapmaları. Bir ülkede, bütün insan hakları ve ifade özgürlüğünü savunan gazeteciler “korkuyoruz” diyorsa; artık o toplum gerçekten korkutulacak hale gelmiştir. “Korkuyoruz” diyenlerin bir kısmı aslında yaşadığı duyguyu topluma yaymayı amaçlıyor. Toplum birebir yaşamasa da korku ile korkutuluyor. Korku etrafında insanları bloklaştırmaya çalışıyorlar. Bu da bir siyaset aracı aslında. Korkulacak şeyler olmuyor mu oluyor. O yüzden bence cesaret gösterisine gerek yok, insanlığını kaybetmeyip; korkuya esir olmasınlar yeter…

“AMAÇLARI GERÇEK GAZETECİLİK DEĞİL”
En son Nokta Dergisi yöneticileri tutuklandı. Yaptıkları habercilik de çok tartışıldı, attıkları manşet ve çıktıkları son dönemdeki kapaklar gazetecilik açısından sorunlu muydu?
Elbette sorunluydu ama bu tutuklama gerekçesi olmamalıydı. Nokta okudu diye insanlar sokağa mı çıkacaktı? Bakın bir iki sayı önce Tarık Toros’la yaptıkları röportajda bana hakaret etmelerine rağmen söylüyorum.  Daha bundan 1 ay önce Tarık Toros, onlara verdikleri röportajda “Nedim Şener kendine gazeteci demesin” diyordu. Onların bizimle ilgili kanaatleri bu, ben de onları baştan beri gazetecilik ilkelerine göre çalışan gerçek basın emekçileri olarak görmedim. Gazeteci olarak muhalefet etmek ayrı siyasi muhalefet etmek ayrıdır. Gazeteciliği siyasi muhalefet için kullanırsanız siyasi kavganın tarafı olursunuz. Siyasi kavga verecekseniz bunu partilerin içinde yapacaksınız. Gazeteciliği kullanmayacaksınız.



“CİNAYETİN ÜZERİNİ ÖRTMEYE ÇALIŞMAK EĞER GAZETECİLİKSE…”
O sizi görmüyormuş ya peki Siz Tarık Toros’u gazeteci olarak görüyor musunuz?
Bir kere kişiliği özgürleşmeden böyle bir yapının içine girmiş ve cemaate yanaşmış biri olarak görüyorum. Öyle de gazetecilik yapılabilir, cemaate yanaşan bir sürü insan var. Onların gazetecilere yönelik tutumları ve bizler tutuklanırken, tutuklandıktan sonra gösterdiği tavırlar ne olduklarını ortaya koyuyor. Mesela Dink Cinayetinde sorumluluğu olan Ali Fuat Yılmazer’i defalarca yayına çıkardı bu kişiler, sorgulayıcı gazetecilik yapmadılar o kişiyi aklamaya çalıştılar. Cinayetin üzerini örtmeye çalışmak gazetecilik sayılıyorsa evet onlar gazetecidir.  Ama uğradıkları son zulüm ve kayyumda gösterilen zorbalıklara ben her zaman karşı çıkarım.

“SADECE ADALET ARIYORUM”
Cemaat demişken, cemaat medyası ile devam edelim… Çok sıkıntılı günlerden geçiyorlar. Yaşadıklarınızı düşününce ve şimdi onların başına gelenlere bakınca, hiç “oh olsun” dediğiniz oluyor mu; yani demem o ki olaya keser döner sap döner şeklinde mi bakıyorsunuz. Yoksa üzülerek mi?
Asla intikam duygusu ile bakmıyorum. Rövanşişt duygular içerinde olabilecek bir insan değilim. Zaten böyle bir gücüm ve etkim de yok. “Seni cemaat tutuklattığı için onlardan nefret ediyorsun” diyorlar, hiç alakası yok. Ben 2008’den beri cemaatin her alanda yarattığı tehlikeyi görüyor anlatmaya çalışıyorum. Benim tutuklanmam ise 2011. Dolayısıyla ben herkes için eşitlik ve adalet arıyorum. Problem şu: Bütün bu süreçlerde cemaat medyası bütün bu hukuksuzluklara ortak oldu ve küçücük dahi olsun, hiçbir özeleştiri yapmadı. Yapamaz çünkü suçun ortağıydı. Dolayısıyla onlardan artık özeleştiri değil itiraf bekliyorum.

“CEMAAT MEDYASI TUTUKLANMAMIZA ARACILIK ETTİ, ONLAR OLMASAYDI OPERASYONLAR BAŞARILI OLAMAZDI”
Zaman'dan “Bizim günahımız Ahmet Şık ve Nedim Şener'in yanında duramamış olmamız, özür diliyoruz” şeklinde bir açıklama gelmişti ama Nedim Bey. Sanırım bu da bir itiraf ve özeleştiri…
Ama rolleri bu değil ki! Bizim istediğimiz de bu değil. Rolleri üretilmiş sahte delillere aracılık etmekti. O operasyonlar Taraf, Zaman olmasaydı başarılı olamazdı. Tutuklanan Nedim Şener, bugün keşke yanlarında olsaydık diye günah çıkarmaya çalışıyorlar, bizzat onlar da aracılık etti bizim tutuklanmamıza. Tam işin içindeydiler. Göstermelik özürler onların deyimiyle takiyye’den ibaret.

“ÖZÜRLERİNİ SAMİMİ BULMUYORUZ, O VE ONUN GİBİLER ÇEKİP GİTSİN, ÇÜNKÜ GAZETECİLİĞİ KİRLETTİLER”
Anladığım kadarıyla intikam duygusu yok ama kızgınsınız cemaate ve cemaat medyasına?
Tamam, beni tutukladılar da benim cemaate kızgınlığım, öfkem; rövanşişt duygularla hareket edeceğim anlamına gelmiyor. Ben onların demokrasi ve yurttaşlık açısından nasıl bir tehlike olduklarını; onlar AKP ile kol kolayken bile anlatmaya çalışıyordum. Bakın ben 2009’da Cemaat kitabımı yazdım,  o günlerde beni tutuklamadılar, tek söz etmediler ama bir gazeteci olarak ben oraya bir ışık tutmak istedim, bir gerçeği göstermek istedim ama onlar bunu hukuk eliyle ahlaksız bir operasyona çevirdiler.  Tabii bu bana şu deneyimi kazandırdı, o hukuksuzlukları gazeteci olarak izlemek yerine içeriden de yaşamış oldum. Neyi, nasıl yapabildiklerini ve ne kadar hoyrat olabildiklerini gördüm. Şimdi kendileri mağdur olunca; Nedim Şener ve Ahmet Şık, o dönem çok konuşulduğu için bize yanaşmak istediler peki ama Ali Tatar için, misyoner çocuğu dedikleri Türkan Saylan ve daha pek çok isme yaptıkları haksızlık ne olacak? Ben o özrü samimi bulmuyorum… O özre karşılık bulamayan Ekrem Dumanlı gibiler yine bize çamur attı: Bu kez de Ergenekon ve AKP kol kola dedi… Kendisi FETÖ denilmesinden rahatsız ama Ergenekon denilen ve Yargıtay’dan geçmemiş bir örgütü var kabul ediyor. Ama mesele şu: Bunlar o suça ortak. Bunlardan samimi bir itiraf ve tüm suçlamaları kabul etmelerini sonra da çekip gitmelerini bekliyorum. Ekrem Dumanlı ve onun gibi kim var kim yoksa çekip gitsin ama bunu iktidar istiyor diye değil; himmet parasıydı, örgüt üyeliğiydi diye de değil, gazeteciliği kirlettikleri için gitsinler.



“GÖSTERMELİK ÖZÜRLERİ TAKİYYE’DEN İBARET, İNANMIYORUZ”
Yakında bir kayyum da STV ve Zaman Grubu’na da olabilir endişesi var sanırım…
O iktidarla girdikleri güç savaşı nedeniyle bu durumla karşı karşıya kaldılar. Hiç kimsenin bu işte dâhili yok. “Kılıçla yaşayan kılıçla ölür” Gazeteciliği bir istihbarat örgütü gibi çalışan devletin içine yerleşmiş çetenin aracı haline getirirsen, güç savaşına girdiğinde seni yok eder. Cemaat gazetecileri basın ve ifade özgürlüğünü savunan değil bu özgürlüklerin düşmanıdır bana göre. Şimdi basın özgürlüğünü, ifade özgürlüğünü kalkan olarak kullanmak istiyorlar. Gidip bu durumu iktidarla konuşsunlar. Bugün anlaşsınlar yine eski pozisyonlarına dönerler. Ben bu yapıya bir örgüt olarak bakıyorum, bu örgütün devlet içinde yapılanmış bir çete olduğunu düşünüyorum. Bakın yargıda hala canlı bomba gibi duran 3 bine yakın yargıçları var bunların. Yargı konusunda bunlara dokunulamıyor. Hala polis içinde de çok güçlüler, bugün bazı operasyonlar hala sızıyorsa bu sayededir. Bugüne kadar yapılan operasyonlara bakmayın siz, hala bürokrasi içindeler ve çok güçlüler. Devletin acizliği ve çaresizliğine bakın ki bunları temizleyemeyince polis okulunu kapatmak zorunda kaldı. Çünkü orası onların eline geçmiş durumdaydı. Cemaat sadece cemaatine çekilse gerçekten hizmet için çalışsalar tamam da bunlar insanların hayatını kararttı. Bu yapı Gülen’in dediği gibi değil, Gülen de zaten ikiyüzlü. Adamlar herkesi dinlemiş bunu bile kabul etmiyor, hepsi masum. Hala “utanılacak bir şey yapmadınız, dik durun” diye mesaj yayımlıyor. Böyle bir yapıdan özeleştiri beklemek mümkün mü?

“O KONUŞSA CEMAAT REZİL OLUR”
Fethullah Gülen, eski gücünü yitirdi mi?
Ciddi bir örgüt yapılanmasıdır Fethullah Gülen cemaati. Hala ayakta durabiliyorlarsa, çözülme olmadıysa o disiplini sayesindedir. Ama yavaş yavaş çözülme olabilir. Mesela Ali Fuat Yılmazer onlarla ilgili o kadar çok şey biliyor ki; onu asla satamazlar. Bir bildiklerini anlatsa cemaat diye bir şey kalmaz yerle yeksan olurlar. Çünkü bu ve benzeri isimlerin cemaat hakkında bildikleri ve onlar adına yaptıkları iktidar hakkında bildiklerinden ve yaptıklarından fazladır.

“ŞİMDİ MAĞDUR OLMALARI GÜNAHLARINI UNUTTURMAZ, ONLARIN GAZETE VE TV’LERİNE BİZİM YATAK ODALARIMIZA GİRDİLER”
En son İpek-Koza grubunun başına gelenler. Yani kayyum olayına nasıl bakıyorsunuz?
İlhan Cihaner itibar ettiğim bir hukukçudur. O ortada bir örgüt var ve kayyum ataması hukuka uygun bir karardır diyor.  Kayyum atanabilir ama gazetecilere bu şekilde muamelede bulunmak doğru değil. Kayyum, hukuki olarak atanabilir ama prosedürleri önce tamamlamaları gerekiyordu. Bunu yapmak bir yerde dursun onlar insanları yaka-paça zorla dışarı atmaya çalıştılar. Bunlar çok üzücü. Tabii bunları söylerken onların geçmişte yaptıklarını günahları unutmuyorum. Şimdi mağdur durumdalar ama bundan bir dönem önce onlardan daha beterini başka insanlar yaşadı, hem de onlar yüzünden. Yaşadıkları travmalar bile atlatılabilmiş değil. Ergenekoncu, Balyozcu, casus dedikleri o insanlar cezaevinde kanser oldular, hayatlarını kaybedenler oldu, dışarıdaki ailelerinden üzüntüye dayanamayıp vefat edenler oldu. Şimdi bunları unutabilir miyiz? O yüzden başına gelenleri keser döner sap döner soğukluğu ile değil ama ilahi adalet boyutunda değerlendirirlerse onlar için daha sağlıklı olur. Onlar “gazetemize girdiler” diyor ya benim aklıma ortağı oldukları operasyonlarda sabaha karşı polislerin girdiği evlerde pijamalarıyla yatağında ağlayan çocuklar geliyor. Onların gazetesine girdiler evet ama onlar bir dönem insanların yatak odalarına kadar girdiler.

“GÜLEN’DE UTANACAK YÜZ YOK“
Gülen’in son açıklamalarına bakınca pek de öyle bir pişmanlık sezilmiyor…
Evet, bugün “Utanılacak bir şey yapmadınız, dik durun” diye açıklamalar yapacağına “Evet biz de utanılacak şeyler yaptık”  açıklaması ona daha fazla yakışırdı. Madem utanılacak bir şey yapılmadı o zaman kendisi Amerika’dan neden dönmüyor. Kendisine inanmış bir sürü insan aileleriyle burada sıkıntı çekerken o örgüt lideri olarak akıl veriyor. Madem ortada suç yok, haksızlık yapılıyor o zaman haksızlığa uğrayan destekçilerinin yanında ol. O zaman derdim ki evet bunlar vicdanlı insanlarmış Ama hala utanacak yüz yok. Bunlar çok rezil durumlar. Bazı yaşlı ve hasta askerler GATA’ya sevk edilirken, kendisi  Amerika’dan Gatakulli yapıyorlar diye açıklama yapmıştı. Zamanında şeker hastalığı gerekçesiyle Amerika’ya kaçmış bir insandan başka bir yorum da beklenmez zaten. Ne demişler insan herkesi kendisi gibi bilir. Erzurum dili ile katakulli yapıyor diyen bu zihniyet katakullinin babasını kendisi yapmış.
O süreçte büyük bedeller ödeyen çok meslektaşımız oldu. Siz de onlardan birisiniz… Peki, neyin bedeliydi bu, süreçte en büyük kaybınız neydi?
Hukuka olan inancımı kaybettim, en kötüsü bu…



“BANA BEDEL ÖDETMELERİNİN NEDENİ…?”
Neden cezaevindeydiniz diye sorsam size. Bu kadar zaman geçti cevabı var mı bunun sizce?
Hrant Dink cinayetini araştırmamın bedelini ödettirdiler. Ben tutuklanana kadar Ergenekon’da 20’ye yakın dalga operasyon yapıldı. Binlerce doküman, iddianame ve hiç birinde adım geçmez, benim tek bir telefon tapem bile yoktu. Hukuktan birçok kişi tanırım ama askerden hiç kimseyi tanımam bilmem. Askeri darbe yapma suçlamasıyla karşı karşıya kaldım ama asıl sebebi Hrant Dink araştırmasıydı. 2009 yılında kaleme aldım ben bu kitabı, Dink Cinayeti ve İstihbarat Yalanları diye o gün için iddialı bir cümle kurmuştum, düşünsenize bilmediğiniz bir yapı, hepsini ayrı ayrı deşifre ediyorsunuz ve “Yalan söylüyorlar” diyorsunuz ve hepsinin suçlarını yazmıştım, Ramazan Akyürek, Faruk Sarı, Ali Fuat Yılmazer ve Muhittin Zenit, dördü birden dava açtılar bana. 11. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 32 yıl hapis istemiyle yargılandım. Şimdi üçü hapiste, hepsi de Dink cinayeti şüphelisi durumunda. Ardından Bilal Erdoğan’a suikast düzenleyeceğime dair sahte bir ihbarla telefonlarımı dinlemeye alıyorlar, konuşmalarımda tek bir suç unsuru yok. Sonra virüslü olduğu şu an ortaya çıkan ve virüsle gönderilen bir Word belgesi ile suçlanıyorum şaka gibi… Hanefi Avcı’nın,  Ahmet Şık’ın kitabını yazmakla suçlanıyorum. Yazsam, katkım olsa ortak imza kullanmam mı hiç, adamlar yasa dışı bir şey yapmıyor. Hele hele Hanefi Avcı’nın kitabını adam gibi yazardım, eğer ben yazmış olsam ve Dink cinayeti aydınlanmıştır diye saçma sapan bir iddiayı da oraya koymazdım.  Bu polisleri, yani arkadaşlarını aklamaya yönelik bir çalışma…

“BİZ ŞU AN HALA CEZAEVİNDE OLABİLİRDİK”
Neden sizi Ergenekoncu ilan etmek istediler peki?
Bu kumpas ve oyunlar tutsaydı, eğer beni Ergenekoncu ilan etselerdi amaçlarına ulaşacaklardı. Ve böylelikle Dink cinayetini de karartmış olacaklardı. Eğer dünyadan ve yurtiçinden baskılar gelmeseydi biz içeride tutuklu insanlar olarak yatmaya devam ediyorduk. Eğer 17-25 Aralık olmasaydı Genelkurmay Başkanlığı’nı yapmış biri olan Başbuğ iki kez müebbet almış ve yüzlerce insan bugün içeride çürüyor olacaktı. Bu Ergenekon olayını çuvala döndürdüler ve gün geldi o çuval patladı, bu olaylar da üzerlerine sıçradı. 

“BİZE UYGULANAN DÜŞMAN HUKUKUYDU”
Samanyolu Yayın Grubu Başkanı Hidayet Karaca, bir dizi senaryosu gerekçe gösterilerek tutuklandı, bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Cemaatin en önemli adamlarından birisi olduğuna kimsenin şüphesi yok. Ama tahşiye diye bir telefon görüşmesini delil olarak gösterip de bunu delil saymak gerçekten tek başına yeterli olmaz. Bir kişi cemaatçi diye bütün suçları üzerine yıkamazsınız. Şuradan yoldan geçen biri terör örgütünün üyesi olabilir ama onu sen hukuken dillendiremiyorsan; onu tutuklayamazsın, suçlayamazsın. Gerçekten örgüt üyesi olduğunu düşünebilirsiniz ama bu sizin düşünceniz. Nasıl ki bizim Ergenekoncu olduğumuzu düşündüler ve tutukladılarsa bu da öyle. Bize uygulanan da düşman hukukuydu…



“BARANSU HEPSİNDEN DAHA CESUR ÇIKTI”
Bavulcu diye tabir edilen ve o döneme epeyce damga vuran Baransu da bugün içeride, onunla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Baransu, bütün o operasyonlar dönemindeki o ödlek, fare kılıklı adamlardan çok daha cesur çıktı, o anlamda kendisini takdir ediyorum. En azından kaçmak yerine duruş sergiledi. Bugün içeride yaşanılan süreci gözden geçirdiğinde özeleştirisini de yapabiliyor.  Benim onun hukuki sürecine müdahale edebilme hakkım yok ama dönüp baktığında Baransu’nun mağdur ettiği onlarca kişiden dönüp dönüp özür dilemesi gerekiyor. Bence arınması için bütün bu süreçteki aktörlerin rollerini açık açık anlatması lazım. Çünkü ortada yalnızca gazetecilikle açıklanmayacak olaylar var.
O günlere dönüp baktığınızda siz o cezaevini, o taş duvarları ve yaşadıklarınızı atlatabildiniz mi?
Hala hak mücadelesi devam ettiği için geçmiş ve yaşadığınız korkunç olaylar kafanızda yer edip kalmıyor ama şu var; 35 yıl geçtiği halde Kenan Evren’i affettim diyen bir 12 Eylül mağduru duydunuz mu siz hiç? Hani bir tahtaya çivi çakarsınız sonra da çekip çıkartırsınız. Evet çivi çıkmıştır ama izi orada kalır. İşte o iz orada duruyor, kalıyor.

“GAZETECİ, HALKIN İÇİNDE HALKTAN BİRİ GİBİ YAŞAMALI”
Öyle kötü günlerdi ki, insan ister istemez etkileniyor, peki ailenizin hala başınıza bir şey gelir diye endişe duyduğu oluyor mu?
Eşim “Yapma” demiyor ama sadece “Dikkatli ol, sana zarar gelmesin” diyor. Mesela akşam eve gelirken bir sokaktan ben geçerken beni arar, söyler; “Orası karanlık başka sokaktan gel” diye uyarır. Bunun yanında bilir ki ben işimi doğru yapıyorum, habercilik ilkesinin dışına hiç çıkmadım o nedenle rahat. Evimde ne konuşuyorsam dışarıda da onu konuşurum, o yüzden şaşırtmam.  Ayrıca ben bir gazeteci nasıl yaşarsa öyle yaşıyorum. Patron gibi değil, emekçi gibi. Mesela Alev Hanım, sizinle metrobüste karşılaştık. Şimdi de metrobüsten indim, yanınıza geldim. Yani bir medya starı gibi ortalarda gezmiyoruz. Olması gereken de bu.

“O KİŞİ BANA ‘NEDİM SALAĞINA SÖYLE YİNE ARADA KALACAK’ DİYE UYARI GÖNDERDİ”
Siz bu iktidar-cemaat kavgasını öngörmüş müydünüz?
Hayır. Zaten öyle bir beklentim de hiç olmadı. Bir gazeteci böyle beklentiler içerisinde olmamalı. Bizim görevimiz haber yapmak ve topluma bilgi sağlamak, gerçeği insanlara anlatmak. Gazeteci hukuka da yön veremez… O nedenle böyle bir kavga beklemiyordum. Bizim tutuklanmamızdan önce başlamış aslında bu güç savaşı ama yansıtmadılar. Hatta MİT Müsteşarı’nı ifadeye çağırdıklarında bile bu kavga su yüzüne çıkmadı.  Özel Yetkili Mahkemelerce Hakan Fidan neredeyse tutuklanacaktı o zaman bile Tayyip Erdoğan, böyle bir tasfiye yapacak güçte ve dirayette görmedi kendini. Ve cemaatin faaliyetlerine göz yumdu. Ama onlar o tarihten itibaren kurguya devam etti ve iş 17 Aralık olayına kadar geldi. Dershane konusu aslında her şeyi bariz ortaya koydu çünkü çok kritik bir konuydu ama ben yine de bu kadarını beklemiyordum. Hatta Ali Fuat Yılmazer, 13 Aralık günü bir gazeteci arkadaşımı arıyor ve benim o tarihte Dink cinayeti konusundaki kitabımı, yazdıklarımı ve Nazlı Ilıcak ile atışmalarımızı gündeme getiriyor ve bana uyarı gönderiyor. Nedense Nazlı Ilıcak’a yönelik eleştirileri gündeme getirince benim için diyor ki “Nedim salağına söyle; hükümetle çok büyük bir savaş çıkacak ve yine arada kalacak” bak dikkat edin “Yine arada kalacak” diyor. Niye arada kalacak? Çünkü Nedim bir önceki olayda da yine arada kalmıştı. Yani her kapı yine Dink cinayetine çıkıyor, çünkü bu adamlar o olayda baş sorumluydu.

“AMAÇLARI ERDOĞAN’I HAPSE ATMAKTI, İŞTE O ZAMAN ÖMÜR BOYU BEN DE CEZAEVİNDEYDİM”
17-25 Aralık operasyonu olmasaydı ne olurdu?
Ne olurdu biliyor musun? O operasyonlar istedikleri gibi gerçekleşse ve devamında Başbakan’ı indirebilselerdi ben de hiç tartışmasız tekrar cezaevindeydim ve bir daha da ömür boyu çıkamazdım. O zaman ayrı bir örgüt şeması oluşturup ilgili, ilgisiz herkesi hapse tıkacaklardı. Bakın yeni yeni ortaya çıkıyor kimleri hangi sahte gerekçelerle dinlemişler. İşadamlarını, gazetecileri herkesi yasadışı terör örgütü diye dinlemişler. Herkes hakkında arşiv tutmuşlar. Ben değil çok kişi içerdeydi şimdi. Sadece devleti değil ülkeyi ele geçireceklerdi. Çünkü sizi yazdıklarınızdan ötürü düşman gibi görüyor. Sana terörist, darbeci diyorlar benim bu dedikleri olmadığımı görmek için bu ülkede yazılı bir hukuk var onu okumak lazım, eğer bunu bir kör değilse hatta kör bile olsa kabartma yazı ile okur ve bu adam terörist değil der, ama adamlar seninle ilgili sahte deliller üretiyor ve savcı da bunların sahte delil olduğunu bile bile tutukluyor. Ve cezaevinde kendinizi buluyorsunuz. Bunların en büyük amaçları Tayyip Erdoğan, hapse attırmaktı.
Cemaatin öyle dışarıya yansıtıldığı gibi sandığa yansıyan bir oy oranı da hiç yokmuş aslında değil mi?
Cemaatin bütün gücü devlet içindeki yapıdan ve istihbarattaki yapılanmasından ve yarattıkları korkudan geliyordu. Bakın ben cemaatin en heybetli, onlardan en korkulan ve hatta kendisine cemaat demeyi bile neredeyse yasakladıkları ve hizmet hareketi dedirttikleri bir dönemde,  “Ergenekon Belgelerinde Fethullah Gülen ve Cemaat” diye bir kitap yazdım. Bana kaç kişi sakın yazma demişti.

“YAZMAM GEREKİYORDU”
Korkmadınız mı hiç bu kitabı kaleme alırken?
Hayır, onun yazılması lazım neden korkayım? Ben bugün yolsuzlukla ilgili de olsa yine yazarım. Gazeteci korkuyorum diyemez, böyle bir gerekçe olamaz.



“TÜM DERTLERİ BİAT ETTİRMEK”
Seçim öncesi Doğan Grubu’nu sert sözlerle hedef alan Sayın Cumhurbaşkanı’na Sayın Aydın Doğan mektuplarla yanıt verme yoluna gitmişti. Seçim sonrası ise Hürriyet’ten kucaklaşma mesajı geldi iktidara. Kucaklaşma mesajına Erdoğan’ın yanıtı çok da olumlu olmadı gibi. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Olumlu yanıt vermeyebilir ama Doğan Grubu’nun pozisyonu çok belli. DHKP-C’ye, PKK’ya ve herhangi oluşuma bulaştırmaya çalışırsan o iftira sana yapışır. Çünkü Doğan Grubu habercilik yapıyor sadece, yıllardan beri ne olduğu ortada. Onların bir intikam, bir korkutma operasyonu yapmak istediğini de herkes biliyor. Onların tüm derdi Doğan Grubu'nu biat ettirmek. Bütün dert bu. Gazetecileri boşuna hedef gösteriyorlar. Gazetecileri teröre destek veriyormuş gibi göstermeye çalışmaları bile çok komik, herkes gülüyor. Ellerindeki yargı gücü ile korkutmaya çalışıyorlar.

“BU ÇOK ÜRKÜTÜCÜ, İNSANI BİTİRİR, FELÇ EDER; KORKSAYDIM BEN KORKARDIM”
Bazı gazetecilerin işten atılmasını ve işten atılacaklar listesini yine ekrandan bazı gazetecilerin yapıyor olması insanı tedirgin ediyor, sizi de ediyor mu?
Niye olayım ki? En büyük bedelleri ödemişim! Gerçek haberciliğin peşinden koşmak için, özgürlüğümü aldılar hiçten yere; daha fazla ne yapabilirler ki? En fazla işten attırırlar, attırsınlar ne olacak, çantamızı alır çıkarız. Mesele o korkuyu insanların içine almaması. Bu çok tehlikeli. O korku sizi çürütür, bitirir, felç eder. Mesela 2009’da cemaat, bize hizmet hareketi veya gönüllüler hareketi diyeceksiniz diye baskı yapardı. O zaman da demedik, “Yok siz cemaatsiniz” dedik. Kemal Unakıtan daha gelir gelmez, “Kaçakçılıktan yargılanan böyle bir adamı Maliye Bakanı yaptılar” diye defalarca haber yapıp üzerinde bir kitap yazmış bir insanım. Hangi korku? Uzan’lar en korkunç ve güçlü olduğu zaman onları da yazdım. Türkbank yolsuzluğunu yazdım, işim hep bunları yazmakla geçti. Geçmişte yazdığım bütün kitaplar tekrar basılmaya başlandı. Dolayısı ile korkuyoruz tarzı cümleler bana çok gülünç geliyor. Korksaydım ben korkardım. Hedef biat ettirmeye çalışmak, gazeteciler de bunu görmeli.

“SADECE YOLSUZLUK OPERASYONU DEĞİL, HEDEFLERİ ERDOĞAN’I İNDİRMEKTİ”
Ama korkup biat edenler ne olacak?
Eden eder, Herkesin kendi tercihi. Herkes kendi vicdanına bir gün hesap verir. Mesela Ben Ertuğrul Özkök’ün “17-25 Aralık’ı unutalım” sözlerine de katılmıyorum. Hayır, unutmayalım. 17-25 Aralık’ı da konuşurum; ama bu tarihlerin aynı zamanda Tayyip Erdoğan’ı tutuklatmaya yönelik bir operasyon olduğunu da konuşurum. Neden unutacakmışım. Ben unutmak istesem halk unutur mu, ya da sen istedin diye halk unutur mu? Önemli olan objektif olmak, güvenilir olmaktır. Dün ne diyorsam bugün de arkasındayım çünkü doğruyu anlatıyorum ben. Mesela 17-25 Aralık’a sadece burada bir yolsuzluk vardır diye asla bakmadım. Ben bu sürecin 4 bakanın istifasını gerektiren bir yolsuzluk olduğunu ama bunun Tayyip Erdoğan ve ekibini hapse attırmaya yönelik bir operasyon olduğunu da her defasında söyledim. Hatta bu operasyonu yapanların Celal Kara ve Zekeriya Öz olduğunu, cemaatçi polisler ve hakimler olduğunu görünce baktım bu bir cemaat operasyonu, bizi tutuklayanların hepsi burada.  Devlet içinde bir devlet olduğunu biliyorduk ama aklıma paralel diye bir kelime hiç gelmemişti. Buradaki samimiyetsizlik şu; cemaatin yolsuzluklarla falan derdi yok hedefleri Erdoğan’ı indirmekti. Evet adı geçen dört bakanın istifası ile sonuçlanan ve AKP’lilerin bile savunamadığı bir yolsuzluk olayı vardır ama Erdoğan’ı hapse atmak amacı da vardı.

“HERKESİ BİAT ETTİRENE KADAR DAHA DA SERTLEŞECEKLER”
Özkök demişken; tekrar medyaya dönelim. AK Parti bu 49’un ardından nasıl bir politika uygular. Mesela medyaya bakışı nasıl olur. Kucaklaşmalar yaşanır mı?
Valla ben yumuşama olacağını zannetmiyorum, daha da sertleşecekler. Medya patronlarını ne kadar korkutmayı becerirlerse o kadar yumuşamış görünür ortalık. Ama Türkiye’de artık sosyal medya var bunu da unutmamak lazım. Onların derdi merkez medyayı da ele geçirip duymak istediklerini duymak ve herkese biat ettirmek. Ama bu ülkede muhalefet partileri de var, onları da yok saymamak lazım. Muhalif dediğimiz o gazeteciler de sadece gerçekleri yazmalı, kişisel nefretlerini gazeteciliğe yansıtmamalı. Objektiflik çok önemli. Mesela sen gazeteci olarak masanın üzerindeki şu fincanı insanlara göstereceksin, ama o fincanı alıp birinin kafasına atmayacaksın. Sen o gerçeği göster kimin işine yarıyorsa diye bakma, kim nasıl kullanıyorsa kullansın. Senin işin gazetecilik yani gerçeği göstermek. Evet muhalif olabilirsin ama siyasi muhalefeti siyasetçilere, muhalefet partilerine bırakacaksın. Yoksa en fazla gazeteciliğe zarar verirsin.

“GAZETECİLERİN İTİBARI YOK, YALANCI OLARAK GÖRÜLÜYORLAR”
Bugün medyanın ne büyük sorunu ne?
Herkes gazeteciliği kullanıyor. İktidara yakın olanlar kendine göre, cemaat kendine göre, öteki kendine göre. Bu yapılanın adı gazetecilik değil, tetikçilik oluyor. Gazeteci kimsenin sesi olamaz, sırtını da hiçbir yere dayandıramaz. Bütün yapılan araştırmalarda basına olan güven en diplerde. Mesela Tayyip Erdoğan için ne deniyor, “diktatör otoriter”, hükümet için “yolsuz”, siyasetçiler için “hırsız”, yargı “çürümüş”, doktorlar “rüşvetçi” gibi bir kanaat var değil mi? Peki insanlara soruyorlar; kurumlara güven sıralaması yapar mısın diye asker çıkıyor, Cumhurbaşkanı Erdoğan çıkıyor, hükümet çıkıyor, siyasetçiler çıkıyor ama medyaya gelince kimse güvenmiyor. Toplumun yüzde 95’i gazeteci dediğinde “yalancı” diyor. Bunu oturup bizim gerçekten düşünmemiz ve hem mesleği hem de kendimizi gözden geçirmemiz gerekiyor. Çünkü muhalefet eden de, iktidara yakın olan da yalancı olarak görülüyor.

“FUAT AVNİ DENİLEN KIYTIRIK İNTERNET FENOMENİ…”
Çok vahim o zaman…
Tabii ki vahim. Düşünsenize Fuat Avni diye kıytırık bir internet fenomeni var ve milyonlarca kişi takip ediyor. Cemaatin devlet içindeki uzantıları etkiliyken çok etkiliydi ama sonra tükenip yalana sarıldı. Düşünün sıradan insanlar bile onun dezenformasyonlarını konuşuyor. Gazeteler manşet yapıyor, onun yazdıklarından yola çıkarak. Orada gazetecilik falan yok. Düşünsenize Bilal Erdoğan İtalya’ya kaçtı diyor kimse de sorgulamadan bunu haber yapıyor, bir sorgulayın Allah aşkına, en kötü vakfı arayın. Adam sana yanıt vermese bile bir sor. Sorduk ama yanıt alamadık de. Ya da yalanlayacak. Sen gazeteciliğini yapsana. Fuat Avni kim ki onun sözü ile manşet hazırlıyorsun sen?
Belki bu medya düzeni de değişir değil mi?
Objektif gazeteciliğe derhal dönülmeli ama benim hiç umudum yok.



“GAZETECİ ATAR YAPMAYI BIRAKMALI”
Çok karamsarsınız hiç umudunuz yok mu?
Bir kere gazeteciler kendi gazetecilik sınırlarına çekilmeli. Siyasetçi pozisyonundan kendilerini geri çekmeli. İktidarın gücünü arkasına alıp “Yakarım, yıkarım, yargılanacaksın, atılacaksın,”  şeklinde atar yapmayı bırakacaklar. Herkes kendi işine bakacak, gazeteci polisliğe, yargıçlığa soyunmayacak. Kalemiyle kimseyi yargılamaz, asıp kesemez. Topluma saygı duymalı ki toplum da ona saygı duysun. Bugün şu masadan bana git dediklerinde; çekip gidecek kadar rahatım, kaybedecek bir şeyim yok çünkü. Onurumu kaybetmeyeyim yeter.

“NAZLI ILICAK UTANMA GENİ OLMAYAN İNSAN”
En sık atıştığınız kişilerin başında gelen Nazlı Ilıcak’ı sormazsam olmaz… Kayyum sürecinde, solculardan direnmeyi öğreniyoruz demesi beni çok şaşırttı ya sizi?
Benim onunla ilgili tespitim, utanma geni olmayan insan. Rezil olmuştur da bir türlü kendi rezilliğini görmez. Bence o ve cemaatçi gazetecilerin en büyük suçu Hrant Dink cinayetini karartma konusunda verdikleri çaba. Bunun için benim yaptığım çalışmaları bile Ergenekon’a bağlayacak kadar ahlaksızlar. Hala Nazlı Ilıcak, Ali Fuat Yılmazer’in Dink cinayetinde sorumluluğu olmadığı türünde yazılar yazıyordu taa ki kayyum el koyana kadar. Cinayeti karartmaya çalışan gazeteci olur mu arkadaş, bu mesleği bunlar kirletiyor. Cem Küçük’ün “Nazlı Ilıcak Kanal D’de program yapmasın” hezeyanından bağımsız olarak söylüyorum tabii bunu.

“ÖLÜ SAYIYORUM ONU, HİÇ BİR HÜKMÜ YOK”
Dink cinayetindeki tutumu nedeniyle benim için gazeteciliği bitmiş, ölü saydığım bir insan kendisi, gazeteci bile demiyorum ona. 2012 Şubat ayında Aksiyon Dergisi’ne verdiği röportajda diyor ki Ahmet Şık’ın tutuklanmasına itirazım var ama Nedim Şener’in tutuklanmasına itirazım yok. Çünkü kitabımı yazdığım tarih o ve amacı beni hapiste tutmaktı. Böyle karaktersiz biri. Mesele şu: Hayatını gazetecilik için ödemiş bir insandan daha değerli bir şey olamaz. Söylediği söz için hayatını kaybetmiş Hrant Dink. Bizim el birliği ile kardeşimiz öldürülmüşçesine hareket etmemiz lazımdı, onun eksiğini benim, benim eksiğimi o tamamlamalıydı ama benim ortaya koyduğum somut bir gerçeği yalanla karartmaya çalışırsan altında kalırsın. Nazlı Ilıcak’ın gazeteciliğinin hükmü bitmiştir bunları yazarak.

Teşekkür ederim bana bu güzel röportaj vakit ayırdınız…