Röportaj
31 Mayıs 2015 12:10 Son Güncelleme: 23 Kas 2018 17:36

Ertuğrul Özkök'ten "Tuhaf" itiraf: ‘Döneğim evet, buz balığı kadar, Hawking kadar!’

Gazeteci Ertuğrul Özkök ilk romanı “Tuhaf Bir Çocuğun Fevkalade Hikâyesi”ni anlattı.

Gülenay Börekçi, Gazeteci Ertuğrul Özkök’le ilk romanı “Tuhaf Bir Çocuğun Fevkalade Hikâyesi”ni konuştu. Özkök 'buz balığı kadar döneğim' diyor.

Ertuğrul Özkök’le siyasetten ve son günlerde olanlardan uzak bir röportaj yapmak isteyen Habertürk muhabiri Gülenay Börekçi, merkezinde kötülüğün çeşitleri olan ilk romanı “Tuhaf Bir Çocuğun Fevkalade Hikâyesi”ni sormak için gittiği röportajda önceki kitaplarından biri olan “Tuhaf”ı da konuştu, Özkök'ün gazetecilk, yaşam, yaşlılık ve kadınlar ile iligili görüşlerini de sorguladı.

Börekçi, röportajına şöyle bir giriş yaptı:

"Tuhaf kitabında başından geçtiğini öne sürdüğü “gerçek” öyküler anlatıyordu Özkök ama sanki araya bol bol “yalan” girmişti. Buradaysa tam tersi söz konusuydu, romanın acılı ve acımasız iki karakterinde belli ki yazarın kendisinden çok şey vardı. Yanılıp yanılmadığımı sordum. “Haklısınız, tam olarak yaşadığım hayatla değil belki ama içimdeki karanlıkla, gölgelerimle ilgili bir kitap bu” dedi.

İşte röportajın devamı...




‘ARTIK SADECE BEN VARIM, KENDİMİM. HELE BU ROMANDA’

"Roman öldü” derler ve bunu her 10 yılda bir tekrarlarlar. Siz de benzer şeyler söylüyorsunuz. Bu “ölü” sanata katkıda bulunmayı niye istediniz?


Ben “Roman öldü” demiyorum, sadece 19. ve 20. yüzyıl başlarında zirveye çıkan klasik romanın öldüğünü söylüyorum. Yani Thomas Mann gibi bir yazar muhtemelen bir daha çıkmayacak, onun gibi yazmaya çalışanlar olacak elbette ama o tür bir roman okumayacağız.

Ne okuyacağız peki?

Romanlar kısalacak, küçülecek, daha doğrusu büyük romanlar parçalanacak... Ne bileyim, Tolstoy’un “Anna Karenina”sı gibi herkesin kendinden bir şey bulacağı romanlar yerine küçük cemaatlere seslenen romanlar yayımlanacak. Hem herkes harıl harıl roman yazarken, romanın öldüğünü nasıl söyleyebiliriz ki?

Bu yıl eski gazetecilerin yazdığı romanlar patladı...

Eh, siyasi olarak köşeye sıkıştırılan insanlar kendilerini başka yollarla ifade etmeyi dener. Geçmişteki baskıcı dönemlerde hep yeni türler, üslup arayışları çıkmıştır. Normal bu, çünkü insanlar fikirlerini doğrudan söyleyemediklerinde metaforik veya şifreli anlatımlara başvurur. İçinde çıkmak isteyen bir ses varsa onu tutamazsın. Romanım da böyle. Kendi doğrusunu herkesin doğrusu, kendi muhafazakâr ahlakını herkesin ahlakı yapmak isteyenlere isyan romanı. Ben Genel Yayın Yönetmenliği'nden ayrıldığımdan beri daha özgürüm ve daha çok yazıyorum. Yazdıklarım artık sadece beni bağlıyor. Yayın yönetmeniyken yazdığım her yazıda Aydın Bey’in (Doğan) fikirlerinin aranması, beni bir parça rahatsız ediyordu. Manşet denen şey neticede yazı işlerinin ortak ürünü ve benim aklım kimi zaman o ortak akla uyuşmuyordu. Yine de çoğunlukla arkadaşlarımızın arasında oluşan konsensüse riayet ediyordum, şimdiyse artık sadece ben varım, kendimim. Hele bu romanda...

‘KAMU MEYDANINA BİR ARİSTOKRAT OLARAK DÖNDÜM’

“Gölge” sanatçılar vardır... Yazmak isterler ama cesaretleri hatta belki yetenekleri yoktur, o yüzden de dolaylı olarak yazmakla ilgili işler seçerler, reklamcılık, gazetecilik gibi. Siz de böyle olabilir misiniz?


Ben gazeteci olmadan önce başlamıştım edebiyat dergilerine yazmaya, kitaplarım falan da vardı. Üniversitedeydim, aldığım paranın yetmemesi dışında mutluydum. Derken 12 Eylül patladı ve hesaplar bozuldu; üniversitede kalmam imkânsız hale geldi, ben de ayrıldım. Yani yazar olamadığım için gazeteciliğe geçmedim, tam tersi gazeteciliğe geçtiğim için yazmayı bıraktım.

Ama gazeteciliği sevdiniz...

Çok sevdim. 20’nci yüzyılın en büyük felsefecilerinden Ortega Gasset, şöhretinin doruğundayken bile bulvar gazetesi tarzı bir popüler gazetede yazmayı sürdürmüştü. Hatta bir keresinde, “Bu gazete kamu meydanında bir aristokrat olarak dolaşma imkânı verdi bana” demişti. Hürriyet de bana kamu meydanına bir aristokrat olarak dönme imkânı verdi.

Nasıl yaptınız bunu?

Öncesinde birkaç kişiyi ilgilendiren teorik yazılar yazıyordum, Hürriyet’teyse fikirlerimi, dünya görüşümü çok geniş kitlelere anlatma imkânı buldum.

Bir gazeteci arzu ettiği her şeyi yazabilir mi?

Görüşlerim büyük bir gazetede fazla marjinal kalabilirdi. 200 tirajlı bir dergiyle 500 bin tirajlı bir gazete arasında fark muhakkak olur, dolayısıyla her şeyi yazamazdım. Öte yandan, bu gazeteyle ben bu yolda birlikte yürüdük, o beni değiştirdi ama ben de onu değiştirdim... Normal değil mi, buna gelişmek deniyor.

Pişmanlık duyduğunuz şeyler?

İtiraf edeyim hep mutlu bir insan oldum, yapamadıklarıma üzülmedim, yaptıklarım yüzünden pişmanlık duymadım... Elde ettiklerim yetti, daha fazlasını istemedim. Bugün yeniden o genç adam olsam, başka şeyler yapardım. O günden bugüne çok şey değişti; Türkiye değişti, dünya değişti...

‘YAŞIYORUM VE DEĞİŞTİĞİM İÇİN MUTLUYUM...’

Siz de değiştiniz...


Zaman değişti. “Döneksin” diyorlar bana bu yüzden.

Sevmediğim bir laf...

Ben kendime buz balıklarını örnek alıyorum. Uzun zaman önce denizler aniden soğuduğunda canlıların yüzde 80’i yok olmuş, tek tük bazı türler kalmış. Buz balıkları kanlarındaki protein ve alyuvar miktarını çok azaltarak bir tür antifriz sistemi yaratmışlar, donmamayı başardıkları için de bugüne gelebilmişler. Hadi gidip döneklikle suçlasınlar onları. Buz balıkları yaşıyor. Ben de yaşıyorum ve değiştiğim için mutluyum. 30 yıl önceki Ertuğrul Özkök değilim, 5 yıl sonra da şimdiki adam olmayacağım. Stephen Hawking 20 yıl kara deliklerden bahsettikten sonra bir gün çıkıp “Yanılmışım” dedi. Meğer teorisi yanlışmış. Ne yapsaydı yani, küçük düşmemek için yanlışı savunmaya devam mı etseydi? Döneğim evet. Buz balığı kadar, Hawking kadar döneğim.

Gazeteciliği sürdürecek misiniz?

Yazıyorum şu an ama daha ne kadar yazdırırlar bilmem. Gazeteci olarak yazdırmazlarsa da yazmaya devam ederim. Beni öldürmedikleri sürece yazarım yani.

‘BU ROMAN KORKULARIMIN DA OTOBİYOGRAFİSİ SAYILIR’

Romana dönelim... Katip ve Ahtapot adlı iki karakteriniz var, onlar siz misiniz?


Ben cinayet işlemedim. Ayrıca onlardan biri 52 yaşında ölüyor, bense 68’im ve hâlâ hayattayım.
Bu bir cevap değil...
İstediğiniz cevabı vereyim, romanım bir otobiyografi. Ama hüzünlerimin, korkularımın, kızgınlıklarımın, şaşkınlıklarımın, çaresizliklerimin, beceriksizliklerimin otobiyografisi. Hepimizin böyle bir gölge otobiyografisi vardır. Bazılarımız bunu yazar, bazılarımız da unutur...
Demek ki Katip’in prensiplerinde yahut Ahtapot’un oynaklığında, ilkesizliğinde sizden izler var...
Benim prensiplerle bir meselem var. Prensip tehlikeli bir şey. Dünyadaki en büyük felaketler bazen bu yüzden doğuyor. En ceberut, zalim, intikamcı duygulara bazen prensip ambalajı giydiriliyor. Bu yüzden cinayetler işleniyor. Hitler prensip sahibiydi. Karakterimin de absürt prensipleri var ve onlar yüzünden cinayet işliyor. Teneke trampet veya kalamar üzerine prensip olur mu?

Sizin de asla yapmayacağınız şeyler yok mu?

İlkem yok. Ne gaddar, acımasız insanlar tanıdım ilkeleri kendine zırh yaparak kötülük yapan. İnsana dair hiçbir şey artık beni şaşırtamaz. Hayal kırıklıkları yaşayarak öğrendim şaşırmamayı. Ortaçağ’da Hıristiyanlık adına yapılan gaddarlıklar bugün Müslümanlık adına yapılıyor; kafalar kesiliyor, insanlar ateşe atılıyor. Dolayısıyla benim altına inmeyeceğim birtakım çizgilerim var sadece; öldürmem, kimseyi etnik aidiyetleri ya da inançları yüzünden ezmeye kalkmam.

‘KURBAN BAYRAMLARINDA DURMAM BURALARDA’

Macar yazar Magda Szabo var bir de. Ne var onda bu kadar takıntı haline getireceğiniz? Sevdiğiniz, önemsediğiniz bir yazar mı?


Çocuktum, bir kuzu aldılar bana, aylarca besledim. Okuldan sonra onu çayırlara götürüyordum, oyun arkadaşımdı. Sonra Kurban Bayramı geldi... Sabah uyanıp pencereden bakınca bahçede kesik kafasını gördüm. Yanında da dünyanın en iyi insanı olan babam duruyordu, elinde kanlı bir bıçakla. O kadar büyük bir travma ki, hiçbir zaman kurtulabileceğim bir şey değil. Kurban bayramlarında durmam ben buralarda. İnancı uğruna gözünü kırpmadan öldürebilen babamı hatırlarım. Kızmam ona ama yaptığı şeyi unutamam da. Kimsenin dini inancına karışmıyorum, onlar da kurban kesmekten rahatsız olmamı sorgulamasın. Bu zaten pagan bir inanış, eski Yunan’dan beri var. Vazgeçilmeyecek bir şey de değil.

Magda Szabo?

“Kapı” adlı bir romanı var, 1970’lerde okumuştum, buna benzer bir olay vardı. Benim yaşadığım şeyin aynısıydı anlattığı, çok etkilenmiştim, bu kadar.

KADINLAR İÇİN İKİ TÜR ERKEK VAR: UĞRUNA ÖLEN VE ÖLDÜREN


“Birini seviyorsanız onu öldürebilmelisiniz” deniyor romanda...

O cümle, “Sin City”den. Çok enteresan, çarpıcı bir çizgi romandır “Sin City”. Bütün kahramanlar kötü ve karanlık tiplerdir, iyi insan yoktur. Siyah beyazdır, sadece kadınların dudakları kan kırmızıdır. Kadınlar için iki tür erkek vardır: Onlar uğruna ölecek erkekler ve öldürecek erkekler... Ama unutarak da öldürür insan. Hatta esas öldürmek o bence.

Üzülmemek için mi?

Alacağımız intikamın düşüncesiyle yaşamamak için. Âşıksınız ama sizi terk ediyor, nasıl kurtulacaksınız bu acıdan? Unutarak, zihninizde onu yok ederek. Unutmak, öldürmenin en insani şeklidir.
Aşk biten bir şey neticede...

Evet, çoğu zaman simetrik başlıyor ama biterken simetrisi yok. “Ruh ikizi” diyorlar ya, birbirinin tıpatıp aynı insanlar sıkıcı sıkıcı yaşıyorlar ama o bile ömür boyu sürmüyor. Tanıdığım bütün ruh ikizleri birbirini terk etti.

Cüretkâr sevişme sahneleri var ama bana esas şaşırtıcı gelen şey şu: Katip bir tecavüzcüyü öldürecek ama tuzağa düşsün diye ona bir biçimde kendini vaat ediyor. Ve evde aynadaki poposuna bakarak kurbanını baştan çıkarma provaları yapıyor. “Çok mu ileri gidiyorum?” dediniz mi yazarken?

Her insan gibi benim de korkularım var. Cesur olduğum tek bir yer var, yazı. Gazeteciliğin bana öğrettiklerinden biri de şu: Ne anlatmak istiyorsan, doğrudan anlat, “Çocukça bulacaklar” diye çekinme. Yazarken bazı yerler kendiliğinden aktı. Tecavüz bir insanın bedenine ve onuruna yapılabilecek en büyük kötülük. Tecavüzcüler kurbanların yüzüne bakmaz. Orada tecavüzcünün işlediği suçla yüzleşmesini istedim. Katip de bunu istedi. Evet, sert bir bölüm ama göze aldım.

MÜSLÜMAN DOĞDUM MÜSLÜMAN ÖLECEĞİM

Estetik olsun diye cenazeniz kiliseden kaldırılsın istiyorsunuz. Fonda çalan Mahler’in Venedik’te Ölüm filmini hatırlatması ve bir de kilise yeter mi ölümü estetik kılmaya?

İnsanın hayatında sadece kendine ait iki an var: Doğumu ve ölümü. Bu dünyaya tek başımıza gelir, tek başımıza gideriz. Ben tek başıma olacağım ölüm anına saygı gösterilsin istiyorum. Yıllardır tek bir cenaze törenine bile kravatsız gitmedim. Ama Müslümanların cenaze adetlerini estetik bulmuyorum. Üstelik dinen farz da değil. Suudilerde aileler cenazeye gitmez, mezar taşı dikmezler. Ama şunu söyleyeyim, Müslüman doğdum, Müslüman öleceğim... “Cenazem kiliseden kaldırılsın” derken de aslında metaforik bir şey söyledim. Bana doğru düzgün ve saygılı bir cenaze töreni yapılsın yahu, demek istediğim buydu.

“İnanç Atlası” diye bir kitap hazırlıyormuşsunuz..

Dünyadaki çeşitli inançlara ait yerleri dolaştım. Göbeklitepe, Butan, Mekke, Etiyopya, Vatikan, Katmandu... Yakında Machu Picchu’ya gideceğim. İnançları tanıdıkça, kafamda tek tanrılı dinlerle ilgili sorular artıyor. Allah fikri kuvvetlenirken, din fikri zayıflıyor. Anlıyorum ki Allah ve din ayrı şeyler. Bunlardan biraz da yaşımın verdiği cesaretle söz edebiliyorum.