Medya
28 Eki 2011 16:03 Son Güncelleme: 23 Kas 2018 12:57

MEDYADA ''KAPI ÖNÜNE KOYULMA'' DUYGUSU!

Medyaradar Medya analisti Atilla Akar, medyada sık sık yaşanan “tenkisatlar” sorununa bir kez de gazetecilerin cephesinden baktı&...

Türk medyası özellikle medya dışından patronların bu sektöre girmesi ve artık gazetelerde “insan kaynakları”nın, (Bu tanıma oldum olası ısınamamışımdır ve bana göre asıl adı “İnsansızlaştırma Kaynakları” olmalıdır!)“ilan-reklam servisleri”nin ağırlığı hissedildiğinden bu yana yeni bir “hastalık” ile mustarip görünüyor. (Elbette daha öncesi de vardı ama hiç bu kadar “huy” edinilmemişti.) Bu “tenkisat”, “işten çıkartma”, hatta kimi kez “kıyım” sözcükleriyle ifade edilen medya çalışanlarının işsiz bırakılması durumudur.

Bu eğilim artık öylesine kurumlaşmıştır ki –maalesef- adeta herkes tarafından “normal” kabul edilen bir “uygulama” haline gelmiştir. Mevcut haliyle Türkiye’de “iş güvencesi”nin en olmadığı kurum medyadır. İnsanlar alınır, insanlar çıkartılır. Gerekmiyorsa niye alınır, yok gerekiyorsa niye çıkartılır belli değildir. İşe alım veya işten çıkartmaların bütün “rasyonel” gerekçeleri adeta iptal edilmiş gibidir. Tümüyle bir “keyfiyet” hüküm sürer adeta. Medya bu açıdan en “istikrarsız” kurumların başında gelmektedir. Her şey birilerinin –ne gibi hesaplarla yapıldığı tam bilinmeyen- iki dudağı arasındadır. Sanki bir laboratuvar ortamının “deney kobayları” haline getirilir çalışanlar. İçlerinde bazen daha “yeni transfer” edilenler bile vardır. Genellikle yukarı katlardaki “Tanrılar”ın önünde bir çizelgeden ibarettir o insanlar.

Başka hiçbir sektörde bu kadar “sirkülasyon” yaşanmaz. Elbette ki basında bir “özel sektör”dür. KİT gibi davranmalarını bekleyemeyiz. Hele de işini yapmayanlar yahut iyi yapmayanlar istihdam edilsin diyende yok. Ancak bu işin cılkı bu kadar çıkarılmaz ve insanlara “oyuncak” muamelesi de yapılamaz. Basında “çağdaş standartlar” denilip duruluyor ama nedense bu konuda bir “standart” olmasından yana kimse gözükmüyor. Çünkü uygulamanın kendisi bizzat standart haline gelmiş bulunuyor. Hem de en “acımasız” haliyle…

İnsan bunları görünce toplumun niçin bu kadar şevkle “memur olmak” istediğini daha iyi anlıyor. Mesleğin ruhuna ve kişiliğimize tümüyle aykırı olsa da insan şaka yollu acaba “devlet bir gazete çıkarsa da bizde orada çalışsak” (Yandaşlardan bize sıra gelmez nasıl olsa!) diye düşünüyor neredeyse. İddia ediyorum; Bu sektörde (Onun bunun adamı, yalakası değilsen) çalışanın bir trikotaj işçisi kadar iş güvencesi yoktur.

Bu kapitalizmin bir sonucu mu? Evet! Ya sendikasızlaştırılmanın? Evet! Gazetecilerin bilinçaltında kendilerini “emekçi”den saymaması? Dayanışma duygularının adeta “sıfır” olması? (Vazgeçtim dayanışmadan sincice birbirlerinin kuyusunu arkadan kazmasınlar yeter!) Hepsine evet! Ancak dünyanın hiçbir yerinde bu kadar keyfi, bu kadar zırt pırt “tenkisatçılık” oynandığı da görülmemiştir. Tüm toplumun haklarını savunmaya kalkan bir mesleğin kendi haklarını savunamaması hayli ironik bir durum olsa gerek. Bir yönüyle “müstahak” tır demek geçiyor içimden ama yapamıyorum…  

Bu durum artık o kadar kanıksanmıştır ki belli dönemler veya durumlarda adeta bir “tenkisat mevsimi” yaşanır. İnsanlar kurbanlık koyunlar gibi akıbetlerini bekler. Önce dedikodular dolaşır ve ne gariptir ki bunlar genellikle doğru çıkar. Sonra ya bir kapıya listeler asılır ya da bir “yetkili” sizi çağırıp durumu “tebliğ” eder. Masanızı, eşyalarınızı toplarsınız. Elbette en kötüsü ve iğrenci de –bir dönem sıklıkla yapıldığı gibi- elektronik giriş kartınız çalışmaz olur. Biraz saf veya toy olanlar bunu kartın veya makinenin bozuk oluşuna yorar ama öyle değildir. Tazminat alanlar sevinir alamayanlar kara kara düşünür. (Alsalar ne olur, kaç ay dayanabilirler ki?) Yine iş aramalar başlar, diğer gruplardaki arkadaşların telefonları çevrilir, oradan buradan “haber bekleme”ler başlar. (“Ekip adamları” biraz daha şanslıdır.) Aileden “görece imkânlılar” dayanır, diğerleri sürünür, eşten dosttan “borç” almalar başlar.

Başka sektörlere zıplayanlar (Genellikle Halkla ilişkiler, basın danışmanlığı, reklam ve şimdilerde az biraz dizi yazarlığı, vb) olur. Tümüyle mesleğe küsüp bırakanlar çıkar. Arada tek tük benim gibi kendini kitap yazmaya ya da (10 yıllık işsizlik çok işime yaradı doğrusu. Bu sayede 19 tane kitabım oldu. Beni işsiz bırakanlara teşekkür ederim!) internet yazarlığına adayanlarda olur. Cepte metelik kalmasa da kuyruğu dik tutuyoruz hiç olmazsa! (Sevgili Ayla Önder’in kulakları çınlasın. “İşsiz Gazetecileri kırpıp kırpıp internet yazarı yapıyorlar” demişti geçenlerde!) Fakat işin en kötü yanı da şu bence; insanda kompleks yaratması. “Acaba ben kötü bir gazeteci miyim?”, “İşimi iyi yapamıyor muyum” diye düşündürmesi. Kendi payıma bundan daha büyük zulüm düşünemiyorum. Berbat bir duygudur bu…

Her neyse! Ben bugün aslında “Van Depremi”nin algılanışına dair bir yazı yazıyordum. Başlamıştım, yarım kaldı. Star’daki işten çıkarmalar olunca bu noktaya yöneldim. (Orada durum biraz daha farklı galiba. Bir “el değiştirme” var ve Uğur Dündar’ın “ekibi” mi budanıyor ne? Fakat sonuç aynı. Neyse, bu gibi kulislerden aslında hiç anlamam.) Bu konudaki gözlem, deneyim ,kanaat ve hissiyatımı aktarabildim umarım…
 
Tüm meslektaşlarıma geçmiş olsun!..

Atilla AKAR

atillaakar@gmail.com