Medya
13 Oca 2018 11:24 Son Güncelleme: 24 Kas 2018 01:56

Gökmen Ulu cezaevi günlerini anlattı: Yıkılma sakın!

Sözcü Gazetesi muhabiri Gökmen Ulu 174 gün kaldığı Silivri Cezaevi günlerini Yıkılma Sakın isimli kitabında anlattı.

Sözcü Gazetesi muhabiri Gökmen Ulu kitabı için, "Atatürk’ün takipçilerinin ağır koşullara nasıl direndiğini gösterdim" dedi.

Sözcü'den Hande Zeyrek'e konuşan Ulu'nun açıklamaları şöyle:

– Tutuklanacağın aklına geldi mi?

Bu ülkede hakikatleri dile getiren gazeteci ya işsiz bırakılır ya zindana atılır ya saldırıya uğrar. Ama Soner (Yalçın) ağabeyin belirttiği gibi; “Bu ülkede gerçekler de inatçıdır. Mutlaka yazılır.”

– İlk andan itibaren hep dik durdun. En büyük motivasyonun neydi?

Masumiyetimin verdiği özgüven içindeydim daima. Olan bitenin farkındalığı içindeydim. Asıl hedef SÖZCÜ'ydü, gazetecilikti, halkın haber alma hakkıydı. Bizimle birlikte yaralanan Türkiye'ydi. Kendimi bir rehine gibi hissettim. Yapmam gereken, fikir namusumuzu koruyarak inançlarımızın arkasında durmaktı. Bu süreci adalet ve demokrasi mücadelemizin bir bedeli olarak nitelendirdim. Duygularımı Nazım Hikmet'in şu dizeleri özetliyor: “Sen yanmasan, ben yanmasam, biz yanmasak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?”


Ders alınsın istedim

– “Yıkılma Sakın” nasıl ortaya çıktı?

Gazeteci, toplumun hafızasıdır. Hafızasını yitiren halklar geleceğini de kaybeder. Yaşadıklarımızdan ibret alınsın, ders çıkarılsın, bir daha yaşanmasın diye yazdım. Silivri zindanında yazdığım kitabımı 10 Temmuz'da tamamlamıştım. Fakat tutukluluk uzadıkça, başka hadiseler biriktikçe, tahliye olduktan sonra yeniden yazdım.

– Bir cezaevi günlüğü mü?

Hayır. Kitapta cezaevi sürecinin merak edilen yönlerine elbette yer verdim ama esas olarak Türkiye'nin en etkili bağımsız gazetesinin iftiralarla nasıl operasyona uğradığını, hakikatlerin ne olduğunu, gazeteciliğin nasıl yargılandığını, adalet ve demokrasiye nasıl darbe vurulduğunu ve nasıl direndiğimizi yazdım. Bu fırtınanın arasında kalan ve tutuklanan bir muhabirin tanıklığında anlatılıyor. Başımıza gelen hadisenin nasıl bir konjonktür içinde olduğunu da işleyerek, kitabın uzun yıllar sonra da iyi anlaşılarak okunabilmesini amaçladım. Okurlar, Mustafa Kemal'in takipçilerinin, ağır koşullar ve saldırılar karşısında nasıl direniş sergilediğini görecek. Biz büyük devrimleri gerçekleştiren güçlü bir düşüncenin ürünleriyiz. Mücadele azmimizi asla kaybetmeyiz.

Bir daha olmasın diye...

– “Keşke” dediğin oluyor mu?

Geriye dönüp bakınca hüzünleniyorum elbet… Lakin, “Keşke olmasaydı” diyerek yaşanmaz. Bundan sonra kimsenin zulüm yaşamaması için “Bir daha olmasın” diyerek çabalamayı sürdürmeliyiz. Ülkemizin tüm çocuklarının aydınlık geleceğine bir katkı sağladıysa eğer, hayatımdan çalınan o 174 gün halkımıza helali hoş olsun.

– İçeride ne kadar kilo verdin?

8 kilo verdim. İlk 2 kilosu Vatan Emniyet'teki bir haftalık gözaltında gitti.

– Cezaevi koşulları nasıldı?

Zapt edildiğim zindanı Yılmaz (Özdil) ağabey köşesinde “Beton Kutu” başlığıyla yazmıştı. Kim dedi hatırlamıyorum, “Bu cezaevini inşa eden insan olamaz”, çok haklı. Çok kötü koşulları. Daha önceki gazeteciler orada köşe yazısı dahi yazabiliyordu. Ben eşime mektup yazamadım. Kız kardeşime doğum günü mesajı veremedim. Milletvekilleri gelip soruyordu “Dışarıya mesajın var mı?” diye. Kağıt kalemi uzattıklarında gardiyanlar gelip yasak diyordu. Avukat kağıt kalem uzatamıyordu. Bir gün Uğur ağabeye mektup yazacağım. Elime notlar aldım. O bile yasak. Tamam not vermek yasak. Elimi de kesip verecek değilim ama o da yasak. Kısıtlamalar çok.

– Sağlığın nasıl?

Cezaevinde kendine ne kadar özen göstersen de vücut arıza verebiliyor. Çıktıktan sonra haftanın bir iki günü hastanede geçti. Oradan kalma hasarları tamir etmeye çalışıyorum. Fabrika ayarlarımı geri yükledim. Şimdi iyiyim. Daha iyi olacağım.

Ben gazeteciyim, doğruları söylemeye devam edeceğim 

– Kitabın ismini kim buldu?


Aslında daha kitap ortada yokken adını babam koymuş oldu. 19 Mayıs günü gözaltına alındığım evimden çıkarılırken, kalabalığın arasından, “Gökmen, gülümse oğlum, yıkılma sakın” diye seslenmişti. Hiç aklımdan çıkmadı. Sonra, sevgili şairimiz Ataol Behramoğlu'nun aynı adlı şiiri geldi aklıma. Zindandaki duvara astım o dizeleri. Zihnime nakşettim. Yıkılmak istenen yalnızca biz değiliz oysa… Sadece gazetemiz ve gazeteciliğimiz de değil… Halkın haber alma hakkı, Cumhuriyetin kazanımları, adalet, demokrasi, temel hak ve özgürlüklerimiz, doğamız, bir arada yaşama kültürümüz, yani bizi biz yapan değerlerimiz yıkılmak istenen. Topyekun yıkıma sürükleniyoruz. Bireyler, aileler ve toplum olarak enkazın altında kalmak üzereyiz. Onun için haykırıyorum; “Diren. Yıkılma sakın.”

– Bundan sonra siyasi haberler yok mu diyeceksin?

Ben gazeteciyim. Her alanda haber vermeye ve doğruları dosdoğru söylemeye devam edeceğim.

– En çok neleri özlemişsin?

Yaşama dair ne varsa özlüyor insan… En çok evlat tabii. Ve huzuru özledim. Burcu bana ilk akşam yemeğinde “Ne pişireyim sana?” diye sordu. Sahanda yumurta istedim. İçeride ocak yok, yapamıyorsun.

– Memleketin Dikili'de kalabalık bir karşılama yapıldı, halk seni bağrına bastı.

Binlerce hemşehrim beni karşıladı. Kucaklaştık. Dayanışmanın en iyi örneklerini sergilediler. Beni çok duygulandıran olaylardan biri de şu oldu: Gözaltına alınmadan bir gün önce mahallemizin bilgisayarcısı Erdi'ye borçlanmıştım. Çıktıktan sonra kendisine ne kadar borcum olduğunu sordum. Oğlum Efe'yle bana şu notu gönderdi: “Borcunuz, halkımız için feda ettiğiniz 174 gün ve vatana katkılarınızla ödenmiştir.”

– Dikili'de ilk yaptığın iş ne oldu?

Beni fedakarlıklarla yetiştiren, yüksek insani değerleri öğreten en şahane insandır annem. Yedi yıl önce sonsuzluğa gitti. Memlekete varınca annemin kabrine gittim bir başıma. Dertleştim, dua ettim.

– Tahliye kararı çıktığında ne hissettin?

Hukuka saygı hassasiyetimiz gereği mahkeme sefahatine girmeden anlatayım: Adrenalinin doruklarındaydık hepimiz. “Gökmen Ulu'nun tahliyesine” ifadesinden sonra söylediklerini hatırlamıyorum. O esnada sevinç çığlıkları ve alkışlar yükseldi. Mahkeme başkanı sözlerini ve duruşmayı bitirir bitirmez jandarmaların arasından sıyrılıp seyirci bölümüne ilerledim. Eşim, Oben ağabeyim, Uğur (Dündar) ağabeyim, sevgili dostlarım… Hepimiz sevinç yumağı haline geldik. Ömrümüzün en sıkı kucaklaşmasıydı.

Benimki buruk bir sevinç 

– Ya oğlun Efe?


Efe adliyenin karşısındaki otelde bekliyordu. Televizyondan tahliye haberini duyduğu gibi otelden fırlayıp adliyeye koşmaya başlamış. Heyecandan ayakkabılarını giymeyi bile unutmuş.

– Tahliye haberin taraflı tarafsız tüm Türkiye'yi sevince boğmuştu.

Ben de çok sevindim elbette. Sevinmez mi insan ama hakikaten buruk bir sevince dönüşüyor. Halkımızın yaşadığı sıkıntılar ortada. Her gün cezaevindeki meslektaşlarım geliyor aklıma. Çok üzülüyorum. Gazetecilik faaliyeti nedeniyle kimse tutuklanmamalı.

– Oğlun Efe'yle kucaklaşma anınız herkesi çok etkiledi. “Mutluluğun resmi” olarak tarihe geçti. Silivri'den çıktığında sen neler hissettin?

Şair diyor ya; “Acılar da sevinçler gibi olgunlaştırır insanı.” Ama Ege Efe çok erken olgunlaştı. Henüz 12'sinde… En ihtiyaç duyduğu döneminde babasından kopardılar. En büyük ıstırap ona çektirildi. Annesi, dedesi, kimse üzülmesin diye, aylar boyunca gözyaşlarını saklamaya çalışmış. İçinde birikmiş acı, hasret ve isyan… Yürekten gelen sesiyle “Babaa” diye haykırarak ve kalabalığı hızla yararak koşturdu kucağıma. Şimşek çakması gibi kucaklaştığımız an, onun için bir patlama anıydı. O anda, çocuk kalbinde biriken gözyaşlarını da özgür bıraktı…