Röportaj
22 Mar 2009 15:28 Son Güncelleme: 19 Kas 2018 13:36

MİLLİYET'TEN NEDEN AYRILDI?.. İŞTE YILLAR SONRA ORTAYA ÇIKAN GERÇEK!..

Yavuz Baydar, Milliyet'ten neden ayrılmak zorunda kaldığını, Balbay'ın günlüklerini, gazeteciliğin şu anki durumunu Taraf'a anlattı...



Ombudsman Yavuz Baydar, "devletin çıkarı" için sansür yapmakla övünen Sabah yönetimine "Gazetecinin devleti akıl ve vicdandır" diye karşı çıktı ve... Ergenekon sanığı Balbay'la dayanışan gazetecileri ayıpladım. 90'larda tutuklu gazetecileri terörist ilan eden Oktay Ekşi de aralarındaydı. Bu riyakârlıktır... Balbay'ın günlüklerini yayınlamayan gazeteci değildir. Melih Aşık "Yayınlamak suç" diyor. 28 Şubat'ta yapılana ise 'oh' diyordu. Mesleğe ihanet ediyorlar... Bir gazete patronu o gün Başbakan'la buluşacak diye, Deniz Feneri'ni manşet yapan editörü künyeden çıkardı. Yayın Müdürü sonra öğrendi. Tam rezalet...


Sabah Gazetesi Ombudsmanı Yavuz Baydar Türkiye gibi medyanın gayya kuyusu olduğu bir yerde, ombudsmanlıkta 10. yılını doldurdu. Aynı zamanda Dünya Ombudsmanlar Birliği (ONO) Başkan Yardımcısı olan Baydar'la geçen haftaya damgasını vuran "Gazeteci devlet menfaatini gözetir mi, gözetmez mi?" tartışmasından, Balbay günlüklerine ve Balbay'ı destekleyen gazetecilere, Milliyet'ten ayrılmasına neden olan "Sahte manşet" hikâyesinden, yandaş medya üzerine düşüncelerine kadar herşeyi konuştuk.

Türkiye'de ombudsmanlık arada sıkışmış bir iş değil mi?

22 Mart 1999'dan, yani bu işe başladığımdan bugüne kadar hep arada sıkışmıştır ama genel olarak dünyada da araya sıkışmış bir iştir. Ombudsmanlar yalnız insanlardır. Sevilmezler çünkü eleştirileri taşıyan, kendi eleştirilerini de ekleyen; düzeltme ve özeleştiri yapmaya zorlayan insandır ombudsman.

Ombudsmanlığa nasıl başladınız?

1990'lı yıllar Türkiye'nin olağanüstü kötü yönetildiği, çürüme üreten, 10 kıymetli yılı bizlere kaybettiren bir dönem. O kapkaranlık dönemi noktalayan ekonomik krizin merkezinde, aslında medya krizi vardı. Mafyavari yapılara, çete kafalarına teslim olmuş, iyice yozlaşmış siyaset iklimi içinde, sektöre yerleşen para hırsıyla gözü dönmüş, meslek cahili patronların da baskısıyla, yüksek maaşlarla kendileri ne derse onu yapacak kişilerin basında yönetici olmasıyla, ilkelerin ayaklar altına alındığı, patronun Ankara'daki yerleşik güç odaklarıyla çıkar ilişkilerine tamamen bağımlı medya modeli oluşturuldu. Karşılıklı çıkar dengesi, medya ile asker ve sivil bürokrasiyi ve siyaseti birbirine rehin kıldı. Halkı takmayan, dürüst haber alma ihtiyacına gülüp geçen kartellerle süslü saadet zincirleri oluşturuldu. Patronların gölge Genel Yayın Yönetmeni olarak "Onu çıkar, bunu şöyle değiştir, haberi şöyle kabart" dönemi başladı ve ahlak dışı bir gelenek halini aldı. Birçok meslektaşımız ya ortak oldu ya da göz yumdu. Bunlar hâlâ aramızda ve hâlâ kilit noktalarda. Söylerken bile utanç duyuyorum.


Ama bizim sektörde vicdan damarı da kuvvetlidir. Umur Talu, Milliyet'te yönetici olarak göreve gelmesinin ardından bu öneriyi ortaya attı.


Dünyadaki modeller üzerinde çalıştım, Amerikalı ve İngiliz ombudsmanlarla uzun uzun yazıştım ve "Basında herkes evini temizlesin, yeter" sloganıyla 22 Mart 1999'da ilk yazı tam sayfa olarak çıktı.

Bu kavramı oturtmak zor olmadı mı?

Kolay olmadı. Meslektaşların bazıları çok alaycı baktılar, aldırmadılar. Bir kısmı küsme noktasına vardırıncaya kadar direndi. Umur Talu'nun "Bu bir kurumdur ve burada kalacaktır, buna alışın" mesajıyla isyanlar bastırıldı. İkinci yılın sonunda "Ombudsmanın köşesine düşmeyelim" diyerek haberlere daha titizlenildiğini gördüm. Püf noktası şu; Genel Yayın Yönetmeni ombudsmanlığa inanıp, destek verecek. Aksi halde çatışma yaşanır. Mesela, Ahmet Altan'ın Almanya'da yaptığı öne sürülen bir konuşmanın metnini yayınladı gazete. Altan beni aradı, habere giren sözlerini yalanladı. Anlaşıldı ki, yalan haber söz konusu. Büyük bir dirençle karşılaştım. Genel Yayın Yönetmeni Mehmet Yılmaz'ın hatayı kabul edip özür dilemesi için epey uğraşıldı ve güçlükle, o köşede özür yer alabildi. 

Bugünlerde Ergenekon süreciyle ilgili haberlerin nasıl sunulacağı üzerinden bir gazetecilik krizi yaşanıyor...

Türkiye'de yaşanan değişim ve kırılmalar önce ekonomiyi, sonra siyaseti, sonra yargıyı, şimdi de medyayı krize soktu. Gazeteciler olarak derin bir kimlik krizi yaşayacağız. Şu sıralarda medyayı sarsan her olay o kimlik krizinin semptomları. Yurtdışında gazetecilik eğitimi aldım, şimdi son tartışmaları izlerken adı sanı bilinen gazetecilerin meslek ilke ve uygulamalarındaki cehaleti konusunda dehşete düşüyorum. Mesela "Kamu yararı ve hukuk ilişkisinden" bîhaberler. Gazeteciliğin alfabesini sorgulayanlar da var. Acıklı bir durum.


Daha da kötü olan şey, bu insanların yaptıkları yanlış yayınlarla genç muhabirleri de kötü şekilde etkilemesi. Kendi klonlarını yaratıyorlar.

Ortam dinlemelerin kamu yararı için yayınlanması ya da özel hayatın gizliliği gereğince saklanması tartışmaların diğer boyutu...

Ortam dinlemenin iki boyutu var. Gizlice ortam dinleyip kaydetmek ve bunu dağıtmak aslında suçtur. İzinsiz telefon dinlemeler de öyle. Ama bu içerikli belge veya kayıtlar gazetecinin eline geçtiği vakit, gazeteci o ortam dinlemenin suç olup olmadığına bakmadan evvel, içeriğin ne olduğuna, yayınlamanın "kamu yararı" taşıyıp taşımadığına bakar. O içerik özel hayatlarla ilgiliyse bir köşeye konur. Ama ortada doğrudan rejimi, yargıyı, düzeni, kurumları ve halkın bilgi alma hakkını ilgilendiren bir komplo, kumpas, yer altı faaliyeti vs. varsa, iyi bir gazeteci gerekirse suç işlemeyi de göze alarak, bunları yayınlar. Gazeteciliğin çerçevesini sadece hukuk belirlemez. Öyle olsaydı pek çok haber verilemezdi. Balbay günlüklerini vermek suç mudur? Evet. Tolon bantları? Evet, suç. Ama bu eğer mahkemeye giderse emin ol avukatlar kamu yararını çatır çatır savunur. Kimsenin kuşkusu olmasın. Karadayı bantlarını, Çevik Bir belgelerini ele alalım. İçerik, Türkiye'nin karanlık süreçlerine ışık tutacak bilgiler... Bunları sadece legalist bir bakışla, "Olmaz yayınlayamayız" diye bir kenara atarsak, gazetecilik şapkamızı kenara atmamız gerekir. Gülünç oluruz. Başka bir meslek aramamız gerekir kendimize. Bu kadar basit. Kural şudur: Bizim meslekte kamu yararı hukuka feda edilemez.

Ama bazı köşe yazarları, mesela Melih Aşık, ısrarla "Suçtur" diyor...

Gülüyorum. Yapmaz ya, açsın istediği gazetecilik kitabını okusun... 28 Şubat sürecini hatırlayalım. O süreçte ellerine verilen her şeyi yayınlayan, dinci dedikleri insanlarla ilgili bantlara "Oh" diyen gazeteciler bunlar. Ayıptır, insan biraz utanır. Bu çifte standarttır, riyakarlıktır, mesleğe ihanettir.

Ordu yanlısı medyayı tartışırken ortada bir de hükümet yanlısı medya var...

Yandaş medya sığ, indirgeyici bir kavram. Basınımızın gazeteciliği bırakıp siyaset oynayan bir kesimindeki "Kaka AKP" algılaması giderek şunu getirdi: "Gazeteci muhaliftir." Bu saçma bir şey. Gazeteci ne muhaliftir, ne iktidardan yanadır. Olgulara bakar ve esasen eleştireldir. Beni kutuplaşmamız ilgilendiriyor. Arada kalmışlığımız. Sadece siyaset diliyle konuşmak yerine, birbirimizle gazeteci diliyle nasıl yeniden konuşacağız?

Basın özgürlüğünü ne tehdit ediyor?

Bu konuda Doğan Grubu tarafından kıyametler koparılıyor. Tehdidin çok boyutlu olduğu, asıl nedenleri perdeleniyor. Hapiste gazeteci var mı? Kimi meslektaşa göre var. Demek ki sorun tam çözülmüş değil.


Kanunlar tehdit mi? Elbette ki tehdit. Kanunlar tabuları koruyor mu? Askerlikten soğutma, Atatürk'ün manevi şahsiyetine eleştirel söz etmek hâlâ tabu. Kanunların değişim için zorlandığı da bir gerçek. Kavga devam ediyor. Ama kavganın kilitlendiği ve ağızların büzüldüğü esas tabu ortada.

Nedir bu?

Bence Türkiye'de basın özgürlüğünü asıl tehdit eden şey patron tabusudur. Nasıl ki siyaset üzerinde asker sorunu varsa, medyamız üzerinde de patron sorunu var. Yol gösterici üslupla konuşmadan, patronları ikna etmeden ne bizim ne de demokrasinin adam olacağına inanıyorum. Patronlar kendilerini gölge yayın yönetmeni gibi görmektedirler, editoryal bağımsızlık dediğimiz şey ayaklar altındadır.


Neden? Çünkü patronlar paraya bağımlıdırlar, kıbleleri odur. Medyanın siyaset ve bürokrasiyle olan göbek bağı artık kireç bağladı. Karamehmet kayıtları, Balbay günlüklerinden anlaşılacağı gibi... Kamu ihale mevzuatı ve medyada sahiplik oranlarını, medya patronlarının başka iş alanlarında faaliyetlerini düzenleyen kanunlar maalesef patronları hükümetin ağzına bakar halde tutmaktadır. Taraf'taki Aydın Doğan mülakatı bu ilişkileri teşhir etmiyor mu? Hem ruhsat veya ihale istiyor hem de "Ben gazetelerime şunu koyun şöyle yapın diyorum" diye anlatıyor. İşte bu perde arkası "Aldım verdim ilişkileri" hep böyle olduğu ölçüde gazetecilik halkı hiçe sayan, patronların hesaplarına, hırslarına odaklı, bir mesleki icraat haline geldi. Bu böyle olduğu ölçüde patronaj gündelik gazete işlerine karışmayı en doğal hakkı saydı. İşte bu yüzden burada en büyük tabu patron tabusudur. Otosansürün Türkiye'de önemli nedeni patron baskısıdır. İtirazları duyuyorum ama gerçek değişmez: Bu baskı bilinç altına yerleşmiş bir baskıdır. Bir olumlu örneği 28 Şubat döneminde Aydın Doğan'la yaşadık. Patronlar askerle olan ilişkilerini bozmamak için özel bir çaba sarf ediyorlar. Normal bir ülkede patronlar Genelkurmay'da kapalı kapılar ardında gazetecilik pazarlığı eder mi?

Siyasi iktidar baskıları da var ama...

Başbakanın boykot çağrısını olumlu karşılamam. Yanlıştır. Kötü gazeteciliğin nihai yargıcı okurdur. Böyle sert, tehditkar söylemler Türkiye'deki basın özgürlüğü meselesinin, basına tahammülsüzlüğün devam ettiğine kanıt olarak gösterilir. Tayyip Bey yanlış yapıyor. Eğer basın özgürlüğüne, temiz basına gerçekten inanıyorsa, samimiyse, vermesi gereken sınav, atması gereken adımlar başka. Onu yapsın, helal olsun.  

Başbakan Erdoğan ne yapmalı?

Ankara'daki güç odakları ile bağ, çıkar birliği kurup gazeteciliğin çanına ot tıkama dönemi son bulmalıdır. Bunun için kamu ihale mevzuatı hemen değiştirilmeli ve medyada iş tutan patronların kamu ihalelerine girmeleri tercihan tamamen yasaklanmalı veya ciddi biçimde kısıtlanmalı. Medyada sermaye temerküzüne yol açan, rekabeti zorlaştıran, çeşitlenmeyi engelleyen yasa değişiklikleri, mesela RTÜK yasası, hemen yapılmalı. Yazılı basın sahibi olanlar görsel, görsel medya sahibi olanlar yazılı basına sahip olamamalı. Sahiplik oranları AB normlarına uygun hale getirilmeli. Ve işten adam atmaları patronların iki dudağı arasına terk etmiş olan uygulamalara bir an önce son vermek gazeteciliğe meslek onurunu yeniden kazandırmak için vakit kaybetmeden, seçimlerden sonra Sendikalar Yasası Meclisten geçirilmeli. Bu sonuncusu da hâlâ yaşanmakta olan derin bir sorun. Son örneği taptaze.

Nedir o örnek?

Belki hatalarından dönerler diye isim vermeyeyim. Geçen hafta pazar günü bir gazetede Deniz Feneri'yle ilgili manşet bir haber yayınlandı. O gazetenin sahibi ertesi gün Başbakanla bir törene katılacak.


O gece, patron yazı işlerini aradı, önce o haberin zamanlamasıyla ilgili fırça çekti, sonra haberi hazırlamış olan meslektaşımızın ismini künyeden çıkardı. Genel Yayın Yönetmeninin olaydan ertesi gün haberi oldu. Böyle rezalet olur mu?  Dayanışmaya meraklı o arkadaşlarımız, esas bu arkadaşımızla dayanışsınlar. Patron sorunu işte budur.

"Sızdırma haber tabii yayınlanır"

Çalıştığınız gazete Sabah'ta da "sızdırma haber" tartışması yaşanıyor şu anda...
Bu tartışmayı büyük ölçüde başlatan benim. Daha sonra konu "Sızdırma haber biz vermeyeceğiz, milli menfaat gözetiriz"e geldi dayandı. Böyle bir şey gerçek olsaydı, tabloidi olsun, ciddisi olsun, haftalığı olsun, dünyanın her yerindeki gazeteciler böyle bir kurala uysalardı, dünyada gazete çıkmaz hale gelirdi. "Sızdırma haber biz yayınlamayız" demek bir taahhüdün altına girmektir. Gazetecilikte en büyük tuzak böyle bir takım ilkesel taahhütlerin altına girmektir. Eğer girerseniz, okur sizden sonuna kadar tutmanızı bekler. Bu bir tercihtir. "Biz intihar haberi hiç vermeyeceğiz" derseniz, o zaman Abdülkerim Kırcı'nın da intihar haberini vermezsiniz, Hikmet Uluğbay'ın da intihar teşebbüsünü vermezsiniz. Taahhüde girerken Hurşit Tolon kasetlerini de yayınlarsanız okurun kafası karışır. Okurda "Bu gazete benden neden haber saklıyor, acaba belli bir tarafı mı seçmeye başladı?" kuşkusu doğar. Manasız bir lüks, hele böyle bir zamanda. Tutarlılık olmazsa ilkesel taahhüt tuzağa dönüşür.

Sabah'ın Genel Yayın Yönetmeni Erdal Şafak "Devletin menfaati" tartışması başlamasına sebep verdi. Gazeteci "devletin menfaatini" gözetmekle yükümlü müdür?

Gazetecinin başvuracağı iki en yüce makam vardır: Akıl ve vicdan. Gazetecinin devleti bunlardır. Gazeteci kim için çalışır? Bizde unutulan bir sorudur bu. Biz kimseye uşaklık veya servis yapmayız, biz halk için varız. İşimiz ona bilmesi gereken her haberi hiç korkmadan, saklamadan, "Aman acaba bunun ucu kime dokunur" demeden vermek. Ama öyle vakalar olur ki, mesela elinize gelen belge, haber yaparsanız insan hayatına mal olacaktır. O zaman bin kere düşünmeniz gerekir.

"Balbay'a destek beni utandırdı"

Mustafa Balbay'ın tutuklanmasının ardından günlüklerinin yayınlanması bu tartışmaları iyice alevlendirdi...
"Misyon gazeteciliği" Türkiye'ye özgü bir olgu. Gazeteciliğin ilkelerini pek takmayan, gazetecilik dışı siyasi veya ekonomik amaçlara hizmet ederken, gazeteciliği araç kılan kişidir misyon gazetecisi. Askeri diktatörlük, tek adam yönetimi, din devleti, patron serveti... Benim içinde piştiğim, ilk göz ağrım Cumhuriyet Gazetesi, epeydir böyle bir misyon gazeteciliğinin karargâhı. Böyle gazetecilikte esas kaygı, "Âli misyonumuz doğrultusunda haberi nasıl eğip bükeriz, neyi saklar, neyi abartırız, gerekirse düzmece haberlerle nasıl destekleriz" kaygısıdır. Misyon gazetecisinin bir türü askere tapan, demokrasiye düşman, darbesever tür. Ama başkaları da var: Patronunun mali çıkarları adına, cemaatin bekası adına, din devleti adına yürütülen misyon gazetecilikleri de pek yaygın burada. Balbay olayına dönersek, günlüklerde "özdeşleşme" aşikâr. Polis muhabirinin transformasyona uğrayıp kendini polis zannetmesi gibi. Darbesever bir köşe yazarının giderek gazeteciliği bir tarafa bırakarak askerle dava arkadaşlığına soyunması, onun tanıtım memuruna dönüşmesi. Tıpkı, vergi kaçakçılığıyla suçlanan patrona hizmet arz etmek için vergi uzmanlığına bir günde dönüşüvermek gibi.

Balbay'la dayanışmak, "gazetecilik dayanışması" diye anlaşılabilir mi?

Kritik nokta şu, dayanışma eylemi, Balbay'ın tutuklanma ve sorgulanma metodlarıyla ilgili olsa anlaşılabilirdi. Ama onu aştı, olmadık bir "ifade özgürlüğü" noktasına dayandı. Balbay'ın suçlandığı yasa maddesi, ifade özgürlüğüyle ilgisi olmayan "Halkı isyana teşvik / Anayasal düzeni değiştirmeye çalışmak" maddesi. Burada bambaşka bir alandayız. O yüzden Cumhuriyet Gazetesi'nde düzenlenen imza törenini üzüntü ve hicap içinde izledim. Ayıpladım, o insanlar adına utandım. Umuyoruz ki Balbay masum olsun. Ama meslek dayanışması diye yeri göğü inletenlere şunu sormak lazım: "Gerçek bir düşünce ve ifade özgürlüğü kurbanı olan Hrant Dink öldürüldüğü zaman neredeydiniz? Hanginiz Agos'a gitti, hanginiz cenazesine katıldı? Hanginiz 90'lı yıllarda işinden olan gazetecilere sahip çıktı? O yıllarda gazete bombalamaları var, sadece Kürt, solcu veya İslamcı oldukları için hapse atılan, yayınları kapatılan, "Teröristtir" diye rapor edilen gazeteciler var. Şimdi protesto ettikleri, gizli kayıt diye servis edilen bir takım raporlarla gazeteciler andıçlandı 1990'larda. Ahmet Kaya gibi insanların hayatları kısaltıldı. Bütün bunların arkasında bir günah yığını var.


O yıllarda hapse giren gazetecilerin terörist olduğunu, gazeteci olmadığını yurtdışına ısrarla ispat etmeye çalışanlardan birisi o imza törenine katılıp ifade özgürlüğünden söz edebilen Basın Konseyi Başkanı Oktay Ekşi. Bu çifte standart, bu riyakarlık insanda söylenecek söz bırakmıyor. Mesleğine saygılı gazetecilerin hafızalarını yok edemezsiniz. İnsan hiç değilse mesleğine birkaç saatliğine saygı duyar.

"Milliyet'teki sahte manşet krizini Doğan yönetemedi"

Milliyet'ten nasıl ayrıldınız?
Çok sarsıntılı oldu. Umur Talu ve Yalçın Doğan'ın ayrılmasından sonra Mehmet Yılmaz'ın gelmesiyle Milliyet'in çizgisinden sapma başladı. Hatalar konusunda hesap vermeyen, alaycı, müstehzi bir bakış oluştu. Tüm teşebbüslere rağmen köşeye somut bir müdahale girişimi olmadı. 2004 yılı yazında Kerkük, Irak Kürtleri ve ABD Dışişleri Bakanlığı'nı anlatan, muhtemelen o zamanki Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ün NATO zirvesi öncesi Talabani ile görüşmesinin önünü kesmeyi amaçlayan ve güçlenen kanaatime göre, şimdi yargılanan Ergenekon paşalarıyla bağlantılı bir kaynaktan servis edilmiş olan tamamen düzmece bir haber yayınlandı gazetenin sürmanşetinde. Bu düzmece haberle ilgili doğal olarak çok sayıda yalanlama ve tepki aldım. Haber Ankara Büro Temsilcisi Fikret Bila tarafından yazılmış bir yorum-haberdi ve işin en garip tarafı, dönemin Washington Temsilcisi Yasemin Çongar'a telefon edilip bilgisi dahi sorulmamıştı. Yasemin gibi gazetedeki bazı saygın yazarlar da habere özel olarak büyük tepki gösterdiler. Yaşlı olan biri "Gazetenin onurunu kurtarmak senin elinde" dedi, hiç unutmuyorum. Çok güç bir vakayla karşı karşıya kaldım. Haberin kaynağına güç bela ulaştım, müthiş korku içindeydi. Ankara Temsilcisi "Neden bu işle uğraşıyorsun" havasındaydı, sanki haberi yazan başkasıymış gibi davranıyordu. Kilitlenince, Aydın Doğan'ın Milliyet'in başına getirdiği Hanzade Doğan'a durumu aktardım. Hanzade Doğan o sıralarda gazetecilik ilkelerine, nüanslarına hakim değildi, ama içgüdüsel olarak bir şeylerin ters gittiğini fark etti. Ankara Temsilcisi bir düzeltme yapmamakta direnince, sanıyorum konu kızı tarafından Aydın Doğan'a iletildi. Hanzade Doğan bana "O kaynakla konuş, haber vermeden konuşmaları gizlice banda al, bana getir" dedi. Bunun asla mümkün olmayacağını, yapmayacağımı söyledim. Yazımı teslim ettiğim gün Aydın Bey'le hayli gergin bir görüşme yaptık. Bu konudan vazgeçmemi, başka şeyler yazmamı istedi. Ben de kurumun saygınlığı adına bunun gerekli olduğunu anlatmaya çalıştım. Anlaşamadık. Maalesef o krizi hiç iyi yönetemedi. Israr ettim ve köşem aynen yayımlandı ama ona rağmen, Aydın Bey sonunda tercihini Ankara Temsilcisi'nden yana koydu.

Aydın Beyle tekrar karşılaştınız mı?

Vergi kaçakçılığı ile ilgili cezai sürecin başladığı gün, iki hafta kadar önce tesadüfen Londra'da havaalanında karşılaştık. Nezaketen el sıkıştık, karşılıklı pek renk vermedik. Ben beklerdim ki, bu mesleğin içinde yıllarını vermiş bir medya patronu olarak haksızlığı teslim etsin, "Ben o krizi iyi yönetemedim" diye yüzüme karşı söylesin. Maalesef söylemedi. Oysa yanlış yapıldığını iyi biliyor. Üzüldüm. Kriz üzerine konuşup, el sıkışıp ayrıldık.


Ayça Örör/ Taraf