Röportaj
06 Kas 2014 15:07 Son Güncelleme: 23 Kas 2018 16:53

Kürşat Bumin'den olay yaratacak sözler! Akil İnsanlar kullanıldı!

Akil İnsanlar Heyeti’nden ayrıldığını açıklayan Kürşat Bumin, Heyet’in çözüm süreci için hazırladığı raporların Başbakan Davutoğlu tarafından bile okunmadığını söyledi.

1972-1980 yılları arasında Paris’te siyaset felsefesi üzerine çalışmalar yapan Kürşat Bumin, Türkiye’ye döndükten sonra 10 yıl Ege Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde öğretim üyeliği yaptı. Bir dönem oldukça ilgi çeken MedyaKronik adlı internet sitesinin kurucusu olan Bumin’in, Yeni Şafak gazetesindeki yazarlık serüveni ise 16 yılın ardından, Gezi Direnişi’yle birlikte sona erdi.

Bumin, geçen ekim ayında da çözüm süreci için oluşturulan Akil İnsanlar Heyeti’nden ayrıldığını açıkladı. Halen Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde Öğretim Görevlisi olan Bumin’le, Akil İnsanlar Heyeti’nden neden ayrıldığı, çözüm süreci ve AKP’nin ‘siyaset felsefesi’ hakkında BirGün'den Berkant Gültekin ile konuştu.

Bumin, AKP hükümetinin çözüm sürecini bir ‘reklam çalışması’ gibi kullandığını ve üstüne düşen sorumlulukları yerine getirmediğini dile getirerek, HDP’nin kendi çözüm haritasını somut maddelerle ortaya koyması gerektiğini belirtti.

>>Akil İnsanlar Heyeti’ne hangi amaçla katıldığınızı öğrenmekle başlayalım...
Benim amacım bu sorunu topluma tartıştırmaktı. Bize dediler ki, Anadolu’ya gidilecek, değişik bölgelerde büyük katılımlı toplantılar yapılacak. Beni en fazla çeken işin bu yönü oldu. Şöyle düşündüm: Kürt meselesinde şimdiye kadar herkes konuştu (Hükümet, partiler, yazarlar vs) fakat toplumun sesini hiç duymadık. Gittiğimiz yerlerde toplantılarda sivil toplum kuruluşundan esnafa kadar çok farklı kesimden katılımcılar oluyordu. Kürt sorunu en başta siyasi bir sorun. Bu sorunda topluma söz vermeden olmaz. Bu madem toplumun birinci dereceden bir sorunu; o halde toplumun ne düşündüğünü ve meseleye nasıl yaklaştığını dinlemek gerekir. Beni ilgilendiren kısmı buydu.
Toplantılar devam ederken beklediğim gibi oldu. Hükümet komiseri değiliz, kimseyi ikna etmek gibi bir görevim yoktu. Ben kendi adıma ‘moderatör’ gibi davranıyordum.
>>Hükümetin yaklaşımı nasıldı? Sizin düşündüğünüz gibi hükümet de sorunu topluma tartıştırarak mı çözmek istedi?
Öyle olmadığını işin başından tahmin etmek zor değildi. Hükümet bu fikri ve uygulamayı (medyanın da büyük himmetiyle tabii ki!) meseleyi birkaç ay malum ritminde tutmak için kullandı diyebilirim. Ben Karadeniz bölgesinde görevliydim. Bize demişlerdi ki, “Karadeniz çok serttir, milliyetçidir”. Gittik gördük ki hiç de öyle değil. Bana desen ki ‘Hükümet tarafından kullanıldığınızı düşünüyor musunuz?’, “Akiller sonrası seyri hatırladığımızda ‘evet kullanılmışız’ diyebilirim…” Nitekim bu kanaate vardığımdan dolayı son toplantıya da katılmadım. İş artık folklor dönüştü. Alevi Çalıştayları’nın başına gelen benzeri bir şey bu. Çözüm süreci ya da Akil İnsanlar Heyeti, politik olarak düşünüldüğünde hükümet açısından akıllıca bir işti. Kim fikir vermişse iyi bulmuş, güzel bir PR çalışması gibi kullanıldı.
>>Heyete birçok farklı isim katıldı. Akit gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hasan Karakaya da heyetin içinde. Yazılarından gördüğümüz kadarıyla Karakaya işi Yahudilere açık açık küfür etmeye kadar vardıran bir kişi. Mesele bir kimliği tanımaksa, Karakaya gibi birinin içinde olduğu herhangi bir yapı bunu nasıl sağlayabilir?
Kesinlikle öyle ama söylediğiniz isim uç örnek. Karakaya, son dakika, birinin yerine heyete dahil edildi. Şimdi bana deseniz ki “Karakaya’nın orada olduğunu bilseniz kabul eder miydiniz?”, onu düşünürdüm. İslami kesimden de insanlar tabii ki olabilir, bu sorun değil ama Karakaya uzlaşmaya, çözüm fikrine çok uzak, karaladığı metinlerden etrafa kesif bir ayrımcılık kokusu yayılan bir isim.

HÜKÜMET SÜRECİN HAKKINI VERMEDİ
>>Sizin 17 Ekim’de heyetten ayrıldığınızı öğrendi kamuoyu. Neden toplantılara katılmak istemediniz?

Çünkü bitti iş. Dinledik, raporlar da yazıldı ve bitti. Sonra öğrendim ki o raporları Ahmet Davutoğlu (bile) okumamış. Bu “ihmal”e de şaşırmamak lazım; onlar açısından yani olay besbelli değil mi, oturup da rapor mu okuyacaklar. Onlar biliyorlar meselenin ne olduğunu. “Akiller” konusunda şunu da ekleyeyim: Biliyorsunuz, ‘Akil’lik sürekliliği olan bir unvan, bir konum değil. Üç beş haftalık bir toplumu dinleme sürecinde öneri götürülen 60 kişilik bir topluluktan söz ediyoruz. Oysa bazı yayınlarda herkes gibi benim de karşılaştığım gibi konuşmacının unvanı ekrana “Akil” olarak düşüyor. Bunun bir adım ötesi bir yüzünde “Akil adam” yazılı kartvizit bastırmak olacak herhalde… Akillik bir fırsat oldu bazıları için. Benim için bitti. Yeri gelmişken şunu da ilave edeyim: “Akil insanlar”ın “çözüm süreci”nde rol alması gereken bir “sivil toplum” örgütü olarak değerlendirilmesi de çok yanlış. Haksız mıyım; hükümet tarafından seçilen bir grup insanın “sivil toplum” örgütü olarak anılması olacak iş mi?
>>Çözüm tartışmalarının başladığı günden bugüne, size göre hükümet bu sürecin hakkını verdi mi?
Kesinlikle vermedi. Hükümet çözüm sürecini hak ettiği ciddiyetle ele almadı. Ortada dolaşan ve sürekli tekrarlanan “siyaset dışı” bir takım “iyi niyet” ifadesi sözcükler eşliğinde özünde “eski Türkiye”nin konuya ilişkin uygulamalarına, icraatlarına imza attı. Nitekim “Akil İnsanlar”ın son kez toplantıya çağrılması da bu çerçevede şaka gibi bir şey oldu. Şimdi burada neden Akilleri yeniden topluyorsun? Akil ne yapabilir sana?
>>Bundan sonrası için umut görüyor musunuz?
Şu durumda görmüyorum. Hükümet 200 sayfalık bir çözüm haritası hazırlamış. Hatta HDP’ye 1 sayfasını (sadece) göstermişler diyorlar. Bir kere 200 sayfalık “yol haritası” olmaz. 200 sayfada ne yol haritası yapacaksın? Onun için ben bugünlerde HDP’ye diyorum ki, hükümetin hamlesini bekleme, içeriği konusunda kamuoyunun meraktan çatlatmasına az kalan şu “harita”yı ortaya sen ortaya koy…

ÇÖZÜMÜ KÜRTLER ORTAYA KOYMALI
>>Kürt siyasetine başka ne tavsiye edersiniz?

“Yol haritasını” HDP ortaya koymalı. Hükümet bir türlü açıklayamıyor. Zaten 200 sayfa yazmış ve ne yazdığı belli değil, 1 sayfa gösterip geri çekiyor. Bu yol haritasından insanlar da bir şey anlamıyor artık. ‘Nedir bu yol haritası denilen şey?’ diye düşünüyorlar. HDP’nin hükümete şöyle seslenmesi lazım: “Arkadaş sen bu haritayı yazdınsa da açıklayamıyorsun, ya bir şey yazmadın bunu bir sürü boş lafla doldurdun. Bu durumda ben senin önüne bir ‘harita’ koyuyorum. Bu ‘harita’ öyle 200 sayfalık bir destan da olmayacak, hepsi hepsi 3-5 sayfalık bir ‘harita’ olacak. Peki bu 3-5 sayfayı nasıl dolduracak. Bana göre şöyle: ‘Anadilde eğitim istiyorum, adem-i merkeziyetçi bir yönetim istiyorum; hatta ilerde bölgeciliğe geçilmesinin önünü açacak düzenlemeler üzerinde ciddiyetle çalışılacağına dair açıklama istiyorum; barajın yüzde 5’e düşürülmesini istiyorum’ diyecek. Çünkü baraj en azından –şimdilik- yüzde 5 olmazsa parlamento çoğulcu olmaz. Al yüzde 34’ü yine gel buraya tek başına iktidar ol. Sonra siyasi partiler Yasası, Terörle Mücadele Yasası ile Ceza yasasının 300’lü maddelerinin kaldırılmasını talep edilecek. Kürt siyasetinin son derece önem verdiği ve pratiğe dökmeye başladığı “kadın hakları”nı ve bu siyasetin giderek daha sıklıkla dile getirmesi gereken “ekopolitik”e ilişkin çerçevede “harita”da yerini alacak. Bu kadar basit. HDP’nin “Benim haritam bu, var mısın yok musun?” demesi gerekiyor. Gördüğünüz gibi bunlar liberal özgürlükler (liberalizm değil!) faslına ilişkin taleplerdir. “Bu özgürlükleri istemek terörizm değil” diyeceksin hükümete ve kamuoyuna. Toplum görsün bunu.
>>Bugün toplumun geniş kesimlerinden ‘otoriterleşme’ eleştirisi alan 12 yıllık bir iktidar partisinin, bu siyaset anlayışını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Mütedeyyin kesime cumhuriyet tarihinde “cumhuriyetçilik” açısından iyi gözle bakılmadığı muhakkak. Yani tekrarlamaya gerek yok, Cumhuriyet yüzde yüz seküler(!) bir millet oluşturma derdine düşmüştü. Fakat burada önemli olan, ilk zamanlardan itibaren cumhuriyetin dini devletin kontrolü altına almasıydı. Bu Cumhuriyet’in bir çelişkisiydi; Cumhuriyet yönetiminde din, devletin kontrolünde olmamalı. Sonuç olarak mütedeyyinlerin mağduriyetlerinin başta gelen nedenlerinden birisi de bu oldu.
Diğer yandan şehirlerin İslam’la ilgisi kesildi. Gidin bugün bakın, özellikle büyük şehirlerdeki cami cemaatinin çoğunluğu “şehirli” insanlardan değil daha çok yeni göç etmiş insanlardan oluşuyor. Demek ki cumhuriyet aslında bir şehir dini iken, taşraya sürülmüştür. Devletin eli o zamanlar taşraya kadar uzanmadığı için de (TOMA’lar falan yok o zaman!) İslam burada yaşamaya devam etmiştir.
Cumhuriyet şehirli insan için İslama, ‘ibadet etme’ den ziyade ‘gönülde yaşatma’ anlamı yüklemiştir. Şehirli insan, büyük oranda dini pratikle ilişkisini kesmiştir.

MAĞDURİYET SÖYLEMİ ÇOK ÇİRKİN
Başörtüsü mağduriyeti de Cumhuriyet’in yol açtığı bir mağduriyetti şüphesiz. İstatistiklere göre kadınların yüzde 67’si başörtülü, Türkiye’nin yarısı da kadın ve kadınlar devlet memuru olamıyordu. Türkiye’nin neredeyse yarısına yakın bir kesimi devlet memurluğunun dışına atıyorsunuz. Haksızlık ve eşitliğe de çok aykırı.
Ama bakın, devletin dine Diyanet İşleri Başkanlığı ve imam hatip okulları ile el koymuş olmasına geçmişte mağdur olmuş kesimin hemen hiçbir itirazı yok.
Diğer yandan mağduriyet söylemini günümüzde bu kadar tekrarlamak da yanlış. Çünkü kalmadı artık mağduriyet. Başörtüsü artık –iyi ki- bir problem değil, bu kesime –iyi ki- artık devlet memuru olma kapısı da açıldı. Fakat hala mağduriyeti hatırlatan ve bu hatıraları oya tahvil etmeye çalışan bir iktidar görüyoruz karşımızda. Bu çok çirkin-yanlış ve daha da önemlisi “kötü hatıraları”ndan kurtulma yolundaki bir topluma “ileriye değil, daima geçmişin kötü günlerini hatırlatan” bir söylem.
>>Sizin de içinde olduğunuz kimi isimlerin iktidar tarafından, özellikle ‘yükselme döneminde’ kullanıldığını düşünüyor musunuz?
Ben Yeni Şafak’ta 16 sene yazdım. AKP’nin iktidara ilk geldiği dönemi hatırlarsanız, kimin eli kimin cebinde belli değildi. AKP seçime girdiğinde, Milli Görüş gömleğini çıkarmıştı ve yüzünü Avrupa Birliği’ne çevirmişti. Bunlar bana göre de çok olumlu gelişmelerdi. AKP’li değildim ama bu politikalarını desteklemiştim. AKP liberallerle yakınlaştı ilk zamanlar. Ben kendimi liberal olarak nitelendirmiyorum, liberal özgürlükleri savunuyorum ama solda durduğumu düşünüyorum. AKP’nin Bir destek rüzgârı yaratması gerekiyordu. Bu yükselme döneminde insanlar buna destek verdi. Ama sonra işler değişti.
>>‘İşler değişti ben ayrıldım’ mı diyorsunuz?
Övünmek gibi olmasın ama ben söz konusu sürecin başında neredeysem öyle kaldım. Bu süreçte en önemli kırılma Gezi süreci oldu mutlaka. O dönem Gezi’ye dair ne yazılması gerekiyorsa –aklımın yettiği kadar!- tabii ki onları da yazdım. Şunu da eklemem gerekir: Yeni Şafak’ta 16 yıl yazdım ve bir gün bana tek bir sözcüğü düzelt denmedi. Ama herkesin gözlemlediği gibi Gezi’den sonra olaylar değişti.                            
AKP, 'AYDIN' FUKARASI
>>Sizinle aynı çizgide olan yazanların çoğu hâlâ iktidara destek vermeye devam ediyor. Etyen Mahçupyan (Kendisi Başbabakan’ın danışmanı da oldu), Ali Bayramoğlu, Markar Esayan, Yıldıray Oğur, Atilla Yayla... Bu yazarlar hakkında ne söyleyebilirsiniz?

Etyen ve Ali dışında saydığınız isimlerle eskiye uzanan bir tanışıklığım yok. Bu iki ismin bugün ne yaptıklarını ve de yapmak istediklerini doğrusu ben de –pek çok insan gibi- merakla izliyorum. Saydığınız isimlerin sonuncusu yaş olarak bana daha yakın. Birçok köşe yazarı gibi onu da takip etmiyorum ancak, köşemin kapatıldığı gazetenin kapısından benim çıkmamla girmesi bir olan bu kalemin ilk yazısını aşağı yukarı hatırlıyorum. Aşağı yukarı şöyle bir şeydi: “Tarzıma en uygun mecra olan Yeni Şafak’da hoş bulduk”(!) Ne yapacaksınız ülkenin sadece “cumhuriyetçisi” ya da şusu busu değil, “liberali” de benzer kumaştan…
Ne diyelim; gerçekten “aydın” açısından bayağı fukara olan AKP’nin bugünlük-şimdilik “organikleri” de benzer kalem havuzundan sağlanıyor…
>>AKP’den bir demokrasi beklentisi olanlara ne söylemek istersiniz?
AKP’nin seçime kadar daha da otoriter ve baskıcı bir yönetim benimseyeceğini düşünüyorum. Böylece MHP’nin seçmenine de hitap edecek. Kürt sorununda da, Lenin’in lafını bozarak söyleyeyim “Bir ileri, üç geri” hareket edecektir. Başbakan’ın “kamu düzeni” olarak ifade ettiği şey geçerli olacak. Burada ihtiyaç olan artık hemen herkesin işaret ettiği gibi güçlü muhalefet ihtiyacı. Türkiye’nin en büyük sıkıntısı iktidarda münavebenin (değişim, rotasyon) bitmiş olması. AKP 2071 programı yapıyor bugün! Onun için seçim barajını kaldırmıyor. Çünkü baraj düştüğü zaman bir partinin tek başına kolayca iktidar olmasının önüne geçilebilir. Oysa AKP, bırakın sözünü ettiğimiz “münavebe”yi karşısındaki bütün muhalefeti “terörist” ilan etmiş durumda. Böyle bir demokrasi olamaz. İktidar partisinin muhalefeti “terörist” gösterdiği bir demokrasi olabilir mi?
***
GEZİ'YE 'DARBE' DEMEKTEN AKILSIZCA BİR ŞEY OLMAZ
“Başbakan Ahmet Davutoğlu’nu dinlerken karşınızdakinin bir siyasetçi değil de bir ahlakçı (moralist) hatip olduğu izlenimine kapılıyorsunuz. ‘Tarih’le karışık bir ‘ahlakçılık’ bu tabii ki. Hemen her konuşması Malazgirt ile başlayıp ‘kadim şehirler’le son buluyor! Biliyorsunuz ‘ahlakçılık’ın siyasete yapışmasının bir topluma vereceği zararlar saymakla bitmez. Gezi’yi de ‘darbe girişimi’ olarak niteledi. Bir akademisyenin Gezi’yi ‘darbe’ olarak tanımlamasından daha akılsızca bir şey olamaz.
Bakın mesela şu önümdeki gazete haberine: ‘Başbakan (…) işçilerin işveren hakkındaki şikâyetlerini iletmeleri için özel yapı oluşturacaklarını açıkladı.’ İnanılır gibi değil ama hakikat! Başbakan işçi şikayetlerinin iletilmesi için özel hat kuruyor! Sendikaların bu ‘soğuk şaka’ yüzünden kırıldıklarını umarım. Bu önerinin sahibinin ‘siyaset’ten diplomalı bir ‘âlim-başbakan’ olduğunu da unutmayalım! ‘Zavallı Türkiye’ desek yanlış mı olur?”